İsmail Yakıt

Tüm yazıları
...

Ateizm-XLIII

1950’de Denizli’nin Tavas İlçesi Kızılcabölük Bucağı’nda dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu memleketinde, liseyi Denizli’de bitirdi. Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1970-1974) tamamladı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından burslu olarak Fransa’ya gönderildi. “Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde” Doktora yaptı (1974-1979). Doktora tez çalışmaları esnasında, Sorbonne Üniversitesi’nde Mukayeseli Felsefeler Dalı’nda İhtisas Diploması aldı (1976). Kahire (Mısır) Üniversitelerinde araştırmalarda bulundu (1976-1977). Paris Tıp Fakültesi’nin Juvisy Dokümantasyon Merkezinde araştırmalar yaparak “Anthropologie biologique” sertifikası aldı (1978). 1979’da İslam Felsefesi ve Mukayeseli Felsefeler dalında Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı evrim teorileri üzerindeki Doktora tezini “Pekiyi” dereceyle savunarak yurda döndü. Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler (İlahiyat) Fakültesi’ne Dr. Asistan olarak girdi (1980). KKTC’nde Yedek Subay olarak askerlik yaptı (1980-1981). Yardımcı Doçent oldu (1982). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı’na naklen tayin oldu(1984). Doçent oldu(1986). İslam Felsefesi Profesörlüğü’ne yükseltildi ve akabinde S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı’na tayin edildi(1993). Üç dönem arka arkaya dekanlık yaptı(1993-2003). Bu arada Sosyal Bilimler Enstitüsü Kurucu Müdürlüğü görevini de yürüttü (1993-1999). Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Başkanlığına atandı (2010). Bir dönem Bölüm Başkanlığı da yaptı.(2014-2017) 2017 yılı Temmuz ayında yaş haddinden emekli oldu.

Fransızca ve Arapça bilen Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın birçok yayını bulunmaktadır. Çalışmalarının bir kısmı İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Almanca, Özbekçe, Uygurca ve Japoncaya çevrilmiştir.

İletişim:ismailyakit@gmail.com 

İsmail Yakıt

Ateizm-XLIII

Descartes sonrası düşünce ve inançlar

Descartes felsefesi, bilindiği üzere üç ana düşünceye dayanmaktaydı: 1- Ruh ile cisim arasındaki düalizm. 2- Matematik yöntem. 3- “Cogıto ergo sum” (düşünüyorum o halde varım) önermesi veya sistematik şüphedir. Bu üç düşünce şekli birbiriyle iç içedir.

Descartes, “felsefenin derli toplu, tutarlı bir sistem olmasının, kendi içine kapalı bir birliği olmasının başarı kazanmasında büyük yeri olmuştur. İkinci olarak, ilahiyat sorunlarını işleyişini de devri çok çekici bulmuştur. Çünkü madde ve ruhu kesin olarak ayırışı, bunların özce ayrılıklarının metafizik tanıtlamasını vermesi, inanç ile bilgiyi uzlaştırmayı kolaylaştırıyordu. Bir de felsefenin “evrensel yöntem” sorununu çözmesi, yani doğruya varmak için her türlü bilgide kullanılabilecek genel bir yöntemi ileri sürmesi büyük başarısının nedenleri arasında yer alır.” (Bkz. M. Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 275-276, 4. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980)

Descartes felsefesinin gittikçe artan taraftarlarına karşı en tehlikeli düşmanları da yok değildi. Özellikle kadercilik yönü ağır basan Cizvitler (Jesuit)’ler Descartes felsefesiyle savaşmışlar ve ne yazık ki, 1662’den itibaren Descartes’ın kitapları, Vatikan’ın “Index” (yasak kitaplar listesi)’ne dâhil edilmiştir. Keza XIV. Louis de Cizvitlerin baskısına dayanamayarak başta Paris Üniversitesi olmak üzere birçok yerde okutulmasını yasaklamıştır. Hollanda da bundan nasibini almıştır.

Cornelis Jansenius (1585-1638) ve Jansenistler: Jansenizm, Cornelis Jansenius’un kurduğu tarikatın adıdır. Kendisi Descartes’in çağdaşıdır ve St. Augustinus’un “inayet” (gratia) anlayışını dinlerinin temeli olarak alırlar. Cizvitçilere karşıdırlar ve Descartes’i savunurlar. Port-Royal Manastırı’nı merkez olarak alırlar. Tıpkı, St. Augustin gibi insanın mayasının ve özünün bozuk olduğunu ve günahla yüklü bulunduğunu, insan ne yapsa kendini kurtaramayacağını, bunun için Tanrı’nın lütuf ve inayeti gerektiğini savunurlar. Jansenistlerle mücadele halindedirler. Jansenistlerin Descartes’i savunmalarının bir diğer sebebi de St. Augustin ile Descartes düşüncesi arasındaki bir benzerliktir.  St. Augustinus, Decartes’den önce “düşünüyorum o halde varım” düşüncesine ulaşmıştı. Augustinus, doğruyu bulmak için şüphe götürmeyen bilgilerimiz arasında “ruhumuzun varoluşunu” da bulur. O, “Düşünebilmem benim var olduğunu, dolayısıyla da bir ruhumun olduğunu kanıtlamaktadır; bir ruhu olduğunu bilmek insan için en kesin bir bilgidir” der. Bu Descartes’in “cogito ergo sum”undan başka bir şey değildir. Descartes’in Meditations’larını eleştiren Jansenistler de olmuştur. Mesela Antoine Arnauld (1612-1694) ile Pierre Nicole (1625-1695) ki bunlar da ünlü “Port-Royal Mantığı”nın ve Descartes’in yöntem anlayışının bir ürünü olan bu düşünme sanatının yazarlarındandırlar.

Blaise Pascal (1623-1662) Jansenistlerin çevresinde yetişmiş en ünlü düşünürlerden biridir. O aynı zamanda matematikte birçok buluşları olan dahi bir matematikçidir. Descartes’ın sistemindeki “açıklık-seçiklik” ilkesi ile matematik yöntemine sıkı sıkıya bağlıdır. Ayrıca o, Fransız dilinin ünlü yazarlarındandır. Clermont-Ferrand’da doğdu ve daha 17 yaşında iken matematikteki ilk buluşunu yaptı. “Bir taşralıya mektuplar” (Lettres a un provincial) adlı eseri onu edebiyatta ünlü biri yaptı. 20 yaşından sonra yalnız yaşayarak kendi iç dünyasıyla baş başa kaldı. Felsefi temel eseri ise dini yaşantıyı dile getiren “Din Üzerine Düşünceler”dir. Kısaca “Düşünceler” olarak bilinir.

Pascal, Descartes felsefesine matematikle yaklaşır ve bu felsefenin doğa görüşünü çok iyi kavramıştır. Ancak kendisindeki derin din duygusu onu Descartes felsefesinin dışına da çıkarmış ve mistisizme ulaşmıştır. Aslına bakılırsa Descartes felsefesinde de mistisizme açık bir kapı vardır. Çünkü Descartes, “dünyayı” ve “ben”i bilmeyi Tanrı’yı bilmeye başlamıştır. Dış dünyanın var oluşu ancak yetkin ve aldatmayan bir Tanrı sayesinde inanıyoruz. Ayrıca Tanrı sonsuz cevher idi ve sonlu cevherlerin (ruh-madde) de yaratıcısı idi. İleride göreceğimiz gibi Malebranche, Spinoza gibi filozoflar Descartes’in mistisizmini geliştireceklerdir.

Pascal, Descartes gibi o da matematik bilginin en kesin bilgi olduğunu düşünür. Matematik yöntem en güvenilir yöntemdir. Matematik ona göre çok şeydir ama her şey değildir. Matematiğin de açıklayamayacağı şeyler vardır ve onun da daha ileriye gidemeyeceği sınırlar vardır. Mesela matematik “sonsuz varlığı” kavrayamaz. Dini ahlaki hayatın ortaya koyduğu sorunları çözemez; iç dünyamızın, gönlümüzün kaygılarına, üzüntülerine çare bulamaz, kısaca; insan denen bilmeceyi aydınlatamaz, insanın özünün ne olduğunu gösteremez. Doğa içinde insan nedir? O, sonsuz bakımında bir hiç, hiçlik bakımından da her şeydir. Öyleyse insan hiçlikle sonsuz arasında “her şey olanla hiç olan arasında” bulunan “orta” bir varlıktır. O, öncesiz ve sonrasız olan “Tanrı” ile bir anlık olan “hayvan” arasında yer alan bir yaratıktır. Bilim bunlara cevap veremez. Bizde duygularımızdan gelen bir bilgi vardır. “Gönlün, akılla kavranamayan kendine göre kanıtları vardır”. Akıl doğayı bir yere kadar tanır yine de şüphe ile kesinlik arasında bocalar durur. İnsanoğlunun bilebileceği her şeyi bilen büyük bilginler, büyük filozoflar bile sonunda hiçbir şey bilmediklerini itiraf etmişlerdir. (Bkz. M. Gökberk, a.g.e., s. 278). Pascal, burada Nicolaus Cusanus’un “docta ignorantia” (bilgin kişinin bilgisizliği) kavramıyla demek istediği düşünceyi açıklamaktadır. Kısaca Pascal gönülün günahtan kurtulup kendi mutluluğuna erişmek istediğini bunu da gönül kendi bilgisiyle yapacaktır, akıl ise bu bilgiye ulaşamaz. Burada insanın bileceği en iyi şey, Tanrı ile insanın kurtuluşunun tanrısal inayet (gratia)’e bağlı olduğudur. Bunların her ikisini de insan akılla değil, temiz bir kalple elde eder. Pascal’a göre, “Tanrı, akılda değil, kalpte hissedilir.” Şu halde akıl bize “Tanrı ile insan bilmecesi” üzerinde bir aydınlık getiremez. Biz bu aydınlığa gönlümüzün doğrudan ışığı olan sezgi (intuition) ile ulaşabiliriz.

Gelecek yazımızda devam edeceğiz.