İsmail Yakıt

Tüm yazıları
...

Ateizm-62

1950’de Denizli’nin Tavas İlçesi Kızılcabölük Bucağı’nda dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu memleketinde, liseyi Denizli’de bitirdi. Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1970-1974) tamamladı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından burslu olarak Fransa’ya gönderildi. “Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde” Doktora yaptı (1974-1979). Doktora tez çalışmaları esnasında, Sorbonne Üniversitesi’nde Mukayeseli Felsefeler Dalı’nda İhtisas Diploması aldı (1976). Kahire (Mısır) Üniversitelerinde araştırmalarda bulundu (1976-1977). Paris Tıp Fakültesi’nin Juvisy Dokümantasyon Merkezinde araştırmalar yaparak “Anthropologie biologique” sertifikası aldı (1978). 1979’da İslam Felsefesi ve Mukayeseli Felsefeler dalında Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı evrim teorileri üzerindeki Doktora tezini “Pekiyi” dereceyle savunarak yurda döndü. Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler (İlahiyat) Fakültesi’ne Dr. Asistan olarak girdi (1980). KKTC’nde Yedek Subay olarak askerlik yaptı (1980-1981). Yardımcı Doçent oldu (1982). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı’na naklen tayin oldu(1984). Doçent oldu(1986). İslam Felsefesi Profesörlüğü’ne yükseltildi ve akabinde S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı’na tayin edildi(1993). Üç dönem arka arkaya dekanlık yaptı(1993-2003). Bu arada Sosyal Bilimler Enstitüsü Kurucu Müdürlüğü görevini de yürüttü (1993-1999). Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Başkanlığına atandı (2010). Bir dönem Bölüm Başkanlığı da yaptı.(2014-2017) 2017 yılı Temmuz ayında yaş haddinden emekli oldu.

Fransızca ve Arapça bilen Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın birçok yayını bulunmaktadır. Çalışmalarının bir kısmı İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Almanca, Özbekçe, Uygurca ve Japoncaya çevrilmiştir.

İletişim:ismailyakit@gmail.com 

İsmail Yakıt

Jean Meslier Fransızların Turan Dursun’u mu? (Devam)

Neden böyle bir başlık verildi? diye sorarsanız cevabı büyük oranda evet olur. Çünkü hem din adamı sıfatı taşıyor, hem de dini, Tanrı’yı ve kutsal bir takım inanç değerlerini inkar ediyor. Bu anlamda evet, günümüz ifadesiyle, Fransızların Turan Dursun’u sayılabilir. Ancak Meslier, din dediği şeyden, tarih içinde oluşmuş bir takım inanç ve ritüelleri anlıyor, özünden sapmış birtakım hurafeleri din adı altında eleştiriyorsa o zaman işin aslını bilmeden, şekilciliğe kafayı takmış ve geleneklere mahkum edilen bir takım ayin ve inançları din çerçevesine dahil etmiş olur ki bu anlamda kaynaktan ayrılmış ve dinlerin gelenek haline gelmiş örf ve adetleri eleştiriyor demektir. Zaten bu bağlamda bütün dinleri aynı kapsam içine almak istemiştir. Ayrıca tarihi materyalizmin ve batı dünyasını çok meşgul etmiş “kötülük problemi”nin etkisi altında kalarak ortaya çıkan birçok probleme bakarak ateizme sarılmış bir kişi görünümündedir. Gerçi Jean Meslier’nin en başta eleştirdiği din olan Hıristiyanlık Hz. İsa’nın tebliğ ettiği Hıristiyanlık değildi. Gerek Hz. İsa’dan sonra İncillerin yazılmasıyla ve Kilise Babaları’nın doktrinleriyle orijinalinden uzaklaşmıştı. Nitekim bunu, eleştirdiği ve kabul edilemez olarak gördüğü hususlarda alenen görmek mümkündür. Turan Dursun ise indirilen din ile uydurulan dini tefrik edememiş bir kişidir. O da uydurma hadisleri, Arap örfünün din haline getirilen bir takım örflerini Müslümanlık diye eleştirmiş, gerçek dinden haberi olmayan biridir. Hele bazı ayetlere getirilen yanlış tercüme ve yorumları analiz etmeden din diye göstermeye kalkmıştır. Yukarıda belirttiğim gibi, her ikisi de din görevlisi olmalarına rağmen, kendi dinlerinin aslına vâkıf olamamış kişilerdir. Turan Dursun gelenek ve hurafeleri din diye eleştirirken, Jean Meslier ise ateistik fikirlerini tarihi materyalizme, ve kötülük probleminin evrenselliğine bağlamaktadır. Her ikisi de hizmet ettikleri dinlerinin zayıf karınlarını tespite çalışmışlar, analiz edemedikleri, ayıklayamadıkları ve anlayamadıkları her hususu bu daire içinde değerlendirmişlerdir.

Jean Meslier, daha eserinin önsözünde ünlü Fransız düşünürü Montaigne’den bağlamında olsun olmasın “Bazıları inanmadıkları şeylere inandıklarına, halka inandırırlar; sayıları daha çok olan bazıları da, inanmanın içeriğine nüfuz etmeyi bilmediklerinden inanmadıkları şeye kendi kendilerini inandırırlar, yanı nefislerini aldatırlar” (s. 67) cümlesini alıntı yaparak işe başlar. Dini görüşler hakkında sağduyulu olmak gerektiğini vurgular. Ona göre sağduyu ile hareket edilirse dinin, inancın vb her şeyin hiçbir sağlam dayanağı ve mesnedi olmadığını görür kanaatindedir. Halbuki burada o, sağduyuya da haksızlık etmiş oluyor. İnsan sağduyu ile hareket ettiğinde inancın ve dinin yararlarını da görebilir. O, sağduyuyu kendince olumsuz bir anlamda kullanıyor.

Jean Meslier, dini “temelsiz bir bina” teoloji de “tabiat bilgisi nedenlerinin sistemleştirilmiş cehaletinden ve kocaman bir ham hayal ve çelişkiler yumağından başka bir şey değildir” diye tanımlar.(s. 67). Ona göre teolojinin din adında bir romanı vardır ve bu romanın kahramanı da tanrı olarak görür buradan hareketle dinlerin ve tanrının bir hayal ürünü olduğunu söyler (s.68). Bütün dinlerde ona göre “eskiden, vahşi, zalim, hep savaşçı olan milletler, çeşitli adlar altında kendi düşüncelerine uygun, yani zalim, yırtıcı, çıkarını düşünen, kana susamış bir tanrıya tapmışlardır. Yeryüzünün bütün dinlerinde bir ordular tanrısı, kıskanç bir tanrı, bir intikamcı tanrı, bir öldürücü ve yok edici tanrı, öldürmekten ve vuruşmaktan hoşlanan bir tanrı, insanları kendi zevkine göre ibadet ettiren bir tanrı vardır” (s. 69) diyerek tarih boyunce çeşitli inançlardan ve din savaşlarından anladığı tanrıyı bu şekilde tasvir eder. Halbuki vahşi bir hayat yaşayan ve öldürme ve işkenceyi yaşam tarzı edinmiş gözü dönmüş toplumlar ancak kendilerinden daha güçlü, daha zorlu, daha büyük  bir güç karşısında zaptedilebilir. İşte bu sebeple Tanrı hem müjdeleyen hem de korkutan sıfatlarla kendini tanıtır. Bunun için peygamberleri uyarıcı ve müjdeleyici olarak göndermiştir. Tabiki Meslier işin bu tarafını görmek istemiyor.

Meslier, insanın nimet ve mutluluğunun dünyada olduğuna dikkat çeker. “Ey insan! Sen arzın evladısın; arz, çalışkan evladından hiçbir nimeti esirgemeyen cömert bir anadır; gözlerini semaya dikme, sema boştur” (s. 72) diyerek, kişinin çalışmakla bu dünyada nimetini kazanabileceğini, bu dünyayı imar edebileceğini belirtiyor. Ancak dinlerin, özellikle İslam dininin gayesi de bu dünyayı imar etmektir, çalışmaktır, çalışmadan boşu boşuna ellerini açıp dua etmenin bir faydası yoktur, çünkü dünya ahiretin tarlasıdır, ne ekersen orada onu biçersin. “ahiret” sondur. Son demektir. Din ahirette değil, dünyada uygulanır. Ayrıca arzı nimetleriyle insanlığın emrine sunan bir Varlık da unutulmamalı. Bunlar kendi kendine tesadüfen oluşmadı. Yoksa bütün bu nimetleri kim var etti, sorusu cevapsız kalır.

Jean Meslier’ye göre “bir Tanrı’ya inanmak gereksizdir, en doğrusu ona inanmamaktır” diyor.

Bu ifadesiyle Tanrı kavramının anlaşılmaz oluşu onu böyle düşündürmektedir. Bu kavramın anlaşılır olmaması, onun aşkın bir varlık ve aşkın bir kavram olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer bu kavram tam anlamıyla anlaşılabilir olsaydı o zaman Tanrı’nın insanın idrak dairesininin içinde olması gerekirdi ki bu da onun cismani bir varlık olması demektir. Cismani bir varlık olması demek, O’nun evrende bir nesne olması demektir. Bu ise Tanrı’lığa muğayirdir. Onun için O aşkın bir Varlık’tır.

Gelecek yazımızda devam edeceğiz.