Hakan Paksoy

Tüm yazıları
...

23 Nisan 1920’den 24 Haziran 2018’e

1960 yılında Isparta’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Kahramanmaraş’ta, yüksek öğrenimini Ankara’da, Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Elektrik Bölümünde yaptı. O zamanki adı Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) K. Maraş İl Müdürlüğü’nde mühendis olarak göreve başladı. Mühendis, başmühendis ve müessese müdür yardımcılığı görevlerini yaptı. 1999 yılında TEDAŞ Genel Müdürlüğünde Şube Müdürlüğü yaptı. Temmuz 2017’de emekli oldu.

Kahramanmaraş Türk Ocağı Şubesinin kuruluşundan itibaren; yönetim kurulu üyeliği, sekreterlik, başkan yardımcılığı ve iki dönem başkanlık yapmıştır. 1995 Genel seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuştur. Türkiye Kamu Sen’in kuruluşunda ilk şube başkanlarındandır. Ankara’da çalışmaya başladıktan sonra Türk Enerji Sen Genel Merkez Yönetim Kurulunda çalışmıştır.

1985-87 arasında askerlik görevini yapmıştır.

Millî Düşünce Merkezi (MDM) Yönetim Kurulu üyesidir ve internet sitesinde yazıları yayınlanmaktadır.

Evlidir. Biri kız diğeri erkek iki çocuğu vardır.

İletişim:uhakanpaksoy@gmail.com

Hakan Paksoy

23 Nisan 1920 Türk millî tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisidir. Bu günün büyüklüğünü anlamak için manzaraya bir göz atmak yerinde olacaktır.

Osmanlı Türk Cihan Devletinin yenilenmesini zamanında gerçekleştirememesi, Batı karşısında geri çekilmek sonucunu getirmiştir. Bu geri çekiliş 19. asrın ortalarından itibaren artan bir şekilde dramatik hale bürünmüş, 20. asra Balkanların kaybı ile girilmiştir.

Aslında toplumun içinde bulunduğu hal, bu çekilmenin sosyal zeminini çok iyi anlatmaktadır. Ancak bütün hata ve sorumluluk devlet yönetiminindir.

20’inci yüzyıla girerken, ordu çökmüştür. Sarayın Muhafız Alayı hariç asker zor durumdadır. Buğday, arpa, yağ, çuha, çorap, ayakkabı, giyim eşyası vs. dışarıdan gelmektedir. Subayların maaşı senede 5-6 defa ödenebilmektedir [1]. Bunun yanında manevi çöküntü de görülmektedir. Bu hususlar ülkü zaafı, korku ve itimatsızlık, silah arkadaşlığı yokluğu, teşebbüs yokluğu[2]dur. Asker siyasetin tam anlamıyla içindedir.

Eğitimde reform yapmaya çalışılırken, medrese öğrencilerinin askerlikten muaf olması, bunun birtakım menfaatleri de birlikte getirmesi,  özellikle bu kurumların siyaset üzerindeki etkisi ve devletin neredeyse iflas ettiği ortamda, tam anlamıyla da başarı sağlanamamıştır. 1938 yılında ortaöğretimde Türkiye’deki okul sayısı[3]: lise 36 (5’i kız), öğretmen okulu 14 (1’i müzik 5’ kız), ortaokul 118 (4’ü kız)’dir. Bu sayılar bile eğitimin halini ortaya koymaktadır.

Basın, hem yok denecek kadar azdır hem de çok büyük baskı ve sansür altındadır.

Kamu maliyesi perişandır, özel sektör zaten yok gibidir. Kapitülasyonlar, alınan borçlara bir de yargı üzerinde kapitülasyonlar eklenince, yabancılar vatanımızda dokunulmaz hale gelmişlerdir. Devlet borçlarını ödeyemez duruma düşünce, tuz, ispirto, tütün, ipek, balık gelirleri ile yedi kalem vergi toplama işi alacaklılara devredilir.  

Toplumda ahlaki erozyon üst düzeydedir. Bu bozulma; doğruluğun, içtimai tesanüdün ve yüksek idealin, devlet kapısında bir mana ifade etmez olması, yalan, iftira, casusluğun [gammazlık ] revaç bulmasına, rüşvet alıp vermenin de yaygın bir şekil almasına sebep olmuştur[4].

Din, milletin ahlakını kuvvetlendirmek için değil, fakat taassubu kökleştirmek için siyaset aleti olarak kullanılmıştır[5].

Toplumda kimlik tartışmaları çok uzun sürmüş, Osmanlıcı, İslamcı ya da Türkçü siyasetin hangisi diye cevap aranmış, milletimizin adı üzerine yoğun tartışma ve ayrışma yaşanmıştır.

Adım adım toprak ve nüfus kaybı

93 Harbi diye bilinen 1877-78 Türk - Rus Harbi ile doğu vilayetlerimiz Rus işgaline terk edilmiştir.

İtalyanlar Trablusgarp’a çıkmış, Devlet-i Aliye birkaç gönüllü subay gönderme dışında bir şey yapamamıştır.

Trajedinin en büyüğü de 42 gün süren bu çekilmede ölen, yolda kaybolan ya da topraklarından sökülüp atılan Türk nüfusunun beş milyonu bulmasıdır.

Devlet-i Aliye’ye savaş ilan eden Karadağlılar, Yunan, Bulgar ve Sırplarla 19 Ekim 1912’de başlayan çarpışmalar Kasım sonunda biterken baştanbaşa Balkanlar kaybedildiği gibi Ege Denizi’ndeki adalar da elden çıkmıştı.  Selanik neredeyse bir kurşun atılmadan teslim edilmiş, evlerinin kapılarını bile çekemeden, sadece birer küçük bohça ile kalkacak ilk gemiye binebilenler şanslıdır. Onlar kadar şanslı olmayanlar, yanlarında taşıyabilecekleri eşyalarla yola çıkmışlar, kışın da zorlu şartlarında yolda düşenleri bile tutup kaldıramadan devam etmişlerdir. Manzaranın en zora gideni de, Osmanlıdan alacağını tahsil edebilmek için demiryolu işletmesine el koyan Fransız, parasını almadan trenlere kimseyi bindirmemiştir. Ceplerinde para, azıklarında yiyecek olmayan Evlad-ı Fatihan başkente, İstanbul’a çok ama çok zor ulaşmıştır.

Bu savaş Birinci Balkan Savaşı diye isimlendirilir. Başka bir adı daha vardır, “Harb-i Sagir”: Küçük Savaş… Nasıl küçükse?

Kayıplar hızla devam eder. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında egemen olan Türk Cihan Devleti çok zordadır. Türk milletinin çekilişi hızlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı ve nihayet 31 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi…

Koskoca bir cihan devleti, Limni Adası’nın Mondros limanında, 27 Ekim günü başlayan ve üç gün süren görüşmeler sonunda, dördüncü günde, 24 maddelik ateşkesi imzalayacaktır. Topu topu beş oturum yapılan görüşmelerde kayda değer bir değişiklik olmamıştır.

Bahriye Bakanı Rauf Bey – İstiklal Harbi kahramanlarından Rauf Orbay- “büyük bir başarı kazanmış gibi Mondros’tan döner. Umutludur. İyimserdir. Basına demeçler verir: … imzaladığımız bu mütareke ile devletimizin bağımsızlığı, saltanatımızın hukuku, milletimizin onuru tümüyle kurtarılmıştır.” diyecektir. “İyimserlik yaygındır. …Mondros Mütarekesi Türk kamuoyuna bir ‘başarı’ olarak tanıtılır.[6]” ama çok değil mütarekeden 13, Rauf Beyin demecinden 10 gün sonra düşman donanması Çanakkale’den geçip boğaza, Dolmabahçe Sarayı’nın karşısına demir atacaklardır. Başkent düşman tarafından işgal edilmiştir.

Mütarekeden sonra… Geldikleri gibi gidecekler

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, işgalin olduğu gün İstanbul’a gelmiştir. Gemilere bakıp, azim ve kararlılıkla: “Geldikleri gibi giderler…” diyecektir. Kendisi ile irtibata geçen Rauf Beyin fikirlerinin değişmesini sağlayan Mustafa Kemal Paşa, onunla Erzurum ve Sivas Kongrelerinde beraber olacaktır. Rauf Bey ara verdiği istiklal mücadelesine, İngilizler tarafından yargılanmak üzere götürüldüğü Malta’dan döndükten sonra da kaldığı yerden devam etmiştir.

Peki, kolay mı olmuştur? Elbette kolay olmamıştır. Zorlu yolda önce inanç ve iman sağlanmıştır.

Önce Erzurum sonra Sivas Kongreleri… Ve çok ama çok meşakkatli bir 11 aydan sonra Ankara’da bir güneş doğmaya başlar. 23 Nisan 1920’de TBMM dualarla açılır. Hamdullah Suphi, Atatürk’ü anlatırken o gün için:

“Güneşli bir günde 23 Nisan’da Millet Meclisini açtı. Meclisin kapısı önünde kurbanlar kestik. Kala­balık biz içeri girdikten sonra, geri döndü. Onun ilk nutkunu rutubete bırakılmış bir sünger gibi iliklerime kadar içerek dinledim; bu nutuk bir pencere idi, derinlikler üzerine açılmıştı. Onu dinledikten sonra Reisi bulduğumuza kanaat getirdik.

… Anadolu’da onun ilk mücadelesi dimağlar ve vicdanlar üzerinde cereyan etti. İlk zaferini bu sahada kazandı.”

Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikedeydi. Yeniden bir Ergenekon Destanı yazıldı.

Geldikleri gibi gittiler.

21. yüzyılın başında

Yüzyıla girdiğimizde değişen yönetimle birlikte yaşadıklarımızla 19’uncu yüzyılın sonu 20’inci yüzyılın başındaki olaylar neredeyse birebir aynı olduğu görülmektedir. Sadece isimler farklıdır.

Ergenekon, Balyoz, İzmir Casusluk, 28 Şubat kumpasları ile Silahlı Kuvvetlerimizde silah arkadaşlığı hukukunun bitirilmesinden dış borçlara, eğitimde çökmüşlüğe; rüşvet, iltimas, devlette ehliyet ve liyakate önem vermeme, yargıya güvenin kalmaması, dış ve iç borcun neredeyse ödenemez hale gelmesine; dinin siyasete alet edilmesine, saçma sapan fetvaların havada uçuşmasına kadar her şey tıpatıp aynıdır.

Toplumsal ahlak düzeyinde çok önemli düşüş yaşanmaktadır. Hırsızlık ve fuhuş almış başını gitmiş, çocuk tecavüzleri, kadın cinayetleri, gayrimeşru ve her türlü sapık ilişki alabildiğine artmıştır.

En önemlisi de Türk millî kimliği ile ideolojik kavga içinde olan yöneticiler mütemadiyen kimliğimiz üzerine tartışmaktadırlar. Kimliğimizle yapılan bu mücadele en üst düzeyde ve her gün devam etmekte, isimsiz bir millet tanımlaması yapılmaktadır. Kimlik ve kültür kodlarından kopartılarak farklı bir kimlik oluşturulmaya çalışılan toplumda, aslında kim olduğunu bilmeyen bir yapı ortaya çıkarılmaktadır. Deizmle ilgili yoğun tartışma bunun göstergesidir.

Türk toplumu bu kadar sıkıştırılma karşısında çok gerilmiştir. Sakin, dingin bir hayatın özlemi çekilmektedir.

Nasıl olacak, vuslat hangi bahara?

21 Nisan günü MHP Genel Başkanı Devlet Başkanı Devlet Bahçeli’nin grup konuşmasında yaptığı çağrıya AKP Genel Başkanının olumlu cevabı ile erken seçime gidiliyor. Anayasa değişikliği ile kararlaştırılmış olan tarihten iki yıl öne çekilen Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili genel seçimleri birlikte yapılacaktır.

Yahya Kemal (Beyatlı) bir yazısında: “Bu asırda zekâsıyla yaşayacağına sevk-i tabiisiyle yaşayan bir halk, dünyanın güzergâhı olan payitahtta [vatanda ] nasıl barınabilir?” diye sorar.

Fransızların filozofu Voltaire “Biz o Kitaba [Kur’an’a ] sayısız yaveler kondurduk. Oysa Kur’an’da bunların hiçbiri yoktur. Keşişlerimizin asıl zoru Müslüman olan Türklerle idi. İstanbul’un fethine başka türlü karşı konulamayınca, onlar hakkında sürü sürü kitap yazıp durdular.[7]” demektedir. AB ile ilişkilerden anlaşıldığı üzere bu düşüncenin hiç değişmediği ortadadır.

Yaşanan bu süreçte tek hedefin, tam ve kâmil anlamı ile Türk kimliği olduğu artık anlaşılmalıdır.

24 Haziran seçimleri, tıpkı 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması gibi bir kavşak noktasıdır. Türk milleti bu geçitten salimen geçip, geleceğe emin adımlarla yürümelidir.

Ziya Gökalp’in dediği gibi: “Yaşamak için, evvela insanın bir mefkûresi olmalı! Mefkûre tükenmez vecdlerin, ümitlerin membaıdır. Mefkûreler, millî felaketler zamanında doğar. Bugün Türklerin en ziyade mefkûreli olacakları zamandır.”

Aksi takdirde tarih tekerrür ede(bile)cektir.

 

[1] Enver Ziya Karal Osmanlı Tarihi, 8. cilt s. 369, TTK Yayınları, 4. Baskı, 1995

[2] Age, s. 373

[3] Hasan Ali Yücel, Türkiyede Orta Öğretim, İstanbul Devlet Basımevi, 1938

[4] Enver Ziya Karal Osmanlı Tarihi, 8. cilt s. 490, TTK Yayınları, 4. Baskı, 1995

[5] Age, s. 492

[6] Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, s. 37, Ağustos 2008, Bilgi Yayınevi

[7] Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler, s. 8, Türkiye İş bankası Kültür Yayınları, 1969