Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Tüm yazıları
...

Paylaşmak

Yazar hakkında bilgi henüz girilmedi.

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Nicedir “paylaşmak” deyince internette, sosyal medyada söz, yazı, fotoğraf, vidyo paylaşmak anlaşılır oldu.

“Dün bir şey paylaştım gördün mü?”

“Koyduğun vidyoyu 12 kişi paylaşmış.”

Sosyal medya öncesi dönemde “paylaşmak” bambaşka bir işti. Farklı bir anlam yüklüydü. Paylaşmak “bölüşmek” demektir ve ilk şartı paylaştığın şeyin sahibi olmaktır.

Eskiden paylaştığımız şey bizim malımız olan, bize ait olan bir şeydi. Bu şey, gözle görülür elle tutulur müşahhas bir şey olabildiği gibi; düşünce, fikir, duygu, tecrübe, bilgi gibi mücerret bir şey de olabilirdi. Yani elinizdeki simidi de, kendinize aldığınız Ramazan pidesini de arkadaşınızla, komşunuzla paylaşabilirsiniz; bir derdinizi de paylaşabilirsiniz. Hep denir ya: Üzüntüler paylaştıkça azalır, sevinçler paylaştıkça çoğalır. Ne der Mehmet Âkif:

Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım,

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.

Bir de “kozunu paylaşmak” vardır. Meseleyi, bir parça zora, güce başvurarak halletmek. Koz “ceviz” demek. Deyimin hikâyesi olarak anlatılan şudur: İki köy, ortalarında ceviz korusu. Her iki köy de cevizlik üzerinde hak iddia ettiği için her sonbaharda cevizler olduğunda hasat günü belirlenip cevizler ortaklaşa toplanıp paylaşılır. Fakat insanoğlu işte! Mutlaka hır gür çıkar. Sizinki çok, bizimki az… Bu yüzden ceviz toplama gününe köylerin becerikli, “eli sopa tutan” delikanlıları “kozları paylaşmak” üzere hazırlanırlar.

Sosyal medya sonrası dönemin paylaşımlarında sahiplik şartı ortadan kalktı! Sosyal medyada bir fotoğraf, bir yazı karşınıza çıkıyor, beğeniyorsunuz ve bir tık ile paylaşıyorsunuz. Size ait olmayan o şeyi başkalarıyla paylaşıyorsunuz. O şey sizin kanalınızla daha çok kişiye yayılıyor veya kendiniz bir yazı yazıyorsunuz, bir fotoğraf çekiyorsunuz, sosyal medyaya koyup -yayınlayıp- çoğunu hiç tanımadığınız, tanımayacağınız kişilere ulaştırıyor, yani onlarla paylaşıyor, onların istifadesine, beğenisine sunuyorsunuz. Onu gören, okuyan sosyal medya arkadaşlarınız da isterlerse “paylaş” hânesi tıklayıp sizin ortaya çıkardığınız bu şeyi başkalarıyla, yine tanımadığınız, bilmediğiniz başka insanlarla paylaşıyor. Artık ürün elden ele geziyor! Paylaşılan her neyse ilk ve asıl sahibinden çok başka eller tarafından durmadan dağıtılıyor, bölüşülüyor. Garip bir durum! Bize ait olmayan bir şeyi paylaşma hakkımız var mı? İnternet dünyasında var! İnternet mülkiyet anlayışını değiştirdi.

Derdi veya simidi paylaşmaktan çok farklı bir durum bu.

Bazen bu paylaşımların ilk sahibinin kim olduğunu bilmiyoruz. Hatta bu bilinmezlik yanlışları da beraberinde getiriyor. Altına “Mevlâna, Yunus Emre, Mehmet Âkif”  yazılmış birçok mısra, cümle paylaşılıyor ama onların değil! Biri ortaya atmış, sonra her beğenen paylaşmış. Yanlışın paylaşılması. Sevinçler paylaşıldıkça çoğalır demişiz ya, yanlışlar da paylaştıkça çoğalıyor. Üzülüyor, kızıyorsunuz ama kimin yakasına yapışacaksınız? Bu yanlış kimden çıktı, belli değil!

2000 sonrası doğan nesil “paylaşmak” kelimesinin başka bir mânâsı olduğunu herhalde bilmeyecek. Orta yaş grubu bile eskiden neleri paylaştığını unuttu. Paylaşmak kelimesinin esas anlamını unuttu.

Üzüntüler, sevinçler, tecrübeler, kozlar, simitler… ama asıl paylaştığımız şey dünyadır bizim. Çoğu zaman farkına varmasak da… İnsanlar dünyayı paylaşmaktadır. Yeryüzünü, atmosferini, akarsularını, denizlerini, göllerini, dağlarını, toprağını, yeraltı yerüstü zenginliklerini… diğer insanlarla, ayrıca hayvanlarla paylaşmaktadır. Ya da paylaşamamaktadır!

Karayip Denizi’nde küçük bir ada var, paylaşmak deyince aklıma gelir. Bir tarafı Hollanda’nın, o tarafa Sint Maarten denmiş; bir tarafı Fransa’nın, o tarafın adı da Saint Martin.

Her iki tarafın yerlileri aynı siyahî halk. Ama o devlet burası benim demiş, öteki devlet şurası benim! Peki nasıl paylaşmışlar? Rivayete göre, sınır yarış tertiplenerek belirlenmiş; bir adam Fransızların el koyduğu bölgeden, bir adam da Hollandalıların el koyduğu bölgeden seçilip ortaya çıkarılmış, adanın bir ucundaki başlama çizgisinde sırt sırta durup ters istikâmette yürümeye başlamışlar, gide gide bir noktada buluşmuşlar, buluştukları noktadan başladıkları noktaya sınır çizilmiş. Yine rivayete göre, Fransız yürüyüşe başlamadan önce şarap içmiş, Hollandalı ise bira. Bugün Fransız yakasının yüzölçümü biraz daha fazla. Fransız yakası daha geniş olunca, Hollandalılar Fransız yarışmacının kurala uymayıp koştuğunu iddia etmiş. Fransızlar ise şarabın “canlandırıcı” tesirinden ötürü adamlarının daha hızlı yürüyebildiğini söylemiş.

Ne kolay paylaşım öyle değil mi? Yeryüzünü çoğu zaman kan dökerek paylaşmaya çalışıyoruz, bazen masa üzerinde cetvelle paylaşıyoruz, ya da “Churchill’in hıçkırığı” ile…

Şimdi bir virüsü paylaşıyoruz! Bütün dünyaya yetiyor! Paylaştıkça artıyor. “Paylaşma” deyince interneti hatırlayan bizler, “virüs” deyince de bilgisayarı hatırlar olmuştuk nice zamandır. Virüs dediğin şey bilgisayara bulaşırdı, bilgisayarın hastalığıydı. Bilgisayarlarımızı virüslere karşı antivirüs programlarıyla korumaya alırdık.

Şimdi Korona virüsüne karşı da bir antivirüs programı bekliyoruz.