Vahit Türk

Tüm yazıları
...

Milliyetçiliğimizin Kaynakları-81

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Timurlular-2

Emir Timur 1405 yılında Çin seferine giderken Arıs ırmağı kıyısında hastalanıp Otrar’da ölünce arkasında dünya tarihinde ender görülecek genişlikte bir devlet bıraktığı, üstelik bunu bir ömre sığdırdığı ve askerî dehasıyla ve cihangirliğiyle başardığı yukarıda belirtilmişti.

Emir’in öldüğü Otrar şehri; Moğolistan’dan gelen kervanların Harzemşahlılar tarafından yağmalanıp tüccarların öldürülmesi üzerine Cengiz Han’ın öfkesine muhatap olup yakılıp yıkılması dolayısıyla hafızalarımızda yer etmiş eski Türk kentlerinden biridir ve günümüzde de yerleşim yeridir.

Önce Pir, Sonra Derviş

Otrar’ın Türk tasavvuf tarihinde de oldukça önemli bir yeri vardır. Ahmet Yesevi’nin emanetçisi olan Arslan Baba (Arıstan Bap) bu şehirlidir ve türbesi de bu şehirdedir. Menkıbeye göre Hz. Peygamber, Ahmet’e ulaştırılması için bir hurmayı Arslan Baba’ya emanet eder ve o da zamanı gelince emaneti sahibine ulaştırır. Otrar, Yesi yani bugünkü adıyla Türkistan şehrine de oldukça yakın bir yerleşim yeridir. Türkistan’daki halen bütün ihtişamıyla ayakta olan Hoca Ahmet Yesevi türbesi de Emir Timur tarafından yaptırılmıştır. Bir rivayete göre Emir Timur Yesevi türbesinin yapılmasını buyurduğunda Hoca Ahmet Yesevi Timur’un düşüne girer ve piri Arslan Baba’nın türbesini yapmadan kendi türbesinin yapılmasının uygun olmayacağı uyarısını yapar ve bu uyarı dikkate alınıp önce Otrar’daki Arslan Baba türbesi, daha sonra da Yesi’deki Hoca Ahmet Yesevi türbesi yapılır. Arslan Baba türbesi son derece mütevazi, Yesevi türbesi ise aksine oldukça görkemli bir görünüme sahiptir. Bu türbenin binası dikilmiş, yapımı tamamlanmış, ancak bir bölümünün dış süslemeleri eksiktir. Bu durumun Emir Timur’un ölümüyle ilgili olduğu, bu dış süslemeler bitirilmeden ölüm gerçekleştiği için olduğu gibi bırakıldığı bugün de anlatılır.

Bu türbe, yapıldığı günden bugüne bütün Türkistanlılar, hatta bütün Türk Müslümanlar için kutsal bir yer özelliği kazanmış, Türklerdeki türbe kültürünün en değerli ögesi olmuştur. Türk tasavvufunun kurucu babası olan Hoca Ahmet Yesevi, Müslüman Türk kimliğinin gönül dünyasını yoğuran bir kişi olarak hep saygı görmüş, yazmış olduğu hikmet olarak adlandırılan Türkçe şiirleriyle yüzyıllardır izlenen bir çığır açmış ve Türk tekkesinin dilini belirlemiş, bu yönüyle Türk kimliğinin ana sütunlarından birinin oluşmasında büyük katkısı olmuştur.

Emir Timur’dan Sonra

Emir Timur’un Cihangir, Ömer Şeyh, Miranşah, Şahruh ve Togay Şah adlı beş oğlu ile Sultanbaht Begüm adlı bir kızı olmasına rağmen kendisine veliaht olarak Cihangir Mirza’dan torunu Pir Muhammed’i tayin etmişti. Şehzadeler, devlet kurucusu babalarının vasiyetine uymadılar ve aralarında büyük bir taht mücadelesi başladı. Emir Timur’un ölümüyle başlayan bu taht mücadelesi Timurluların son bulmasına kadar sürdü ve bu sırada kardeş kardeşi, baba oğlu, oğul babayı, amca yeğeni, yeğen amcayı saf dışı bırakmak için mücadele edip kan döktüler.

Emir Timur’un ölümünden önce Horasan’ı yönetmek üzere tayin edilen ve Herat merkez olmak üzere bölgede egemen olan Şahruh Mirza, pek çok mücadeleden sonra 1409 yılında Semerkant’a da egemen olup babasının tahtına oturdu ve böylece saltanat mücadelesi sona ermiş, devlet içindeki barış yeniden sağlanmış oldu. Şahruh, uzun sürecek olan egemenliğini sağladıktan sonra, Timurlularda mirza sıfatıyla anılan şehzadeleri çeşitli görevlere atadı. Bu atamada en önemli görev, Türk bilim tarihinin önemli isimlerinden biri olan Ulug Beg’e düşmüş, Semerkant’ın merkez olduğu ve Kaşgarlı Mahmut’un Çayardı olarak adlandırdığı Maveraünnehir’in yönetimi ona bırakılmıştı. Şahruh Mirza, kendisi için Herat’ı seçmiş, babasının başkentini, Türkistan’ın incisini oğluna bırakmıştı.

Semerkant, Emir Timur zamanında büyük bir bayındırlık faaliyeti görmüş ve çağ için oldukça gelişmiş bir kent durumuna gelmişti. Uluğ Bey hem dedesinin başlattığı bayındırlık faaliyetlerini sürdürdü hem de yine dedesi zamanında başlatılan bilim faaliyetlerinin kökleşmesi, bilim kurumlarının çoğalması için büyük çaba gösterdi. Uluğ Bey, belki de başarılı bir devlet adamı olamadı, ancak özellikle gök bilimi alanında önemli bir bilgin olduğu, Semerkant’ta bizzat araştırmalarda bulunduğu bir rasathane kurduğu, kendi adına medrese yaptırdığı bilinmektedir.

Semerkant ve Herat, Emir Timur zamanında dünyada yıldızı gittikçe parlayan önemli bilim, kültür ve sanat merkezi idi. Anadolu’da alacağı bilgiyi alıp daha fazlasını arayan Kadızade Rûmî (Anadolulu Kadızade) adlı bir bilim âşığı, ablasıyla helalleşip bilgi peşinde Herat’a, oradan da Semerkant’a gider. Aldığı eğitim sonunda ünlü bir bilgin olur ve Uluğ Bey onu kendi medresesine baş müderris olarak atar. Baş müderris, bugünkü üniversite rektörünün yetkilerine sahip bir bilim adamıdır. Uluğ Bey, medresesinde ders vermekte olan bir müderrisin bazı davranışlarından memnun olmaz ve Kadızade’den habersiz olarak müderrisin görevine son verir. Durumu öğrenen Kadızade, Uluğ Bey’in hareketini protesto eder ve göreve gitmeyip evine kapanır. Baş müderrisin görevine gelmediğini duyan Uluğ Bey sebebini öğrenince evine gidip yaptığından dolayı özür diler, müderrisi görevine getirir ve böylece Kadızade de medresesinin başına döner. Kaynaklar, bu hikâyeyi böyle aktarır. Bu anlatılanları dikkate aldığımızda 1. Bilim haysiyetini kişiliğinin önemli parçası durumuna getirmiş, bilimi her şeyin üstünde tutan, bilim adamlığı kişiliğiyle şahların, sultanların önünde eğilmeyen bir Kadızade ile, yani örnek bir bilim adamı kişiliğiyle; 2. Davranışının bir hata olduğunu anlayan ve ondan dönmesini, yaptığı yanlışı düzeltmesini bilen hem bilgiyi hem de bilgini değerlendirebilecek düzeye sahip, bulunduğu makamdan dolayı kibri, aklını ve bilgisini gölgelememiş, örnek ve erdem sahibi bir devlet adamı, yani iki yüksek karakter ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılır. Böyle bir olayın bugünün demokratik koşullarında ülkemizde ya da dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşanıp yaşanamayacağını, yeryüzünde böylesine bir bilim haysiyetine sahip kaç bilim insanı ve böylesine bir erdeme sahip kaç devlet büyüğü olduğunu düşünüp bir cevap vermeye uğraşalım, bakalım sonuç ne olacak?

Emir Timur’dan sonra devlet düzenini yeniden sağlayan Şahruh Mirza, 1447 yılında öldüğünde bugün Afganistan’ın kuzeyinde, bir başka deyişle Güney Türkistan’da olan Herat kenti, dünyanın en bayındır, bilim ve sanatın en değerli ve güzel örneklerinin verildiği, pek çok medresesi olan bir kent idi. Sultan’ın eşi ve çocukları başta olmak üzere bütün devlet büyükleri bilimin ve sanatın gelişmesi için adeta yarış halindeydiler. Sultan’ın eşi Gevher Şad Begüm’ün Herat’ta kendi adıyla kurmuş olduğu medrese, çağın en değerli bilim merkezlerinden biri durumundaydı. Daha önce de bir vesileyle ifade edildiği üzere Yusuf Has Hacip’in yazdığı Kutadgu Bilig’in bugün Viyana’da bulunan Uygur harfli nüshası 1439’da yani Şahruh Mirza zamanında Herat’ta kopya edilmişti.

Şahruh Mirza’nın ölümünden sonra yeniden bir kargaşa dönemi yaşandı ve Uluğ Bey, oğlu tarafından öldürüldü, Herat’a Ebu Sait Mirza egemen oldu ve başta Şahruh Mirza’nın eşi Gevher Şad Begüm’ün öldürülmesi olmak üzere pek çok zulüm yaptı ve bu yıllarda 6 yaşında küçük bir çocuk olan Ali Şir Nevâyî de ailesiyle birlikte Herat’ı terk etmek zorunda kaldı.

Türkistan’da Son Timurlu

1469 yılında Herat merkez olmak üzere Horasan bölgesinde Hüseyin Baykara egemenliği başladı. Hüseyin Baykara; Emir Timur’un oğlu Ömer Şeyh soyundan dördüncü göbek torunudur. Pek çok Timurlu gibi o da sanata düşkün, divan sahibi bir şair, bilimin ve sanatın gelişmesi için çaba gösteren, egemen olduğu zaman diliminde bilginlere ve sanatçılara büyük değer veren, bilimin, sanatın mimarinin çok güzel örneklerinin verilmesine yol açan bir sultan oldu. Hüseyin Baykara’nın en büyük şansı, zamanında Ali Şir Nevâyî gibi bir büyük kişinin yaşamış olmasıdır. Nevâyî, Türk edebiyatının, sanatının ve kültürünün en önde gelen kişilerinden biri, belki de birincisidir. Türk tarihinde Hüseyin Baykara gibi pek çok devlet adamı gösterilebilir, ancak ikinci bir Nevâyî yoktur. O bakımdan yaşadıkları çağda Hüseyin Baykara sultan idi ve çevresindeki herkes onun arkasından yürüyordu, sonraki zamanlarda ise Hüseyin Baykara da dâhil olmak üzere herkesin adı Nevâyî’nin adının arkasında anıldı ve dünya durdukça, Türklük yaşadıkça da Nevâyî adı anılacak, onunla Baykara adı da anılacak. Bu durum, bilimin ve sanatın gücünün siyasetin ve siyasetçinin gücünden üstün olduğunun çok güzel bir örneğidir.

Hüseyin Baykara’nın hayatı da büyük dedesi Timur ve pek çok Timurlu gibi at üstünde ve seferlerde geçti, ancak bu dönemde kuzeyden Kıpçak bozkırlarından yeni bir güç, Özbekler Türkistan’a sarktı ve dengeleri değiştirmeye, Timurlu coğrafyasında egemen olmaya başladı. Şeybani Han komutasındaki Özbekler, Baykara’yı da zorlamaktaydı. Baykara’nın 1507 yılında ölmesinin ardına aynı yıl Herat da onların eline geçti ve babalarının sağlığında gâh babalarıyla, gâh birbirleriyle savaşan mirzalar Şeybani Han karşısında tutunamayıp devleti ona teslim etmek zorunda kaldılar ve kendileri de tarihten silinip gittiler. Bu mirzalardan Nevâyî’nin çok değer verdiği Bediüzzaman, Şeybani baskısından dolayı Safevilere sığınmak zorunda kaldı ve altı yıl Şah İsmail’in yanında yaşadı, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail mücadelesinden sonra Tebriz’den İstanbul’a götürülenler arasında o da vardı. Yavuz, Bediüzzaman’a bir sultana nasıl davranılırsa öyle davrandı ve ona maaş bağlattı, ancak Bediüzzaman İstanbul’da uzun yaşamayıp 1515 yılında 46 yaşında öldü. Burada da ibret alınacak bir durum söz konusudur. Bediüzzaman, Emir Timur’un, Yavuz ise Yıldırım’ın torunudur, ancak Yavuz, Bediüzzaman’ı düşman olarak değil, bir Türk sultanı olarak görüp öyle davranmıştır. 600 yıldan çok zaman geçmiş olmasına rağmen halen Emir Timur ile Yıldırım Bayezit arasındaki savaştan dolayı birbirine düşmanlık besleyenlerin var olması ancak cehaletle ve art niyetle açıklanabilir. Tarihi, geleceği kurmak için ders çıkarılacak bir alan değil de bir kavga alanı olarak kabul etmek sağlıklı bir zihne sahip olunmadığının göstergesidir.

Timurluların Türkistan’daki egemenliği hem batıdan gelen Safevi baskısıyla hem de kuzeydeki Kıpçak bozkırlarından gelen Şeybanlı Özbeklerinin baskısıyla zayıflayıp sonunda Şeybanlı Özbekler tarafından sonlandırıldı ve Timurlu egemenliğinde kendileri bütünüyle Türk, dilleri de Türkçe olarak adlandırılan halk, zaman içinde Özbek olarak adlandırılmaya başlanıp bugünkü Özbekistan’ın temeli oluşturulmuş oldu.

Ali Şir Nevâyî hemen bütün eserlerinde “Ben, bu eseri Türkler de okuyup anlasınlar, eksik bilgilerini tamamlasınlar diye Türk diliyle yazdım” ifadesini özellikle yazmak suretiyle hareket noktasını ve amacını belirtme gereği duymuş, bölge halkının adının Türk olduğunu belirttiği gibi, kendisini Türklerin öğretmeni olarak ilan etmiş, ortaya koyduğu otuz civarındaki eseriyle de Türkçeyi Arapça ve Farsça ile yarışan bir yazı diline, devlet diline, bilim ve sanat diline dönüştürmüştür. Ondan önce de Türkçe yazanlar elbette vardı, ancak o hem şiirde hem bilim ve sanatta bir gelenek oluşturdu, yüzlerce Türk gencinin farklı bilim ve sanat alanlarında yetişmesinin yolunu açıp onlara destek oldu. Onun medreselerinde ve meclislerinde hat, resim, minyatür, musiki gibi güzel sanatlarda üstat sanatçılar yetiştiği gibi açtığı tıp medresesiyle de hekimler yetişmesini sağladı.

Türkistan’ı terk etmek zorunda kalıp Hindistan’a inen ve orada uzun yıllar varlığını sürdürecek olan bir devlet kuran Emir Timur’un torunlarından Babür Şah ise Gaznelilerden sonra Hint kıtasındaki Türk varlığını yeniden şahlandırdı.