Sakin Öner

Tüm yazıları
...

3 Mayıs 1944 Olayları ve Türkçüler Bayramı

İletişim: sakinoner@hotmail.com

Sakin Öner

Tarih, insanlık âleminin yaşadıklarının bir özetidir. Bu yüzden, tarihi olayları yaşadığımız günün değil, yaşandığı günün koşulları içinde değerlendirmek gerekir.

Özellikle Cumhuriyet’ten sonraki tarihimizde, yaşanılan dönemin Türk ve dünya siyasetindeki gelişmelerine göre, bazen solcular ve komünistler, bazen milliyetçiler, bazen İslamcılar, bazen azınlıklar, darbe dönemlerinde de siyasetçiler çok ciddi sıkıntılar çekmişler, mağduriyetler yaşamışlardır. Yeni kuşakların bunları, ön yargılarla değil, bu gerçekler ışığında değerlendirmeleri gerekir. İşte 3 Mayıs 1944 tarihinde ve onu takip eden günlerde milliyetçilerin yaşadıkları haksızlıklar ve zulümler, İkinci Dünya Savaşı sonunda Komünist Rusya lehine değişen şartların bir sonucudur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel düşüncesi, Türk milliyetçiliği

29 Ekim 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter yapıda bir milli devletti.  Bu devlet, ‘Türk milliyetçiliği ve çağdaşlaşma ülküsü’ üzerine kurulmuştu. Atatürk, vatanseverlik ve hürriyet fikrini Namık Kemal’den, Türkçülük fikrini Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi Türkçü düşünürlerden, medeniyetçilik konusunda da, Tevfik Fikret’ten etkilenmişti. 

Atatürk, ölümüne kadar geçen on beş yılda, millî devletin kurulması, Türk kimliğinin inşası, Türk dilinin yabancı etkilerden arındırılması, Türk tarihinin köklerinin ortaya çıkarılması için önemli adımlar attı. Türk insanının yüzyıllarca ihmal edilen eğitimine büyük önem vererek cehalete savaş açtı. Harf, hukuk, kıyafet ve sosyal hayatın çeşitli alanlarında devrimler yaptı.  Kadınların toplumsal ve siyasal hayata katılımının önünü açtı. Dinin anlaşılması için Kur’an’ın Türkçeye tercüme ve tefsir edilmesini, vaaz ve hutbelerin Türkçe olmasını sağladı.  Ekonominin Türkleşmesine, millî sermayenin oluşmasına önem verdi. Yerli ve milli sanayinin kurulmasına ve gelişmesine gayret etti. Uzun süren savaşlardan çıkan Türk toplumunu, bu düzenlemeler sonucunda dünyada saygın bir konuma taşıdı.

Atatürk’ün vefat ettiği 10 Kasım 1938 tarihinde, dünyanın siyasi şartları oldukça karmaşıktı. Almanya’da Hitler’in Cermen ırkının üstünlüğünü esas alan Nasyonal Sosyalist(Nazi) rejimi, İtalya’da Mussolini’nin Faşist rejimi iktidara gelmişti. Almanya, Avrupa’da büyük bir imparatorluk kurmayı amaçlıyordu.  Rusya ise, Türkiye’den boğazlarda egemen olma, Kars ve Ardahan’ı topraklarına katma gibi isteklerde bulunmaya başladı.

İnönü Hükümeti önce milliyetçi göründü

İşte dünya siyasetindeki bu karmaşık ortamda II. Dünya Savaşı başladı. Bu savaş, dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı, 40 milyonun üzerinde insanın hayatını kaybettiği, Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği kanlı bir savaştır. Savaşa, dönemin büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD ve Fransa ‘Müttefik Devletler’; Almanya, İtalya ve Japonya ‘Mihver Devletler’ olarak katıldılar.

II. Dünya Savaşı, Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başladı. İngiltere ve Fransa hemen Almanya’ya savaş ilan ettiler. Almanya kısa sürede Norveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, Lüksemburg’u ve ardından Paris’e girerek Kuzey Fransa’yı ve bütün Atlas Okyanusu kıyılarını, Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’ı işgal etti. Alman orduları, 1941 sonunda Türkiye sınırlarına dayandı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Türk hükümeti, uzun yıllar savaşmış ve henüz kendini toparlayamamış Türkiye’yi savaşa sokmamak için büyük gayret gösterirken, savaşın gelişmesine göre iç politikada zikzaklar çizdi.

Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal eden Almanya’nın hoşuna gitme düşüncesiyle dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942 tarihinde Meclis kürsüsünden yaptığı kabine programını sunuş konuşmasında; “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” dedi. Bu konuşmanın yapılmasının bir nedeni de, Türkiye’yi sürekli tehdit eden Sovyet Rusya’ya karşı Almanların desteğini sağlamaktı. 

II. Dünya Savaşı öncesi ve ilk yıllarında Türkiye’de aydınlar arasında iki akımın büyük taraftar bulduğunu görüyoruz. Bunlardan biri, sol-komünist akım, diğeri de Türkçü-milliyetçi akımdı. Atatürk’ten sonra özellikle resmi kültür, sanat ve eğitim kurumlarına sızmayı başaran sol-komünist düşüncenin temsilcilerinin faaliyetleri, Türkçü-milliyetçi camiayı çok rahatsız ediyordu. Bu kesim komünizmi, millet-din-devlet için tehlikeli buluyordu. 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra kendilerinin hamisiz ve sahipsiz kaldığı duygusuna kapılan Türkçü-milliyetçi camia, yeni yönetime muhalifti. Bunlar büyük tarihçi Hüseyin Nihal ATSIZ’ın öncülüğünde çalışmalarını sürdürüyorlardı. Düşüncelerini Bozkurt, Kopuz, Çınaraltı, Orhun gibi dergilerde dile getiriyorlardı.

Rusya güçlenince rüzgâr sola döndü

II. Dünya Savaşı’nın kaderi, Almanya’nın 1941 Haziran’ında Rusya’ya saldırması ve ABD’nin Aralık 1941’de İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanında savaşa girmesiyle değişti. 1943 yılı ortalarında Rusya, Almanları geri püskürttü ve savaşta dengeler değişti. Savaştaki bu değişim, Türkiye’de de sol-komünist akımın güçlenmesine ve faaliyetlerini arttırmasına sebep oldu. Mevcut hükümet de Rusya ile ilişkileri geliştirmek ve onların toprak taleplerini durdurmak için bu faaliyetleri destekledi.

Bu gelişmeler üzerine Atsız, çıkarmakta olduğu Orhun dergisinin 15. ve 16. sayılarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben “Türkçü Başvekil” diyerek iki “Açık Mektup”  yayımladı. Bu mektupların ikincisinde Atsız, özellikle Millî eğitim alanındaki komünist faaliyetlerini ve faillerini ele alıyor, onları sırasıyla tanıtıyor, o faaliyetleri destekleyen zamanın Maarif Vekilini istifaya dâvet ediyor ve bunlara “dur” denilmesini istiyordu. Atsız bir yazısında da, “komünist ve vatan haini” olarak suçladığı ve kısa zamanda yükseltildiğini iddia ettiği Devlet Konservatuarı öğretmeni Sabahattin Ali’nin komünist faaliyetlerinden söz ediyordu. Atsız’ın bu açık mektupları ve Sabahattin Ali ile ilgili yazısı milliyetçi camiada coşku ile karşılandı.

“Atsız - Sabahattin Ali Davası”

Sabahattin Ali, kendisi hakkındaki yazısından dolayı Atsız hakkında hakaret davası açtı. Bu yüzden bu davanın adı, tarihe “Atsız-Sabahattin Ali Davası” adıyla geçti. Davanın ilk duruşması 26 Nisan 1944 Çarşamba günü, saat 10.00’da başladı. Fakat katılanların yoğunluğundan mahkeme heyeti salon penceresinden girdi,  Sabahattin Ali de, aşırı taşkınlıktan dolayı o pencereden çıktı. İlk iddia ve savunmaların sunulmasından sonra yargıç Saffet Unan, “hakarete dair kelimeler,  ‘vatan haini’ kelimelerinden ibaret olduğuna göre vatan haini olduğunun ispat edilmesini isteyip istemediği sualinin” davacıya sorulmasına karar vererek duruşmayı 3 Mayıs 1944 tarihine erteledi.

3 Mayıs 1944 Çarşamba günü Ankara’nın milliyetçi gençliği ve büyük halk kitlesi, komünizm aleyhtarı büyük gösteriler yaptı. Bu ikinci duruşmada Atsız’ın avukatlarının, “soruşturmanın genişletilmesi” isteği reddedildi ve savcının son iddianamesini sunmasından sonra, duruşma 9 Mayıs 1944 tarihine bırakıldı.

9 Mayıs 1944 Pazartesi günü yapılan son duruşmada, avukatlarının savunmalarını okumalarından sonra, Atsız savunmasını yaptı ve “Başvekile yazdığım açık mektupta rejimi komünistleştirmek istediği için Sabahattin Ali hakkında vatan haini sıfatını kullandım.” dedi. Mahkeme “Mücerret olarak söylenen ‘vatan haini’ tabirini hakaret” saymadı, ‘sövme’ olarak kabul etti ve ona göre ceza verdi; o cezada indirim yaptı ve erteledi.

Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1944 Nutku’nda milliyetçiler hakkında şunları söyledi: “Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.”

Milliyetçi avı ve tabutluklar

Bu konuşmadan sonra hükümet bütün yurtta milliyetçilere karşı bir cadı avı başlattı. Başta Atsız olmak üzere onunla dostluğu olan, mektuplaşan, dergisine yazı yazan ve 3 Mayıs 1944 Milliyetçilik Olayı’na katılan milliyetçi aydınlar toplanarak aylar boyunca en ağır zulümlere tabi tutuldular.  ‘Tabutluklar’a, işkence odalarına, zindanlara atıldılar. ‘Tabutluk’ denilen işkence hücreleri, o dönemde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu Sirkeci’deki ünlü Sansaryan Han’daydı.

Tutuklanan milliyetçilerin günlerce işkence gördüğü ‘Tabutluk’ denilen hücreler, yarım metrekarelik bir yerdi. Yani 40 santim genişliğinde, 50 santim uzunluğunda, 2,5 metre yüksekliğinde beton duvar içerisine açılmış oyuklardı. İçine sokulan insan kapı kapandığında yere çömelemez. Bu oyuklara sokulanlar bellerinden ve kollarından demir prangalarla duvara bağlanıyordu. Ayrıca oyuğun tepesinde üç adet beş yüzer mumluk ampul bulunuyordu. Tabutluklara konulanlar burada iki üç gün aç ve susuz bırakılıyor, hatta doğal ihtiyaçlarını gidermesine bile izin verilmiyordu…

Tabutluktaki milliyetçi aydınlar 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlandı. “Irkçılık-Turancılık Davası” adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlandı ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm oldu. Atsız, bu kararı temyiz etti ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi kararı esastan bozdu. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edildi.

Türk milliyetçilerinin şeref listesi

Bu davada Nihal Atsız’ın dışında şu Türkçüler yargılandı:

Zeki Velidi Togan, Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Namık Orkun, Dr. Fethi Tevetoğlu, Necdet Sancar, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Heybetullah İdil, İsmet Rasim Tümtürk, Cihat Savaş Fer, Muzaffer Eriş, Zeki Sofuoğlu, Hikmet Tanyu, Said Bilgiç, Cemal Oğuz Öcal, Cebbar Şenel, Hamza Sadi Özbek, Nurullah Barıman, Fehiman Altan, Fazıl Hisarcıklı, Saim Bayrak, Yusuf Kadıgil.

Üç yıl süren duruşmalar sonucunda “Turancılık ve Irkçılık” suçlamasıyla karşı karşıya kalan tüm ‘Türkçüler’ beraat ettiler. Beraat kararının gerekçesinde Turancılığın suç olmadığı belirtildi ve 3 Mayıs 1944 olayları hakkında; “Bu nümayiş (3 Mayıs 1944) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.” denildi.

Türkçüler bayramınız kutlu olsun.