Şevket Apuhan

Tüm yazıları
...

Türk Milliyetçiliğinin Ekonomi Politiği

1984 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde Uluslararası ilişkiler, Haliç Üniversitesi’nde İşletme eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede tamamlamıştır. Uzun yıllar uluslararası bağımsız denetim kurumlarında çalışmış, ulusal gazetelerde yazarlık ve ulusal TV’lerde düzenli olarak yorumculuk yapmıştır. Türkiye’de ve Azerbaycan’da birçok konferansa konuşmacı olarak katılmış Apuhan’ın, yayınlanmış 4 kitabı bulunmaktadır.

İletişim:apuhan@outlook.com

Şevket Apuhan

Galiyev “Beni hayatın ta kendisi doğurmuş; kölelik, ağır zulüm ve asırlık yoksulluk doğurmuş. Ben ezilen bir halkın ezilenlerinin oğluyum” der.

Bu sadece Galiyev’in değil bir asırdır bütün Türk Milliyetçilerinin kaderi olmuştur. Elbette bu; Batı’da yükselişle beraber siyasallaşan milliyetçiliğin, bizde çöküş döneminde ortaya çıkmasının bir sonucudur.

Ezilen bir milletin, ezilenlerinin evlatları Balkanlarda, Anadolu’da, Kırım’da, Kazan’da, Orta Asya’da aynı soruya cevap aramışlardır: Ağır zulüm, sömürü ve yoksulluk nasıl sona erecek?

Bu sorunun cevabı Türkiye’de kurucu kadrolar tarafından kamucu bir politikada karşılık bulmuş, Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesi ilan edilmiştir.

Atatürk bir milliyetçidir ve ekonomik milliyetçilik çizgisini takip etmiştir. Zaman, mekân ve koşullar bunu gerekli kılmıştır. Aynı Atatürk, farklı zaman ve koşullarda serbest piyasa ekonomisini de milliyetçilik adına hayata geçirebilirdi.

Nasıl ki sanayileşme ya da kapitalizmin İngiltere’de daha eski ve yerleşmiş olması, A. Smith ve D. Ricardo’yu “serbest ticaret” yanlısı yaptıysa, Alman sanayisinin yeni doğuyor olması da F. List’i “iktisadi milliyetçi-korumacı” yapmıştır. (1)

O halde ilk olarak ortaya çıkan sonuç: Milliyetçi ekonomi çizgisi, her zaman ekonomik milliyetçilik üzerine kurulmayabilir.

Bugün Çin’in küreselleşme ve serbest piyasa ekonomisini savunması, üstelik ABD’yi bunu engellemekle eleştirmesi de yukarıda vardığımız sonucun bir sağlaması kabul edilebilir.

Yani milliyetçi ekonomi, iktisadî anlamda her zaman korumacı olarak karşımıza çıkmaz. Zaman, mekân ve koşulları göz önünde bulundurarak politika üretir.

ABD Kongresi’nin 6 Temmuz 2006 tarihli “Avrupa’da Yükselen İktisadi Milliyetçilik” adlı raporundaki tespitlere göz atarsak

– Son yıllarda birçok AB ülkesinin kendi iç pazar ilkesini ihlal ederek başta bankacılık, çelik ve enerji sektörlerinde birbirlerinin satın alma ve birleşme operasyonlarını engellediklerinin,

– Örneğin Fransız altyapı şirketi SuezSA ile Gaz de France enerji şirketinin İtalyan ENI tarafından satın alınmasının Fransa tarafından engellendiğinin,

– Fransız yoğurt şirketi Danone dâhil 11 şirketin Fransız Hükümeti tarafından stratejik ilan edilerek, ABD Pepsi şirketine satışında veto yetkisi veren bir kararname yayınlandığının,

– İtalyan Hükümeti’nin ise Fransız bankalarının İtalyan bankalarını satın almasının önüne geçecek uygulamalara giriştiği hususlarının altının çizildiğini görürüz.

Oysa bu raporu hazırlayan ABD’nin kendisi bugün Trump’la beraber ekonomik milliyetçilik çizgisine gelmiş ve dün eleştirdiği ne varsa bugün iktisat politikası haline getirmiştir.

Bu da yukarıda vardığımız sonucun diğer bir sağlamasıdır. O halde Türkiye için bir yol haritası çizerken, bunu kendi gerçeklerimize göre oluşturmalı ve bizden beslenmesini sağlamalıyız. Aksi takdirde doğru tedaviyi uygulamamız imkânsız hale gelecektir. Farklı özelliklere sahip bünyelere aynı ilaçları vermek ne kadar işe yararsa; kendi şart, mekân ve koşullarımızdan kopuk değerlendirmeler de o kadar işe yarayacaktır.

Peki, Türkiye için milliyetçi ekonomi, ekonomik milliyetçilikle neden kesişiyor ve liberal iktisatla neden kavga etmeli?

Bütün dünyada duvarlar yükselirken, birlikler sarılıp, ulusların aslında yalnız oldukları fikri öne çıkarken, hala “Bu çağda gümrük duvarı mı olur” diye başlayan cümleler kuran neoliberal akademisyenleri ikna etmek gibi bir gayemiz elbette yok; ancak zaman, mekân ve koşulların bizi haklı çıkaracağına eminiz.

Öncelikle hikâyeyi hatırlayalım:

Dünya küreselleşiyor, sınırlar anlamsızlaşıyordu. Moskova’da, İstanbul’da veya Paris’te karnı acıkan bir genç Mc. Donald’ta aynı hamburgeri yiyip doyurdu. Bu küreselleşen dünyada, milletlerin kendilerine has özellikleri artık değersiz ve dolayısıyla gereksizdi. Ülkelerin kanunları değil; şirketlerin kanunları olmalıydı. Kalkan sınırlardan sonra süreç DTÖ gibi yapılarla yönetilmeli, emek bir yere hizmet etmeli ve sermaye tek bir elde toplanmalıydı.

Böyle olmadığını bugün anladık. Bunu anlayana kadar ise şeker fabrikalarımızdan tutun, tütün fabrikalarımıza kadar; fındığımızdan tutun, alkollü içkilerimize kadar hepsini uluslar üstü sermayeye kaptırdık.

Millîleşmeden küreselleşme, doğal bir sonuç olarak, köleleşmeyi beraberinde getirdi. Karşımızda birkaç asırlık şirketleri yani birkaç asırlık sermaye birikimi olan gelişmiş sanayiler varken bu rüzgârın karşısında durma ihtimalimiz dün yoktu ve bugün hala yok.

Serbest piyasa, etkiniz altına alacağınız sizden zayıf ekonomiler varsa uygulanmasını isteyeceğiniz bir şeydir. Aynı bugün Çin’in savunduğu gibi. Ancak siz gerek sanayi gücünüz, gerek sermaye yapınız yeterli hale gelmeden serbest piyasaya bağlılığınızı bildirirseniz şüphesiz bu köleleşmeyi beraberinde getirecektir.

Örneğin bugün bir Türk Milliyetçisi, tarihin getirdiği hassasiyetle Çin ile rekâbet halindedir; ancak aynı Türk Milliyetçisinin liberal ekonomiyi savunması demek ülkesindeki bütün değerli varlıkların; köprülerinden, limanlarına kadar Çin’in eline geçmesine göz yumması anlamı taşımaktadır.

Doğal olarak bugün, bizim için milliyetçi ekonomi demek; korumacı ekonomi demektir.

Devletin içinde olmadığı bir sistem, gerek sosyolojik, gerek iktisadi yapısı dolayısıyla Türkiye’nin her daim borçlanarak ithal eden bir ülke olması demektir ve bunun milliyetçi bakışla bir alakası olamaz. En azından olmaması gerekir.

O halde öncelikli olarak bugün Türkiye için milliyetçi ekonomi demek, korumacı yani ekonomik milliyetçi olmak demektir.

Türkiye’yi bu haliyle, bu zor dünyanın karşısına savunmasız çıkarmak, ülkemizi uluslar üstü sermayeye yem etmek demektir.

Bugün bazı solcu dostlarımız, siyasal milliyetçiliğin duruşu hakkında aksini düşünse de milliyetçi hareketin sloganlarından biri de “Dökülen kan, alınan can bizim: Kahrolsun Liberal Kapitalizm” idi.

Millî fikrin, ticari faaliyetler üzerinden kültür yozlaşmasına ya da geniş anlamda emperyalizme ilk başkaldırısı ise Bilge Kağan’ın taşa kazınan sözlerinde saklıdır.

Yine Milliyetçiliğin, hürriyetçi/özgürlükçü olduğunu tartışmaya gerek dahi yoktur; ancak bu özgürlük serbest piyasa şeklinde tezahür ettirildiğinde kendimizi haklarını savunmak, geleceğini kurtarmakla sorumlu hissettiğimiz milletin sermaye karşısında ezildiği de bugün çok açık şekilde ortadadır.

Bugün için serbest ticaret ve liberal ekonomi demek dünya piyasalarının İngiliz sermayesi tarafından beslenen Çin’in eline geçmesi anlamını taşımaktadır. O halde Çin’in politikalarına karşı olan milliyetçiler, Çin’in dünyada rahatça at koşturmasını sağlayacak liberal bir iktisadı savunabilirler mi?

Burada bize öğretilen kavramlara takılmadan, hür bir şekilde düşünmeliyiz. Komünizm, Kapitalizm vb. kavramları bir yana bırakıp milletin çıkarlarına odaklanmalıyız. Milletin çıkarı nerededir? Türkiye’nin kalkınması için ne yapılmalıdır? Huzurlu ve müreffeh bir ülke için izlenmesi gereken politikalar nelerdir? Bir Çin atasözü şöyle der: “Önemli olan kedinin fareyi yakalamasıdır. Kedinin kuyruğunun beyaz mı siyah mı olduğu önemsizdir”

Dünyanın üzerinde ilerlediği konjonktür üzerinde karşımıza çıkan gerçek, artık özellikle bilimsel çalışmalar da ve sağlık alanlarında devletlerin de birer piyasa oyuncusu olmalarının hayati bir hal aldığıdır.

Bazı sektörler hele hele Türkiye gibi bir ülkede özel sektöre hele yabancı sermayeye asla teslim edilemez. Hür teşebbüs ve liberal olmak adına bunun aksini iddia etmek milliyetçilik değil; millete düşmanlık olacaktır.

Milletin en kısa yoldan, en yükseğe çıkmasını savunması gereken milliyetçilik fikri bu sebeple liberal iktisatla yan yana gelemez ve ekonomik sistemin içinden devleti dışlayamaz.

Bugün Türkiye için liberalizm demek milletin biraz daha sömürülmesi, emekçinin alın terinin sistemin çarkları arasında biraz daha eritilmesi ve nihayetinde Türk kimliğinin aşınması ve akabinde kölelik yolunun açılması demektir.

Oysa Türk Milliyetçiliği, küresel sermayenin bir hizmetkârı olamayacak kadar şerefli bir fikirdir. Milleti köle olmaktan koruyacak, milletin fertlerini hür ve onurlu kılacak namuslu bir fikirdir. Dolayısıyla tam da bu noktada Türk Milliyetçiliğinin, iktisadi iz düşümünde liberal ekonomiye yer olamaz.

Küreselleşme Avrupa’nın bütün değerli işletmelerinin Çin’in eline geçmesinin yolunu açarken milliyetçilerin özellikle de Türk Milliyetçilerinin küreselleşme, serbest piyasa ve neoliberal politikaları savunmaları kendilerini inkâr etmeleri anlamına da gelecektir.

Dolayısıyla Türk Milliyetçileri içerisinde devletin olmadığı ve sermayenin elini kolunu sallayarak girip çıkabildiği bir sistemin savunucusu olamazlar, olmamalılar.

Türk Milletinin sosyolojik yapısı da göz önünde bulundurulduğunda ortaya çıkan iktisadi model karma ekonomi olacaktır ki sermaye yapımız ve şirketlerimizin mali güçleri de ülkemiz için aslında bunu zorunlu kılmaktadır.

Bu hür teşebbüsün önüne geçilmesi, zenginleşmenin engellenmesi gibi algılanmamalıdır. Aksine bu sayede dünya ile rekabet edecek şirketlere sahip olabilir, milletin zenginliğini arttırabiliriz. Bizim meselemiz ülke sınırları içinde yürütülen ticari faaliyetler değil, ticari faaliyet adı altında ülke ekonomisine yabancı müdahalesinin önüne geçmek olmalıdır.

Türkiye’nin dünya ile rekabet eder hale gelmesi için ihtiyaç duyduğu sermaye sadece devletin kasasında mevcuttur ve devletin ticari faaliyetlerden uzak tutulması düşüncesi bu rekabet ortamında bizi geri düşürmektedir.

Özel sektöre verilen devlet desteklerinin ne kadar verimli olduğu konusu tartışılmalı ve bazı alanlarda devlet destek olmak yerine ortaklıklar kurarak ya da bizzat kendisi işin içinde olarak ilgili sektörlerde hızla ilerlenme sağlanmasının önünü açmalıdır.

Türk Milliyetçileri bu gerçekler ışığında yeni bir ekonomi anlayışı geliştirmeli ve milleti buna ikna etmek için çalışmalıdırlar.

Neoliberalizmle karşı karşıya gelmeyen ve onunla kavgaya tutuşmayan bir milliyetçilik anlayışı sadece Türkiye’de değil bugün itibariyle dünyanın hiçbir coğrafyasında ayakta kalamaz.

Üreticinin ve emekçinin kesin sınırlarla haklarının korunduğu bir model Türkiye’nin de ihtiyacı olan şeydir.

Örneğin; Tarımda kooperatifleşme Türkiye için elzemdir ve Türk Milliyetçileri bunu dillendirmeli ve savunmalıdırlar.

İktisadi faaliyetlerin tamamen milletin yararına yürütülmesi ve bu faydanın ortak olarak paylaşılması sorununu çözüme kavuşturmak içerisinde bulunduğumuz yüz yılda her fikir için bir zorunluluktur ve Türk Milliyetçilerinin bu konuda muhakkak söyleyecek sözlerinin olmaları gerekmektedir.

Ülkemizdeki iktisadi faaliyetleri neoliberalizmin insafına bırakmak, milliyetçisi olduğumuz bu millete yapacağımız en büyük kötülük olur.

(1) Şahin Yaman, İktisadi Milliyetçiliğe Bakış