Vahit Türk

Tüm yazıları
...

Milliyetçiliğimizin Kaynakları XLIII

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Karahanlılar II

Karahanlılardan söz ederken İslam dinine girişle birlikte değişen kişi adları konusuna değinmiş ve kişi adlarının arkasındaki kültür dünyasına işaret etmiştik. Arapça ad vermenin din buyruğu gibi algılanması, Türklerin inanç konusundaki samimi tavırlarının ve inançlarına tam teslimiyetlerinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Dinin peygamberinin konuyla ilgili tavrı yol gösterici olarak kabul edilecekse, Hz. Peygamber’in torunlarının adları bir fikir verebilir. “Çocuklarınıza güzel adlar veriniz” anlamındaki sözünü kendisi acaba nasıl uyguladı? Bilindiği üzere Hasan ve Hüseyin adlı iki torunu var ve Hasan ile Hüseyin sözleri, güzellik kavram alanına giren sözlerin türetildiği Arapça hasene kökünden gelir. Anlamları ise hasan, “güzel”; hüseyin ise, aynı söze küçültme ekinin eklenmesiyle karşılayabileceğimiz “güzelcik”tir. Görüleceği üzere Hz. Peygamber’in uygulaması son derece yalın, gösterişsiz, ancak tam anlamıyla güzeldir. Konuyla ilgili son söyleyeceğimiz, tercihiniz güzelden ve sadelikten yana olsun, eğer güzeli ve sade olanı ararsanız Türkçede mutlaka bulursunuz. Anlamı belirsiz, çoğu zaman da anlamsız, ses ve söz olarak yabancı kelimeleri çocuklarınıza ad olarak vermeyi istiyorsanız elbette o da sizin tercihinizdir, ancak güzel değildir.

Türk Külahları

Karahanlılar bir yanda doğu komşuları olan ve henüz Müslüman olmayan Uygurlar ile mücadele ederken bir yandan da batılarında Samanoğulları, güneybatılarındaki ise Gazneliler ile mücadele ettiler. Bunların ikisi de Müslüman komşularıydı. Mesela Karahanlılarla Gazneliler arasındaki bir savaşta Gaznelilerin Karahanlıları yenmesi üzerine Harizmşah Altuntaş Gaznelilerin büyük sultanı Mahmut’a bir kutlama fermanı gönderir ve Sultan Mahmut, zaferin çok kısa sürede Harezm’de duyulmasına şaşırıp bunu nasıl öğrendiklerini sorunca “Ceyhun ırmağının Harezm’e kadar taşıdığı Türk (Karahanlı) külahlarından öğrendik” karşılığını almıştı. Türk tarihinde sıkça görülen ve daha önce de değindiğimiz iç mücadele burada da karşımıza çıkıyor. Aynı soya ve aynı dine mensup olmak savaşı engellemek için yeterli olmuyor. Burada boy bilincinin henüz soy bilinci düzeyine yükselmediği söylenebilir ancak daha geniş kapsamlı ve etkileyici olması gereken dinin de etkili olmaması, esas tahrik edici değerin egemen olma, daha doğrusu sahip olma duygusu olduğunu düşündürüyor. Bu durum, hemen her toplum için geçerlidir. Devleti yönetenler için büyüme isteği, sahip olma duygusu, iktidar hırsı, hemen her duygunun önüne geçer. Bütün insanlık tarihinde görülen bu durum, Türk tarihinin de ana özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Konuya din cephesinden bakıldığında açıklanması güç bir anlayış olarak değerlendirilebilir, ancak iktidar yani hükümranlık konusu dünyevi bir konudur ve dünya şartlarına göre değerlendirmek uygun olur. Bütün uygulamalar da zaten böyle olmuştur. Zaman zaman din ve milliyet savaş sebebi olarak gösterilse de yine asıl konu esasında egemen olma davası, egemenliğini genişletme çabasıdır. Kağan, han, sultan, padişah, emir, kral, unvan hangisi olursa olsun fark etmez, bunların doğasında bulunan egemen olma güdüsü her duyguyu bastırır, diğer türlü varlıklarını sürdürme imkânı olmaz. Egemenliği sürdürmek ve egemenlik alanını genişletmek için din ve milliyet gibi yüce değerler, yönetenler tarafından çoğunlukla toplumları yönlendirmek ve heyecanlandırmak için moral unsuru olarak kullanılır ve yapılacak olan mücadelenin manevi duygulara dayandırılması, o mücadelenin başarı şansını artırır. İnsanlar, iman konusu haline getirilen durumlar için rahatlıkla ölümü göze alırlar, çünkü böylesi ölümlerin manevi ödülü hemen bütün inanç sistemlerinde son derece büyük ve değer biçilemezdir. Burada vatan savunması konusunu ayrı tutmak gerekir.

Gazneli Mahmut’a söylendiği belirtilen cümledeki “Türk külahı” tamlamasını nasıl anlamalı? Gazneliler de Karahanlılar da Türk’tür. Her ikisi de Türk olan bu toplumların ayırt edilmesinde “külah”ın belirleyici olması ne anlama gelir? Külah yani baş giyimi, her devir ve her toplum için önemli bir simgedir. Pek çok Türk topluluğu bugün de farklı baş giyimleriyle birbirlerinden ayırt edilirler. Bugün her şeyiyle birbirine çok yakın olan Kazak ile Kırgız’ın baş giyimini uzaktan gören ya da inceliklerine dikkat etmeyen aynı sanabilir, ancak her Kazak ya da Kırgız aradaki farkı bilir ve baş giyiminden kişinin Kazak mı, yoksa Kırgız mı olduğunu anlar. Osmanlı yenileşmesinin önemli tartışmalarından birinin sarık yerine fesin kabul edilmesi, Cumhuriyet ile ilgili yine önemli tartışmalardan birinin fes yerine şapkanın giyilmesi olduğunu düşünürsek, insanların zihninde baş giyiminin ne ifade ettiği daha iyi anlaşılır. Sarığın bir din sembolü olduğunu düşünen kimi Osmanlı aydınları ve halk, fesi getiren padişahına “Gavur padişah” diyebilmiş, padişahına karşı gelme cesaretini göstermiş, sarıkla dini özdeşleştirmişti, aynı biçimde kimi İslamcılara göre de fesi bırakıp şapkayı giyince din elden gitmişti. Bu kişilerden pek çoğunun büyük dedesi belki de sarığı çıkarıp fes giymeye karşı çıkmıştı, torunu ise dedesinin giymemek için mücadele ettiği, hatta belki de uğruna ölümü göze aldığı şeyi çıkarmamak için mücadele ediyordu. Hâlbuki giyim, hele hele baş giyimi hiçbir biçimde bir din meselesi değil, bir gelenek, alışkanlık hatta iklim konusudur. Sıradan insanlarda geleneği dinleştirip kutsallaştırmak sık görülen bir durumdur, bir kısım okumuşlar da bu koroya katılınca dinin geleneğin içerisinde tanınamaz duruma gelmesi kaçınılmaz olur ve bununla da sıkça karşılaşılır. Dinler tarihi bu durumun yüzlerce örneğini bize sunar.

Furhan Evin Yıktımız

Karahanlıların Uygurlarla savaşıyla ilgili Kaşgarlı Mahmut’un derlediği bir şiir Divanü Lügâti’t-Türk’te yer alır. Bu şiire göre Karahanlılar Uygurlara bir baskın vermişler ve şehirlerini yakıp yıkarak Buda heykellerini darmadağın etmişler:

Kimi içre oldurup,               Ila suvın keçtimiz.

Uygur tapa başlanıp,          Mınglak ilin açtımız.

(Gemilere binip İli ırmağını geçtik. Uygurlara doğru yönelip Mınglak ülkesini ele geçirdik.)

Kelngizleyü aktımız,          Kendler üze çıktımız.

Furhan evin yıktımız,         Burhan üze sı.tımız.

(Seller gibi aktık, kentler içine çıktık. Buda evini yıktık, Burkan üzerine sı.tık.)

Agdı kızıl bayrak,               Togrı kara toprak.

Yetşü kelip Ograk,              Tokşıp anın kiçtimiz.

(Yükseldi al bayrak, kalktı kara toprak. Gelip yetişti Ograk, Onunla savaşıp geciktik.)

Bu dörtlükler bize savaş yolculuğunun gemilerle yapıldığını da söylüyor. İli ırmağı bölgenin büyük akarsularından biri ve ordu savaşa giderken bu ırmağı gemilerle geçiyor, yani devletin akarsular için de olsa bir donanma ve gemi bilgisi var. İkinci dörtlükte şehirlerin yağmalandığı ve tapınakların dağıtıldığı, Buda heykellerine hakaret edildiği anlaşılıyor. Son dörtlükte dikkat çeken konu ise bayraktır. Bayrağın ağması yani yükselmesi günümüzdeki anlayışın derinliğini gösterdiği gibi, bayrağın renginin kızıl olarak belirtilmesi de bayrağımızın renginin Osmanlı dönemindeki anlatıların aksine çok daha eskilere uzandığını gösteriyor. Bayrak bilinen en eski egemenlik sembollerinden biridir ve bayrağın yükselmesi ya da dikilmesi devletin kurulmuş olduğu, devletin varlığı anlamına gelir. Bayrak dikmek, devlet kurmaktır. Türkler her aileyi bir devlet gibi düşündüğü için Anadolu’nun pek çok yerinde halen düğün başlıyor yerine bayrak dikiliyor, yani yeni bir devlet kuruluyor der gibi yeni bir Türk ailesi kuruluyor derler. Aile kurmanın devlet kurmakla eş görülmesi anlamına gelen bu durum, üzerinde çokça düşünülmesi gereken, kökleri çok derinlerde olan, oldukça özel bir anlayıştır. Belki de Türklerin çok kolay devlet kurabilmelerinin temelinde de her aileyi devlet gibi örgütleme alışkanlığı yatmaktadır.

Kaşgarlı’da buna benzeyen Tangutlarla, Yabakularla yapılan savaşları konu edinen şiirler de yer alır. Divanü Lügâti’t-Türk’ün sıradan bir sözlük olmadığının göstergelerinden biri de bu şiirlerdir. Kaşgarlı bu şiirleri derlememiş olsaydı Karahanlı tarihinin bazı yönleri karanlık kalacaktı. Bu yüzden bu eser için “Bu bir kitap değil, bütün bir Türkistan ülkesidir” diyen Ali Emiri Efendi elbette haklıydı. Türk destanının en değerli parçası olan Alp Er Tunga Sagusu’nun da bu eserde olduğu düşünülürse Ali Emiri Efendi’nin haklılığı bir kez daha teslim edilmiş olur.

Ahmet Bican Bey’in “Hilekâr Ortak” başlığını uygun gördüğü bir şiir ise devrin sosyal hayatı ve insan ilişkileri, daha doğrusu “insan” konusunda bize bilgi verir. Bu şiirde anlatılan olayı insanlığın bütün zamanları için düşünebiliriz, iyi ve kötü hep vardı, hep var olacak.

Şiirde akraba olan iki kişi arasında olup geçenlerin anlatıldığı bir dörtlük:

Yarag bulup yaguştı,          Er toklukun sögüşti.

Kulun kapug kitişti,             Sürdi mening koyumnı.

(Fırsatını bulup yanaştı, tokluğa nankörlük etti. Tayımı kapıp kaçtı, götürdü koyunumu.)

Adamcağız pişmanlığını da şöyle dile getirir:

Nelük angar biliştim,           Kuçşup takı kavuştum.

Tüzünlügin kayıştım,         Alktı mening yayımnı.

(Onunla niçin tanıştım? Niçin kucaklaşıp kavuştum? Hep yumuşak davrandım, mahvetti benim yazımı.)

Gelenek Hükmünü Yürütür

Zamanla Karahanlılar da tarihteki pek çok Türk devleti gibi doğu ve batı kağanlıkları olmak üzere ikiye ayrıldı. Batı kağanlığı Maveraünnehir (Çay Ardı) ile Hocent’e kadar Fergana’ya sahip olmuştu. Devlet merkezi başlangıçta Özkent, sonraları ise Semerkant idi. Doğu kağanlığının sınırları içerisinde ise Balasagun, Talas, İsficap, Şaş (Taşkent), Doğu Fergana, Kaşgar, Yarkent ve Hoten bölgeleri yer alıyordu. Devletin merkezi ise genellikle Yusuf Has Hacip’in doğum yeri olan Balasagun ile Kaşgar olmuştu.