İsmail Yakıt

Tüm yazıları
...

Ateizm-XXVIII

1950’de Denizli’nin Tavas İlçesi Kızılcabölük Bucağı’nda dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu memleketinde, liseyi Denizli’de bitirdi. Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1970-1974) tamamladı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından burslu olarak Fransa’ya gönderildi. “Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde” Doktora yaptı (1974-1979). Doktora tez çalışmaları esnasında, Sorbonne Üniversitesi’nde Mukayeseli Felsefeler Dalı’nda İhtisas Diploması aldı (1976). Kahire (Mısır) Üniversitelerinde araştırmalarda bulundu (1976-1977). Paris Tıp Fakültesi’nin Juvisy Dokümantasyon Merkezinde araştırmalar yaparak “Anthropologie biologique” sertifikası aldı (1978). 1979’da İslam Felsefesi ve Mukayeseli Felsefeler dalında Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı evrim teorileri üzerindeki Doktora tezini “Pekiyi” dereceyle savunarak yurda döndü. Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler (İlahiyat) Fakültesi’ne Dr. Asistan olarak girdi (1980). KKTC’nde Yedek Subay olarak askerlik yaptı (1980-1981). Yardımcı Doçent oldu (1982). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı’na naklen tayin oldu(1984). Doçent oldu(1986). İslam Felsefesi Profesörlüğü’ne yükseltildi ve akabinde S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı’na tayin edildi(1993). Üç dönem arka arkaya dekanlık yaptı(1993-2003). Bu arada Sosyal Bilimler Enstitüsü Kurucu Müdürlüğü görevini de yürüttü (1993-1999). Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Başkanlığına atandı (2010). Bir dönem Bölüm Başkanlığı da yaptı.(2014-2017) 2017 yılı Temmuz ayında yaş haddinden emekli oldu.

Fransızca ve Arapça bilen Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın birçok yayını bulunmaktadır. Çalışmalarının bir kısmı İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Almanca, Özbekçe, Uygurca ve Japoncaya çevrilmiştir.

İletişim:ismailyakit@gmail.com 

İsmail Yakıt

İslam Dünyasında Ateizm (Devam)

Razî’nin bu beş temel ilkeden Yaratıcı, akıl ve hikmet sahibi, her şeyi en iyi şekilde bir düzen içinde yaratmış Tanrı’dır. O’nun varlığının delili, eseri olan kozmolojik âlemdir. Buradan alınan her hangi bir delil O’nun varlığını ispata yeter kanaatindedir. Diğer ilkeleri de ayrı ayrı açıklar. Razî metafiziğinin temelini teşkil eden bu ilkelerin yer aldığı kitabı “Kitabu’l-İlmi’l-İlahî” ise İslam düşünce tarihinde en fazla eleştirilen ve en fazla reddiye yazılan kitaplar arasındadır. Bu eleştiriler, Allah’tan başka ezeli varlık kabul ettiği, sisteminin pek çok çelişki içerdiği, hatta bu görüşlerinin Sokrat’tan, Harranlı Sabiilerden ve Maniheistlerden alındığı gibi eleştirilerdir.

Nitekim “Kadim Şark kültürlerinde kozmik varlığın oluşumuna ilişkin ezelî ilkelerin varlığı söz konusudur, bu doktrinin belirgin izlerine Eflatun’un Timaios adlı diyaloğunda rastlanmaktadır. Razî’nin kendisi de bunu belirtmektedir. Dolayısıyla Kadı Sâid’in, ‘Razî, Aristo’nun, felsefenin esasına ait birçok şeyi değiştirip bozduğunu, Eflatun ve önceki filozoflardan birçoğunun görüşlerine ters düştüğünü gerekçe göstererek Aristo’nunkinden çok farklı bir sistem geliştirmiş, tabiat felsefesi alanında de Pisagor/Fisagor ve Pisagorculuğu benimsemiştir” şeklindeki (Tabakâtü’l-Ümem, s. 36) da değerlendirmesi’ doğru bir tespittir” (Bkz. M. Kaya, Razî, Ebu Bekir, DİA, C. 34. s. 483-484, İstanbul, 2007)

Razî, Türkçe’ye de çevrilen meşhur et-Tıbbu’r-Ruhanî adlı eserinde Allah’ın insana verdiği en önemli nimetin akıl olduğunu söyler. Ona göre, insanı hayvanlardan ayıran ve onlardan üstün kılan en önemli güç akıldır. Çünkü insan varlıkları akıl sayesinde tanır, bilim ve sanatı akılla yapar hatta Tanrı’yı bile akılla bulur. Ahlakın ölçüsü bile akıldır. Davranışlar ne derece akla uygunsa o nispette insan ahlaklı sayılır. Her şeyde olduğu gibi aklın önünde de bir takım engeller vardır. Aklın önündeki engel ise insanın heva ü nefs denilen nefsanî ve şehevî arzu ve istekleridir. Ayrıca insanı Tanrı, bu gibi durumlarda insana destek olması için irade adı verilen bir destek de vermiştir. İnsanın sorumluluğu da hür iradesiyle yaptığı eylemlerden gelir. Mutluluk da buna bağlıdır. İnsanın ahlaki kimliği, irade eğitiminin sonucudur. Yani kişi mutluluğa akıl, irade, bilgi yoluyla kavuşabilir. İnsanın doğuştan gelen bir takım hayvanî duyguları iradesiyle kontrol altına alarak yaşaması onun erdemli bir filozof olduğunun göstergesidir. Bu hususlar da onun sokratik düşünceye sahip olduğunu gösterir.

Razî, Tek Tanrı’ya inandığı halde dini ve peygamberliği kabul etmediği gerekçesiyle pek çok itirazların hedefi olmuştur. Ona göre insan, Tanrı’nın verdiği akıl ve adalet duygusu sayesinde, bir peygamberin veya her hangi bir ruhanînin aracılığına gerek duymadan, kendi yolunu bulabilir. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, faydalıyı zararlıdan haklıyı haksızdan ayırabilir. Öte yandan Hikmet, adalet ve sonsuz merhamet sahibi bir Tanrı’nın insanlar arasından peygamber seçmesi ve onu üstün niteliklerle donatması onun hikmet, adalet ve merhamet sıfatlarıyla bağdaşmaz, eşitliği bozar. Ayrıca tarih boyunca yapılan din savaşlarını da peygamberlerin insanların başına sardığı felaket olarak görür. Mucizenin kehanetten, Kur’an’ın da sanat değeri yüksek bir şiirden farklı olmadığını söyler… Bütün bu iddialar için (Bkz. Ebu Hâtim er-Razî, A’lemu’n-Nübüvve” Tahran, 1977, s. 1-2, 45-54’den naklen M. Kaya, a.g.y.)

Bütün bu söylenenler Razî’yi eleştirenlerin iddialarıdır. Bütün eserleri tam olarak bize kadar ulaşmadığından kesin bir şey söylememiz doğru olmaz. Ancak deistik dünya görüşüne sahip biri olduğunu anlıyoruz. Bunun yanı sıra et-Tıbbu’r-Ruhanî’nin ölüm korkusu ile ilgili bölümünde ise onun ahiret inancı ve dini kabul ettiğine dair bazı düşüncelerine rastlamaktayız. Ona göre bu korkuyu yenmenin en emin yolu, kişinin ölümden sonraki hayata inanmasıdır. Zaten akıl ve adalet duygusuyla beraber, Tanrı’nın merhameti ve hikmeti de ölümden sonra ebedi bir hayatı gerekli kılar. Razî, bu noktada erdemli bir hayatı kendine şiar edinmiş, akıl irade ve adalet duygusu içinde yaşamış bir kişinin, gerçek ve doğru bir dinin (eş-şerîatu’l-muhikka) ortaya koymuş olduğu prensipleri tam olarak yerine getiren faziletli ve erdemli insanın da ölümden korkmasına gerek kalmaz. Gerçi bazıları ölümü ebedi bir yok oluş görenler, bu korkuyu aşmak için kendilerini çeşitli şeylerle avutsalar da, inanan bir kişinin yaşama sevincine asla erişemezler. Ayrıca bunlar karamsardırlar ve kendilerini teselli edecek bir şey bulamazlarsa da intiharı bir yol olarak seçerler. (Razî, et-Tıbbu’r-Ruhani (Ruh Sağlığı), Çeviri ve inceleme, Hüseyin Karaman, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 137-140). Görüldüğü gibi deist bir filozof olan Razî, ahiret inancını aklın ve adalet duygusunun bir gereği saymakta ve dini de bu noktada kabul etmektedir.

Görüldü gibi Razî’ye ateist demek yanlış olur. Yani ona izafe edilen “mülhit” yakıştırması yerinde bir tabir değildir. Razî’nin deistik bir dünya görüşünü benimsediği, bunun da sebebi devrinde çok eleştirilmesinin yanı sıra nübüvvet kavramını ve Kur’an’ı tam olarak takdir edemediğini de söylemeliyiz. Bununla birlikte o, ölüm korkusu, akıl ve adalet duygusunun insanı ahiret inancına götürdüğünü söylemesi onun aynı zamanda dinin ahiretle ilgili konusunu da kabul ettiğinin göstergesidir diyebiliriz.

Gelecek yazımızda devam edeceğiz.