Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
Bir zamanlar çok sık anlatılan bir Karadeniz fıkrası vardı. İnanmak, güvenmek üzerine ya da bir meseleyi ciddi ciddi araştırmak, sorgulamak, “Ne oluyor ne bitiyor?” demek üzerine. Şimdilerde ne kadar ilgi çekici olur bilemem ama geçenlerde birdenbire, nereden aklıma takıldıysa takıldı. Halbuki hiç de davet etmemiştim ama işte kendiliğinden çıkıp geldi. Gerçi “Neden ve niçin geldi?” demeye gerek yok. Çünkü gündemimizdeki açılım rüzgârları, komisyon görüşmeleri, tutanaklar, Papa’nın ve Barzani’nin mesut ve mutlu bir şekilde ülkemizi ziyareti galiba bu fıkranın gelişini tetikledi.
Neyse, fıkra dediysem de sizi öyle kahkahalara gark edecek, gülmekten helâk edecek bir tarafı da yok. Sadece birkaç cümlelik basit bir fıkra işte:
“Karadenizlinin biri, muhtemelen Temel veya Dursun’dur. Arkadaşlarına ‘Ben hastayım, ben ölüyorum.’ deyip duruyormuş; fakat kimse ona inanmıyormuş. Sonunda arkadaşlarına şöyle bir vasiyette bulunmuş: ‘Ben ölünce mezar taşıma şöyle yazacaksınız: Hastayım dedim, hastayım dedim inanmadınız, sonra ne oldu?’”
İşte hepsi bu kadar.
Hepsi bu kadar da bu muhteşem fıkradan nereye ulaşacak, hangi kıssadan hisse çıkaracağız diye düşünenler için —ki onlar yerden göğe kadar haklıdır— biraz açmak lazım bu meseleyi.
O hâlde hadi bakalım 112 yıl önceye gidelim ve Yusuf Akçura’nın Suriye ve Filistin Mektupları[1] kitabını açalım. Bu “112” de sanki tarihin acil servis çağrı numarası gibi geldi değil mi?
Neyse… Bu kitapta toplamda 22 mektup var. On bir tanesi Suriye’den, on bir tanesi de Filistin’den yazılmış. Yusuf Akçura bu mektupları, Tatar, Başkurt, Kazak Türklerinin yaşadığı Rusya’nın Orenburg şehrinde yayımlanmakta olan Vakit gazetesine göndermiş.
Evet, bu kısa bilgi notundan sonra sayfa 43’e dalıyoruz. Tarih 9 Mayıs 1913’tür… Suriye’den 5. mektup. Bu mektupta Osmanlı Devleti sınırları içindeki bir bölgeden: bugünlerde sık sık adı geçen Beyrut’tan, Şam’dan bahsediliyor.
Hadi gelin birlikte okuyalım, bakalım Yusuf Akçura neler yazmış:
“Beyrut Islahat Lâyihası’nın (Beyrut reform belgesi) Türkçe yazılmış bir nüshasını bana da teveccüh gösterip verdiler. Lâyihada yazılanları, Lecne’nin en nüfuzlu Müslüman azası Muhtar Beyhem hulasa edip bana anlattı:
1. Dil meselesi.
2. Merkezî hükümetin müdahalesini azaltma; hükümet ve idare işlerinin çoğunu vilayet halkından seçilen meclise verme (Bu bir nevi otonomi).
3. Vilayet işlerini tanzim ederken yol göstermesi için Avrupalılardan müsteşarlar getirme.
4. Baş memurlardan başka diğer memurları Araplardan tayin etme.”
Özetlenerek sunulan bu istekleri Beyrutlular sadece kendi vilayetleri için isterken; Şam, Halep, hatta Bağdat, Hicaz vilayetleri de —yani Arap vilayetlerinin hepsi— harekete geçerek İstanbul’a telgraflar çekip aynı taleplerde bulunmuşlardır, diyor Yusuf Akçura.
Vakit gazetesinin muhabiri olan Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin güneyinde gelişen bu önemli talepleri ve girişimleri yazdıktan sonra kuzeyde yaşayan Türklere de bir uyarıda bulunuyor ve diyor ki:
“(...) Ben bunları kâğıt karalamak için yazmıyorum; anlayıp düşünüp okuyanlara bunlar masal değil. Türk dünyası şimdi batıdan değil, güneyden de millî hareketlerle sıkıştırılmaya başlandı. Bu tarihçe mühim bir vaka, bütün Türklerin bunu bilmesi gerek...”
Lâyihanın en umumî meselesi dil meselesidir. Araplar, “Biz Türkçe bilmiyoruz. Şimdiye kadar Türk hükümeti bize kendi dilini öğretmedi, öğretemedi. Şimdiden sonra da öğretemez; hem Türkçe öğrenmeyi kendimize gerekli de görmüyoruz.” diyorlar.
İşte bu kadar net.
Akçura’nın yazısı Arapların dil konusundaki taleplerini apaçık anlatmaya devam ediyor:
“(...) Arap vilayetleri içinde dil Arapça olur; Arap vilayetlerinin resmî dili sadece Arapça olabilir… Dil meselesi sadece bununla kalmıyor; Araplar mebusan ve ayan meclislerinde de Arap dilinin Türkçe gibi resmî dil itibar edilmesini istiyorlar. Onların isteğine göre Osmanlı Devleti’nin iki resmî dili olacak: Türkçe ve Arapça. Arap vilayetlerinde sadece Arapça istimal edilecek.”
Araplar bu talepleri ortaya koyarken bir de şöyle diyorlarmış:
“Arapça, Kur’an dili; dillerin en fasihi olan, cennet halkının konuşmakta olduğu ve Allah tarafından övülen bir dil.”[2]
Demek ki 112 yıl önce de tıpkı bugünkü gibi saf Müslümanları bu konuda ikna etmek çok zor değilmiş. Halbuki Yusuf Akçura:
“(...) Din-i İslâm bence milliyet fikirlerinden yukarı, milliyet fikirlerinden âlîdir. O bir millete bağlanmamış, Arap’a da Türk’e de has değil. Din ile milletin ayrılması gerekir. İslâm’ın dili sadece Arapça, Müslümanlık Araplıktır demek, Allah’ın rabbülâlemin olduğunu unutmak demektir. İslâm milliyete bağlı değildir; ben İslâmiyet’i Hristiyanlık gibi bütün dünya milliyetlerini bitirmeden içine alacak kadar geniş diye iman ediyorum.”[3]
Beyrutluların ve bütün Arap vilayetlerinin kabul ettiği reform belgesindeki maddeler arasında bir de Avrupalılardan müsteşarlar getirmek var ki… Dün, 1913’te yani 112 yıl önce bu rolü Ortadoğu’da İngilizler ve Fransızlar oynarken; bugün, 2025’te bu rolü İsrail ve Amerika üstlenmiş. Onların çizdikleri yol haritalarına göre Araplar ve Kürtler kendilerine yeni bir dünya kurmaya çalışıyorlar ya da kurduklarını zannediyorlar. Çünkü yabancıların yardımı karşılıksız olmaz. Hatta kaşıkla verdiklerini kepçeyle almasını iyi bilirler.
Bize gelince… Tarihin anlattıklarını dinlemez, dünün öğretmenliğini kabul etmez de gemileri filan yakmaya kalkarsak; korkarım ki 112 yıl öncesinin Islahat Lâyihası nasıl Osmanlı Devleti’nin coğrafyasını parçaladıysa, bugünün açılım rüzgârları da bir süre sonra bizim memleketimizde fırtınaya dönüşüp bin yıllık vatanımızı ve mazimizi perişan edecektir.
Gerçi Türk milleti bu hikâyeyi 10 Ağustos 1920’de Sevr’de okumuş, 24 Temmuz 1923'te Lozan’da parçalayıp atmıştı…
Fakat yine de dikkatli olmalıyız. Çünkü hemen her gün farklı mekânlarda, yeni ve süslü dekorlarla sahnelenen farklı olaylar; ileri sürülen tezler, ortaya atılan güzel sözler, sloganlar; kurulan millî dayanışma, kardeşlik ve demokrasi komisyonu gibi göz kamaştırıcı komisyonlar bizi aldatmak ve kandırmak için büyük çaba sarf ediyorlar. Tarih gösteriyor ki bütün bunlar bizi büyük bir hızla dipsiz bir kuyuya doğru sürüklemektedir…
İnanmayanlar fıkra kahramanlarımızdan Temel’in ya da Dursun’un başına gelenlerden ders alsın veya mezar taşlarında yazılanları bir daha okusun.
Sonuçta, Allah korusun, sözde bir barış için yollara düşerken savaşın korkunç yüzüyle yüz yıl sonra yeniden karşılaşmayalım.
1 Yusuf Akçura, “Suriye ve Filistin Mektupları” Ötüken Neş. İst. 2016, s.43
2 Yusuf Akçura, age. s 44
3 Yusuf Akçura, age. s.47