Yümni Sezen

Tüm yazıları
...

AHLAK ve DİN

1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.

İletişim: sezenyumni@gmail.com

Yümni Sezen

Kelime anlamını da gözeterek ahlakı, huy ve özellikleri insani kurallara uygun şekilde kullanmanın ilkleri diye tanımlamakla başlayabiliriz. Bu uygunluk ve düzgünlük, varlığa, yani tabiata, topluma, değerlere, kabullere uyum demektir, bundan sapmama demektir. Ancak ahlakta bu, tabandaki zorunlu basamak olduğundan, ahlakı tam olarak tanımlamaya yetmeyebilir. Bu tabana, toplumsal ahlak diyoruz. Burada toplumun varlığı şart görünüyor. Faraza, yani olmayacağını bilerek, fakat meseleyi anlamak için, başka hiç kimse olmadan, tek kişi için ahlak diye bir şey olmaz, deriz. Kimden bir şey çalacaksın? Kime, ne için yalan söyleyeceksin? Ancak bu farzı muhalde bile, insanın kendi kendine tutarlılığı ortadan kalkmaz. Ahlakta, yalnız toplumla, tabiatla, yani kendi dışındaki varlıklarla tutarlılık yetmez, kendi kendisiyle tutarlılık da işin içindedir. Kurda kuşa yalan söylemek, onları kandırmak, kendi kendisiyle tutarlılığa ait bir meseledir. İnsanîlik ile ilgilidir. İnsanın diğer varlıklardan farklı olması anlamı hiçbir zaman kaybolmaz. Yapayalnız olsa da. Ay ile güneş ile uyumunu da bu çerçeveye sokarız. Denilebilir ki, toplum içinde yetişmeyen bir insan, yabanî bir varlıktır, hayvana yakındır. Biliyoruz. Biz misalimizde, insan olma özelliklerini kazanmış birinden söz ediyoruz. Kurda kuşa karşı tutarlılık derken, aklıma büyük hadisçi Buhari ile ilgili rivayet geldi. İşi gücü hadis diye söylenmiş sözleri toplayıp ilim süzgecinden geçirmek olan Buhari’ye filan beldede, falan köyde çok hadis bilen bir zat var derler. Buhari oraya gider, adamı uzaktan görür. Adam hoş eteğini kıvırmış, ot var süsü vermiş, atını yakalamakla meşgul. Buhari, ben bu adamdan hadis falan almam, atını kandıran beni de kandırabilir, der ve oradan uzaklaşır.

Ahlak, alt kademede düzenle ilgilidir ama, aynı ilgi içinde olan hukuktan ayrılır. İnsan toplumun hukuk yoluyla istediğine uyar ama, buna vicdanla, yani isteyerek, iç düzeniyle katılıyorsa, hareket ahlakî olur. Burada dış mecburiyetle, iç mecburiyet birlikte olmuştur. Gerçekte mecburiyetler farklıdır. Meselâ yardım etmek veya etmemek hukuki bir meseleye ve işleme yol açmaz. Fakat ahlaki meseleye yol açar. Yardım etmemek, hukuk alanında suç değildir. Yardım edebilecekken, yardıma muhtaç birine yardım etmemek ahlakî alanda suçtur. Bu suç, ahlakın saklı kanunlarında söz konusudur. Böyle birine yönelmiş değerlendirme, ayıplama ve kınamadan başlar, gittikçe çerçevesi genişleyebilir. Esas genişleme din alanına aktarılmada görülür. Bu gibi eylemler, esas din alanıyla bütünleşecek, ahlak-din ilişkisine kapı açılacaktır.

Ahlakı anlamada çok önemli bir konu mevcuttur. “olan” ve “olması gereken” kavramları. Bunu yorumlamamız gerekir. Hayvan “olandır”, insan “olması gereken” bir varlıktır. “Olan” ona yetmez. Yeterse insan olma seviyesine çıkamamış olur. Şu var ki, hayvan “olan” da kalmakla, ne ahlaksız, ne suçlu, ne de sorumludur. İşte ahlak bu “olması gereken”le ilgilidir. Dikkatli bakılırsa, olanda özgürlük yoktur. Zorunluluk, determinizm vardır. İçgüdü, bir mecburi uyulan bir program demektir ki, zorunluluk alemine aittir. Özgürlüğe ulaşmak için olması gerekene yönelmelidir. Ancak, başıboşlukla özgürlük aynı şey değildir. Bunun farkında ve bilincinde olmak, önemlidir. “Olan” başıboş olabilir ama özgür değildir. Özgürlük yukarısı içindir. Ahlak da olması gerekenle ilgili olduğuna göre, ahlak, alt kademenin uyum ve mecburiyetini aşmak, özgürce bir hareket seviyesini kazanmak durumundadır. Felsefeci der ki: İnsan zincirler içinde uyanır, fakat kendi ahitleriyle birer birer bu zincirleri kırarak özgürlüğünü kazanır.1 İnanma, buradan itibaren başlayacak, ahlak ile din ilişkisi de özgür iradede düğümlenecektir.

Ahlakta sebep, kendi kendinin sebebi olmak şeklindedir ama yukarı doğru çıkmıştır. Alt kademedeki bağlılık, felsefî, psikolojik, hatta dini de olsa, sebep toplumdur, kurallardır, geleneklerdir. Yukarı çıkınca artık kontrol edici kendisidir. Bunu vicdan dediğimiz cevherimizle yaparız. Her işte olduğu gibi ahlakî eylemde de hareket noktası niyet, ama olması gereken iyi niyettir. Niyet ancak eylemi yapacak olan tarafından bilinir. İslam bunu çok önemsemiş olduğu için “ameller niyetlere göredir” demiştir. Ahlakta şart da aranmaz. Şarta bağlı olursa o, ahlakî eylem olmaktan çıkar. Meselâ, “kanunlara uymazsan iyi biri sayılmazsın”, “kanunlara uymazsan cezaya çarptırılırsın” gibi şartlar, ahlakiliği izah etmez. Ahlakî olması için şöyle olmalıdır: “İyi insan olduğun için kanunlara uymalısın.” Ahlak, bu dünya için karşılıksız da kalabilir. Ahlak eylem yakın bir karşılığa bağlanmamıştır. Sonsuzlukta yerini ve karşılığını eylem yakın bir karşılığa bağlanmamıştır. Sonsuzlukta yerini ve karşılığını bulacak bir karaktere sahiptir. Kant’a göre alt bağlılıklar ve şartlar, fenomen aleminin görünüşleridir. Oysa ahlak “numen”2 alemine dayanmalıdır. Görev numendir. “Görev ile” yapmak değil, “görev ile” yapmaktır. Görev olduğu için görev yapılmalıdır. İnsanî şahsiyet, vasıta değil, gayedir. Bir anlamda “olması gereken”dir. Ahlakta esas, görevini yapmaksa, özgürlük içinde, en iyi şekilde, hiçbir şarta bağlanmaksızın, zorlama ve baskı altında olmadan ve aynı zamanda eğer varsa zora ve baskıya rağmen, beklenti olmadan yapılmalıdır. Böylece ahlaki hareket evrenselliğe ve genel geçerliliğe ulaşmış olur. Kant der ki: “O şekilde hareket et ki, hareketin bütün zaman ve mekân için bir düstur halinde ifade edilebilsin. Numen’e dayalı ahlak, geçici de değildir, izafi de. Geleneklere, örf ve adetlere dayalı ahlak, izafidir. Oysa ahlak genel ve genel geçer olmalıdır. Gelenekler ve ör-adetler, kötü bir şey olmayabilir. O toplumun yazısız hukukudurlar. Fakat toplumdan topluma değişebildiği için, genel geçerliliğini şartlarla ve bağlılıklarla kısıtlamıştır. Ahlak, özgürce, inançla, kendinden, bağlılıklardan tamamen kopmamış olsa bile ayıklanmış, her yerde ve her zaman insanî ve vicdani olacaktır. İşte tevhid diniyle bütünleştiği yer de burasıdır. Çünkü gerçek din izafi olmaz. Dinde de ahlakta da zaman ve mekân üstü ilkeler söz konusudur. Ahlakın temel ve genel geçer ilkelerinden biri şudur: “Kendin için istediğini başkası için de isteyecek, kendin için istemediğini başkası için de istemeyeceksin. İslam, bunu böyle yapmayan mümin değildir, diyerek din ile bütünleştirmiştir. İslama göre, ahlak din ile bütünleşecek, hatta tamamlanmış olacaktır. Hz. Peygamber, “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” demiştir.

Tarihî süreçte ahlakla ilgili nazariyeler şunlardır:

1. Haz üzerine kurulu ahlak nazariyesi. Epiküsyen anlayış. Hedonizm.

2. Mutluluk üzerine kurulu ahlak nazariyeleri. Daha üstün iyilik ve mutluluk. Eflatun ve Aristo.

3. Menfaat üzerine kurulu ahlak nazariyeleri.

4. Mukavemet ahlakı. Stoacılık. Epiküreklüğün zıddı.

5. Akıl üzerine kurulu ahlak nazariyeleri. Eflatun, Aristo, Saint-Thomas, İbn Sina, Dercartes, Kant:

6. Sorumluluk üzerine kurulu ahlak nazariyeleri. Kant.

7. Toplum anlayışı üzerine kurulu ahlak nazariyeleri. Sosyolojik ahlak görüşleri Comte, Durkeim v.b.

Felsefi ahlak nazariyeleri olduğu gibi, sırf psikoloji kaynaklı ahlak nazariyeleri de vardır:

1. Korku üzerine kurulu ahlak nazariyeleri.

2. Sevgi üzerine kurulu ahlak nazariyeleri.

3. Ümit üzerine kurulu ahlak nazariyeleri.

Psikolojik altyapılar, ahlakta geçerlidir ama, ahlakta bunları aşan bir tavır olmalıdır. Ancak o zaman ahlak anlamını kazanır. “Allah korkusu”na vurgu yapan İslam bile bunu “Allah rızası” ile aşmıştır. Ancak Allah korkusunu da Allah rızasını da dikkatli ve doğru değerlendirmelidir. Buradaki korku, bir canavardan, silah çeken birinden, karanlıktan korkmak şeklinde bir korku değildir. Kendisine ceza verebilecek babadan korkmak gibidir. Daha güzel benzetme ana korkusu gibidir. Bir çocuğun, sonunda yine sığınacağı ana kucağından mahrum kalma korkusudur. Bu kabaca benzetmeler yanında şunlar da söylenebilir. Birini kırmaktan, incitmekten korkmak, sevdiğini ve güvendiği birinin sevgisinin ve güvencinin kaybolacağından korkmak gibidir. Allah korkusundan ceza, hemen uygulanan bir motif değildir. O korkuda bu dünyayla sınırlı olmayıp sonsuzlukla birleşen bir korku hali oluşur. Bu, sonsuz geleceğe ait bir haldir. Buna açılan kapı ölüm korkusu ve ölümdür. Öyleyse bu psikoloji, iman ile ilgilidir. Vicdan ve imanı ilgilendiren bir meseledir. Ne olursa olsun yine de korkudan söz etmekteyiz. Onun için “Allah rızası” bunu aşacaktır. Fakat insan, son derece girift bir varlık, sırlara büründürülmüş bir mahluk olduğu için, Allah rızasını da kendisi için kullanabilir, yani istismar edebilir. İstismarını bertaraf edersek, rızada hiçbir menfaat gözetilmez. Ümit bile hesabedilmez. Aksi halde ahlak ticarete döner. Yarın dünyada, daha büyük şeylere sahip olabilmek için feragata katlanıyorsak, bu, rızaya bağlanmak değil, gelecek ümidine esir olmak demektir. Menfaatini terk ederken, daha büyük menfaatler kazanmayı düşünüyorsak, ustamın dediği gibi, tüccardan farkımız kalmaz. Ahlak, gelecek içinse, bu dünya hayatını aşmalı, sonsuz geleceğe ait olmalıdır. Ahlak ancak o zaman tamamlanır. Onun için Hz. Peygamber “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” demiştir.

Peki gelecek ümidinde, ahiret ve cennet saklı değil midir? Korkudan cehennem olduğu gibi. Evet ama oralar, bizim irademizin dışındaki işlere ait bir alemdir. Hepsi Allah’ın vaidi, iradesi içine girer. Bizi niçin yarattı gibi bir sebebe dahildir bunlar. Belki ideal üstü olacak ama, Allah, hiç öbür tarafı yaratması bile, ahlaklı olmamızın ticaret dışı sebeplerini bize verecek, bizden isteyeceklerini bizim tabiatımıza (fıtratımıza) koyacak kudrete sahiptir.

Allah korkusu ve Allah rızası algıları ile vicdan mükâlemesi ilişkisi, ahlak ve din birlikteliğini bize anlatmış olmaktadır. Allah inancı araya girmeden ahlak olmayacak mıydı? Olacaktı ve olmaktadır da. Ama bu, yukarıda belirttiğimiz gibi, topluma, kanun ve kurallara, düzene uyma mecburiyetinden doğan alt kademede, adına yine de ahlak denen bir bağlılık, yani bir uyum ve itaat olacaktır. Bunu insanın kendi iç düzenine, vicdana bağlayarak, ahlakı anlamlandırmak istedik. Her yer ve her zamandaki insanla birlik kurarak genel-geçer kılmaya çalıştık. Hukuktan, kanunlardan, örf ve adetlerden ayırdık, onların üzerine çıkardık. Ancak şu müphemlikten kurtulamıyoruz. Vicdan, son nokta, son makam, sorumluluğun tek kaynağı olabilir mi? Kimin vicdanı, hangisi diye bir izafiliğe düşme ihtimali yok mudur? Vicdanı kontrol eden akıldır desek, ki öyledir, o zaman ahlakla akıl arasında mutlak bir bağ kurmuş oluruz. Aklı kullanma, ahlak dışılık dahil her yöne doğru çevrilebildiğine göre, bir “üst akıl”a ihtiyaç doğmaz mı? Ahlakta ister istemez sorumluluk doğacağına, sorumluluk mutlaka bir makama karşı olacağına göre, bu zinciri nasıl sonlandıracağız? Vicdanın kendisini sorumluluğun dayandığı makam olarak alsak, yani başka bir makama ihtiyaç yok, kendi kendine karşıdır desek, hangi vicdan diye yan çizmeye başlamıştık. Ayrıca, insanlık okyanusu dışarda mı kalacak? Birine göre vicdan, birine göre tabiat kanunları, birine göre toplum, birine göre insanlık, birine göre Allah, sorumluluk makamı olacak, gerçekte ahlak sahipsiz kalacaktır. Ahlak insanla ilgili bir konudur ama kendi başına kaldığında işin içinden çıkamıyoruz. Vicdan, insanlık, toplum hepsi insanla ilgili ve insanla sınırlıdır. Kendinin kendisine karşı sorumluluğu bir gerçek ve fakat yetersiz bir gerçektir. Kendi kendine oluşa, felsefede totoloji deniyor. Totolojik durum, doğruluğu kendinden, kendi kendine doğru, aynı yere dönüş anlamını taşır. Ev evdir gibi. Sübjektifliğe açılır. Kendi başına bilgi vermez, başka bir şeye bağlanmadan, kendi kendine bağlanıştır. Halkımızın deyişiyle dön dolaş aynı yere varmaktır. Sübjektifliğe gidince, ahlaki eylemde sorumluluk, şartlardan, menfaatlerden, baskıdan, “desinler”den kurtulamaz, kurtulsa bile boşlukta kalır. Sorumluluk öyle bir makama bağlanmalıdır ki, sonunda totolojiden kurtaran, değişmez, geçiciliğin daha ötesi olmayan, Mutlak Varlık makamı olsun. Buna inanmama halinde, insancıllık, insanlık, insanın tepede bulunduğu insancılık anlamında hümanizm, dayanak ve sorumluluk makamı olmaktadır. Bütün bunlar insanla ve dünyayla sınırlıdır. Her biri veya toptan yok olunca, yokluğun kendisi sonsuz olunca, her şey eşit hale gelmekte, ahlakî olanla olmayan, doğru-güzel olanla olmayan, iyi olanla olmayan farksız, çünkü̈ yok olunca, her şey geçici olmakta ve boşluğa düşmektedir. Din karşıtları, ateistler somutu sevdiklerine göre, esas kriz, soyut-somut meselesinde başlamaktadır. Toplum gerçek, objektif bir varlıktır, kat insanlık muhayyet bir tasavvurdur. İnsanlıkta fâni olmak, yeterli ise diyecek yoktur.

Ahlak ile din ilişkisi bu kadar değildir. Daha birçok boyutu, geniş bir çerçevesi vardır. Klasik toplumsal ahlak anlayışlarında, ahlak toplumdan insana doğrudur. Önce toplum korunmalı ve kurtulmalı, sonra fert. Dinde önce insan kurtulmalı ki toplum kurtulsun. Toplum ahlakı toplumdan başlar, din ve dinî ahlak insandan başlar. Fert olmayınca toplum, toplum olmayınca fert olmaz, doğru ve ilmî bir değerlendirmedir, yani bu iş tavuk-yumukta gibidir, fakat başlangıç noktası önemlidir ve sonunda bir uyuma ulaşmalıdır. İnsandan ve insan özgürlüğünden başlayan din ile de uyuşmalıdır. Toplumdan başlayan ahlak anlayışı, din ile uyumlaşırsa ikisi de böylece insana ait olmuş olur.

Ahlakta da dinde de özgürlük esastır. Fert, sınıf, zümre, rejim baskısı, tahakkümü̈ kalkmadan ahlakın da dinin de hayat bulması zordur. Ahlak yerine zorla uyulması istenen kurallar geçerli olur. Kurallara özgürlük içinde, vicdanî kanaatle uyulursa, ahlakî olur. Dinde de özgürlük esastır. İman etmek için özgür irade gerekir. Başka türlüsüne inanma değil, şu veya bu etkiyle inandırılma denir. “Dinde zorlama yoktur” İslam’ın ilkelerinden (ayet) biridir. Kültür diniyle veya dinin kültürleşmesiyle, din birbirine karıştırılmıştır. Dinde sırf şekilcilik, yobazlık dediğimiz daraltma, katılık, dinde gereken özgürlüğün yok olmasına sebep olur. Özgürlükte de birleşen ahlak ile din, birbirini kuşatmıştır. Böylece hem din hem ahlak tamamlanmış olur.

Toplumsal ve siyasi rejimler, din için de ahlak için de önem arz eder. Siyasi rejimlerde, kişi rejime isteyerek veya istemeyerek uyum sağlamışsa, ahlaki hareket için, rejime bağımlılığa ve onun psikolojik baskısını aşmak zorundadır. Ahlakî hareket “rejime rağmen” olacaktır. Liberal-kapitalist bir rejimde, kişi bunu aşamamışsa, menfaate ve hesaplara uyum ve görev içindedir. Komünist düzende mecburiyete dayalı bir uyum ve görev bulunur. İki rejimde de ahlakın kendi karakteri ender gerçekleşebilir. Bir toplumda “dünyevî yarın endişesi” ağır basıyorsa, orada ahlakî hareket, ancak kahramanlık özelliklerini taşır. Ahlakî hareketin, kendi karakteristik doğallığının örnekliğe dönüştüğü̈ şekiller, ancak bu durumda kendini gösterir. Gizli veya açık baskılar, beklentilere, mecbur bırakmalar, ahlakı da baskılamıştır. Ahlakın iç sebebi, dış sebebine mahkûm olmuştur.

Ahlakın iç sebebi, kendinde saklı olan sebeptir ki, ancak özgürlük ortamında açığa çıkar. İç sebep, insan olmanın açığa çıkmasına yönelmiştir. İlk bakışta toplum kuralları gibi din kuralları da meseleyi dış yüzüyle değerlendirir. Yani dış sebeptir. Ne zaman ki vicdani hareket olarak, ihlas denilen duyguyla bütünleşir, o zaman din, dış sebep olmayan ötesine geçer. Ancak bu noktada normal ahlak ve din ilişkisi değerlendirebiliriz. Din, kişinin görünen dindarlığıyla değil, dindarlığa götüren cevheriyle ilişki kurmuştur. Dindarlık özden uzaklaşmışsa, şekilden ibaret kalmışsa, ahlak-din ilişkisinin anlamı ve geçerliliği kalmaz. Bu durumda, ahlaklı olan bir ateist, bugün olduğu gibi, çalıp çırpan, yolsuzluk yapan, yolsuzlukları destekleyen bir dindar görünüşleriyle alay eder hale gelir. Ateist, din karşıtlığının haklılığı için zaten bahane aramaktadır. Ona göre delil aramaktadır.

Ahlak ve dinde önemli bir husus da iç sebebin sonuçsuz kalmamasıdır. Eylem önemlidir. Allah inancı, hiçbir zaman kendini belli etmiyor, eyleme dönüşmüyorsa, ibadette, ahlakta, insanlar arası ilişkide yansımıyorsa, kabul edilen din değil, kişisel batı felsefi kanaattir. Ahlakta da durum aynıdır. Yüzlerce fakire binlerce lira para vermenin iyi olduğunu devamlı düşünmek yerine, bir fakire on lira vermek, ahlaki harekettir. Verecek durumu yoksa, karşısındaki muhtaca, güler yüz göstermek, güzel söz söylemek, ahlaki hayal kurmaktan iyidir. Paylaşmadıkça, paylaşma edebiyatı veya paylaşmanın felsefesini yapmak, ahlakilik kazanmaz. Dinde de ahlakta da eylem, olanda kalmayıp, olması gerekene dönmek olacaktır.

Diğer bir hassas nokta şudur: Her şeye rağmen, bütün birleşme ve bütünleşme noktalarına rağmen, ahlak ile din birbirinin yerine geçmez. İyilik etmek, yardım etmek, dürüst olmak, dinin de istekleridir ama bunlar Allaha inanmanın, O’na ibadet etmenin, diğer dinî emirleri yerine getirmenin yerine geçmez. Nasıl ki, gereklerinden mahrum kalmış bir dindarlığın, ahlaklı olmanın yerine geçmediği gibi. Nurettin Topçu’nun “Doğruluk mabedin, şeref kıblen olsun” sözünde mabed ve kıble, ahlakın mabedi ve kıblesi anlamındadır. Doğruluğun yönelişindeki kutsallıkları ifade eder. Yoksa, öbür mabed ve kıble olmasa da olur anlamında değildir. Burada başvuracağımız ilkeler şunlardır:

1. Bir doğru, başka bir doğruya karşı kullanılamaz, çünkü;

2. Doğrular yan yana değil, iç içedir. Öyleyse;

3. Doğrular, başka doğruları kaldırıp onun yerine geçemez.

Ahlak ve din, ikisi de geneldir ama din, ahlaktan daha özel bir alana yönelmiştir. Din, Allah-âlem-insan ilişkilerinde bir anlam üzerinde yürümüş, önce anlamın yerleşmesini sağlamış (iman süreci), sonra bunun eylem ve davranışlarda yansımasını istemiştir. Din her türlü̈ düşünce ve felsefi kabullerden ayrı, Allah-âlem-insan üçlüsünün ilişki ve hiyerarşisinde özellik gösteren bir sistem ve bir sosyal kurum haline gelmiştir. Tevhid dininin genelliği ve evrenselliği, Mutlak Varlıkla ilgilidir ve sonsuza açılır. İnanıp inanmamaktan dolayı din izafi görünse de izafi değil, bilgi, bilinç ve kabuller isteyen bir alandır. Amacı korumaktır. Ancak buna, bütünü yani toplumu korurken yapar, vicdani ilkelerle hareket ettirerek insanı bu bütün içinde, bütünle birlikte korur. Din aynı amaca yönelmiştir ama, insandan başlayarak ve ona özel bir bilgi, düşünme, bilinç alanı açarak, kabulünü̈ sağlayarak onu korur. Eğer din ile birlikte ele alınmazsa ahlakta en geniş metafizik algı, “insanlık”tır. Dinde bu alan, Mutlak Varlık Allah ve ebedilik içinde ancak yerini alır. Din olmaksızın ahlak, insanlığı hedefe koysa da bu dünyayla sınırlı kalır. İnsan, doğar, yaşar ve ölür. Ölünce her şey biter. Ölen insan için ahlak ve sonuçları bitmiştir. Hesap da bitmiştir. Yaşayan başkaları tarafından bir müddet hatırlanır, daha sonra unutulur, yeni yeni nesiller için o kişi artık hiç olmamış, yaşamamış gibidir, zaten öyle bir varlığın farkında değillerdir, yokluk haline dönüşmüştür. İnsanlık okyanusunda hiç iz bırakmamış mıdır? Yaşayanlar tarafından böyle bir iz takip ediliyorsa, elbette o kişinin yaşaması boşa gitmemiştir. Ama insanın ve insanlığın bu dünyada ebedi olmadığını da ilmen ve dinen biliyoruz. Ahide geniş çerçevede, bir izafilik ve geçicilik kazanmıştır. Bu izafilikten ve geçicilikten kurtulması ancak din ile birlikte olmasına bağlanmıştır.

Ahlak ne din ilişkisini anlamada, aracı bir alana da ihtiyaç duyarız. Bu alan ilim ve din alanıdır. Din ve ilim dünyasında temel iki soru vardır ve bunların cevapları önemlidir. Bu iki soru, nasıl ve niçin sorularıdır. Bu iki soru ilim ve din için adeta ayıraçtır. İlim nasılla ilgilenir, niçinle ilgilenmez ve onun konusuna girmez. Mesela insan şöyle bir varlıktır, şu şekilde ortaya çıkar, şu şu organları vardır, şu şekilde hareket eder, arızalanırsa şöyle tedavi edilir, v.s. atomlarından, hücrelerine, organlarından organizmaya, çevresine, diğer insanlarla ilişkilerine, diğer canlılarla ve tabiatla ilişkisine kadar, her şeye bu nasıl içinde bakılır. İlişkiler ve kanunlar çıkarılır. Bu nasılların kendi aralarındaki niçinler, bizim sözünü̈ ettiğimiz niçinden ayrıdır. Karaciğer niçin vardır, midenin salgı üretmesi niçindir, ilmin konusuna girer, fakat insan niçin vardır, girmez. Felsefeye, ideolojiye kayarak, tabiat kendinin farkına varılması için insanı oluşturmuştur, v.b. fikir üretimleri, ilimle ilgili değildir. İlmî metot, bu gibi fantezileri dışarda bırakır. Nasılı, insan zekâsı, merakı, aklı, ihtiyaçları, zaten ister istemez araştırmaktadır. Biz istesek istemesek, nasılların objeleri, kendilerini bize tanıtıyorlar zaten. Dokunuyoruz, görüyoruz, kokluyoruz, işitiyoruz, tadıyoruz. Zekâ ve akılla da ileri götürerek varlığı anlamaya çalışıyoruz. Ama nakil yoksa, saydıklarımızın ötesi yoksa, niçine ait bir şey söylemek mümkün değildir. Alem niçin vardır, insan niçin vardır, ilmî bir metot ve çerçeveye girmeyen sorulardır. “Öte” yoksa, amaç, hedef, olması gereken de yok demektir. Yarın ve yarınlar, bugün gibi kaçı yok olucudur ve yok olup gider. Bu anlamsızlıktan dine yer kalmadığı gibi ahlak da esas anlamını kaybeder. İnsanın varoluşunun bir anlamı, bir amacı, yani niçinin cevabı varsa, o zaman dine de ahlaka da yer açılır. İkisi için de kaybolup gitmeyecek olan “yarın” önemlidir. Ahlakı da din gibi nasılla yetinmez, niçin kovalar. Yalan söylememeliyim. Niçin? İnsanı, toplumu, düzeni korumak için. İnsanlığı korumak için. Bunlar sorunun cevabıdır ama, insanı tam olarak tatmin etmez. Herşey yok olup gidecek ve böylece yoklukta eşit hale gelecekse, niçin günlük cevaplanmış olur.

Ahlak, adalete giden bir köprüyle de dine bağlanır. İslam’da adalet, ihsan ile birlikte zikredilir. Allah, adaleti, ihsanı, vermeyi emretmiştir (Nahl-90). Allah için tanıklık etmekle adaleti dimdik ayakta tutmak aynıdır (Nisa-135). Rabbin sözü hem doğruluk, hem de adalet tarafından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur (En‘am-115). Adalet Hakka dayanmaktır (A’raf-159). Ahlakla köprü böyle kurulmuş olur. Adalet, dinde ve ahlakta kendini vazgeçilmez kıldığı şekilde, eylem kendini belli eder. Aksi halde hayalden ibaret kalır. İbadeti tamamen terkeden biri için nasıl Hakkın yolu kapanmışsa, adaleti terkeden için de ahlakın, özgürlük ve insanlığın yolu kapanmıştır. Özgürlüğün yolu kapanırsa, insan içgüdüler yumağı seviyesine düşer. Yani doğal halinde, daha doğrusu tabiat halinde kalır. Olması gereken yok olur, olan egemen olur.

 

1 Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, s. 204.

2 Varoluşsal öz. Görünen ve bilinenin arkasındaki asıl gerçek. Duyularla elde edilemeyen arka plan. Somutu, fenomenin karşıtı. Kendi kendine varlık. İslami terminolojide kısmen “gayb alemi” anlamıyla karşılanabilir.