Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

Anladınsa Varsın

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Telaffuz, anlamadan başlar. Anlamadığınız metni doğru okuyamazsınız. Eskiden mekteplerde okumaya dikkat edilirdi. Hocalar, sık sık metin okuturlardı. Yanlışları gösterirlerdi. “Kızım, o kelimeleri ayırma…”...”Oğlum, o kelimede vurguyu böyle söylersen mana değişir… şöyle söyleyeceksin…” benzeri ikazlarla çocuğu doğruya yönlendirir ve alıştırırlardı.

Buna rağmen, her öğrencinin iyi okumayı, doğru okumayı öğrendiği söylenemez. Eskinin okul hayatı da sağlam bir anlama ve telaffuz vermezdi. “Veremezdi” demek bana daha doğru geliyor. Okulların yetmediği zamanlara geldik demek kolaycı bir açıklama olacak, ama önemli bir sebep olduğu gayet açık. Herkesi okutmaya çalışmanın böyle sıkıntıları oluyor. Hoca yetmiyor. Kalitesi düşüyor. Bu durum, doğrudan eğitim-öğretime yansıyor. Bir de, herkesi okutacağım demekle sınıflar kalabalıklaşıyor. Sayı arttıkça verim düşüyor. Bazı hususlarda fedakârlık mecburiyeti doğuyor. Bu gevşeme diğer alanlarda yapılacakları da etkiliyor. Taviz vere vere ilkeler uygulanamaz hale geliyor. İçinde bulunduğumuz duruma gelişimiz böyle bir sürecin sonundadır.

Madem bu süreçten bahsettik, öncesini de yazalım. Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk neslinin Türkçesi pek güzeldir. Çalkantılar içinde bir dönemdir. Avrupa hayranlığı ileri seviyededir. Kendinden şüphe çok kuvvetlidir. Kimlik bunalımına varacak kadar sert tartışmalar yaşanır. Fransızca okumuşların dili halindedir. Buna rağmen, Tanzimat ve Meşrutiyet eğitiminde Türkçe başarısı çok yüksektir. Dil neredeyse baraj gibidir. Aydın, okumuş Türkçe dikkatiyle değerlidir.

Türkçe bilen nesiller

Şaşılacak şeydir: Onca sıkıntılar yaşanan devirde nüfusun orta mektep okuyanlarının dili bile sağlamdır. Bu başarıyı nasıl sağladıklarını eğitimcilerimiz çalışmalıdırlar. O çok özel dönemi bu tarafıyla da bilmek zorundayız. Birkaç nokta önemlidir: Onlardan bize kalan her metinde bugünün edebî verimlerinin üstünde bir estetik vardır. Asker mektupları bile öyledir. Çeşitli raporlar, subay hatıraları ve yazışmaların dili yüksek estetiğiyle güzel Türkçe örnekleridir. Sade metinler bile böyleyken edebî metinlerin zirveden ses vermesi tabiidir. Edebî eserlerin dili en güzel şeklini yirminci yüzyılın ilk çeyreği ve ikinci çeyreğinin ilk on yılında almıştır. Türk Dil Kurumu’nca yayınlanan, Güzel Yazılar serisine giren örneklerin seçiminin bu bakımdan çok zor olduğunu düşünmek gerek. Neredeyse güzel olmayan yazı yoktur. Böyle bir lüksün yaşandığını zevkle hatırlıyoruz.

Bu zirveden gerilediğimizi ve bugüne geldiğimizi konuşmalıyız. Dil İnkılabı ve sonrasının bizi bu duruma getirdiği doğrudur, fakat eksiktir. Dil inkılabını uygulayan okullardaki durum, eğitim öğretim anlayışı, uygulamaları, topyekûn kendimize bakışımız bu sonuca kuvvetle tesir etmiştir. Okullaşma, okuma-yazma yaygınlaşması, bu bozuk şartlarda olumlu etki etmemiştir. Okuyan yazan sayısının artmasını bunun için hiçbir zaman övünülecek bir durum gibi görmedim.

Okuduğunu anlayamayan nesiller hızla hayatımızı doldurdukça, bozulmanın hızlandığı açıktır. Yanlış gidişin yanlışları öne çıkardığı rahatlıkla söylenebilir. Okuyanlar, okuduğunu anlamadan mezun edildikçe durum normalleşmiş görünüyor. Gittikçe anlamayanlar çoğalıyor ve anlamak bir değer olmaktan çıkmaya başlıyor.

İçinde bulunduğumuz duruma bir de böyle bakmak lazımdır. Dil her bakımdan hayatı düzenleyicidir. Anlamayı ortadan kaldırırsanız, her şeyden önce dil gider. Dil gidince de her şey yavaş yavaş hayatımızdan çekilir. Şu anda bu çekilişleri görmüyor muyuz? Genel bir gerilemenin, hazımsızlığın, özellikle insanın iç kavgasının temel sebebi bu değil mi?

Anlamak her şeydir

Hem mana, hem değer anlamak esasına göre doğar ve böyle anlaşılır ve yaşanır hale gelir. Okumadan maksat anlamaktır. Sesli okumanın anlamayı seslendirmek gibi anlaşılması lazımdır. Konuşma da öyledir. Kurduğumuz cümlenin bölümlenmesi, anlama ve anlatmaya göre şekillenir. Gramerde anlam grupları denen ayırım, okuma ve söylemede uygulanır hale gelir. Onlara dikkat ederek cümleyi bölersiniz. Olur olmaz yerden bölünmez.

Bir cümlemizi ele alalım: “Kurduğumuz cümlenin bölümlenmesi/ anlama ve anlatmaya göre şekillenir.” dediğimizde, bir yerde es verebiliriz, o da işaret koyduğumuz yerdir.  “Ahmet Bey’in gösterdiği yerde...” söz grubunu beraber söylemek zorundasınız. “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim?” mısraında italik yazdığım bölümü ayırmadan söylemelisiniz. Yani, anlam grupları bölünmez.

Tamlamalar, isim-soy isim, birleşik kelimeler de öyledir. Baba koltuğu beraber söylenir. Beyaz gömlek de, eniştenin beyaz gömleği de.  Ceviz kabuğu da. Zerdâli bahçesi de. Emine Işınsu diyecekseniz, ikisini ayırmadan söylersiniz. Yahya Kemal Beyatlı da öyle söylenir. Bunları ayırmak, kolu bacağı ayırmak kadar yanlıştır. Kendi içinde bir bütünlük ifade ederler. Ayrı ayrı söylenmeleri, kırılıp dökülmeleri, ufalanmaları veya parçalanmaları demektir. Bunu yapamazsınız.

Bizim televizyon spikeri, sunucusu, muhabiri,  yani yeni nesil katillerimizin en çok yaptığı bu bütünleri ayırmaktır. Ayırmakla kalmayıp, başını gözünü birkaç türlü yarmaktır. İşkence ile öldürmektir.  Bakınız büyük Yahya Kemal’in ismi o işkenceci ağızlarda ne hale geliyor: YAhYAAA… KeMALLLL.. BEYatLIIIII…  Malum, büyük harfi vurgu için, nokta noktaları esler için kullanıyorum. Bir ismi söylemekte bu kadar hata yapmayı başarana elbette katil denir ve boynuna işkenceci yaftası asılır.  Bunu fark etmeyen veya tepki göstermeyen seyircinin sıfatını da siz koyun!

Bir cümlede on hata

Sizi işkenceye tabi tutar gibi hissetsem de yaygın hataları vermeye devam edeceğim. Bizim spiker, sunucu ve muhabirlerin hemen hepsinde ortak bir yanlış var. Son yıllarda hızlı yayılan bir mikrop gibi ekranları, mikrofonları sardı. Dikkat etmişsinizdir: Bütün fiil ve filimsileri yanlış vurguluyorlar. Nerede bir fiil görse, cin şeytan görmüş gibi önce duruyor ve sonra ilk heceye kuvvetli bir vurgu konduruyorlar.  Bu cümlenin bölümlerini örnek alalım:  “.. cin şeyTAN.. GÖRRmüşşş gibi..” şeklinde telaffuz ediyor. “Görmüş”ü gördüğü yerde duruyor ve önceki kelimeyi keskince askıya alıyor. Ani fren gibi bir durum. Dinleyende bırakacağı etkiyi de ona göre ani fren gibi düşünün. Sonra cümlenin sonundaki fiile gelince yine aynı ani fren devreye giriyor: “.. VURGUUUU… KONduruYORlar..” gibi acaib bir vurgulama.

Bu çocuklar, bu insanlar, bu kızlar-kadınlar, bu oğlanlar-erkekler on yıl öncesine kadar böyle bir sesi duymadılar. Böyle bir tonlama ve katliam yenidir. Nasıl oldu da birkaç kendini bilmezin kıyımına toplu halde katıldılar? Dahasını söyleyelim: Biz nasıl kabul ettik, nasıl kabul ediyoruz