Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

Dilden Dilciler mi Sorumlu?

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Dil konularını dilcilere bırakmak felaketli bir durum yaratıyor. Dilimiz bozuldukça bozuluyor, kayıp hanesi kabarıyor, telafisi güç zararlar doğuyor. Dil bütün milletindir ve sahibi de millettir. Millet diline titizlenmezse, dil sevgisi, saygısı, şuuru yerleşmemişse bilim adamları ve kurumları da boşluğa düşebiliyor. 80 yıldır dil çalkantısı ve kavgası yaşanan bizim memlekette varılan yer burasıdır. Bu, çok yönlü incelenecek bir meseledir. Ben bu yazıda meselenin dil bilginlerimizle ilgili kısmına temas edeceğim.

Dilin ilmini elbette uzmanları yapacak. Ekler, kökler, yapı vesair özellikler, kelimelerin soy kütüğü ve tarihçesi diyebileceğimiz etimoloji bilimin konusudur.  Dilin tarihi, diller arasındaki kıyaslama vesair teknik sayılabilecek hususlar dili kullananlar için sadece bir entelektüel bilgidir. Merak edenler onları da bilirler. Dil bilmek sadece bir tarafıyla böyle görünür. Ancak dil konuları bunlardan ibaret değildir. Dilin kendisi hiç değildir. Dikkat edilecek en önemli nokta budur.

İki hidrojen bir oksijen su mudur?

İlim adamları, dili anlamaya çalışırken, çok zaman her an yaşayan, yaşatılan canlı halini unutur gibiler. Bunun sebepleri üzerinde durmak lazımdır. Her zaman verdiğim bir örnekle söyleyecek olursam, suyun iki oksijen ve bir hidrojenden meydana geldiğini bilmek, bilimin konusudur. Bize mekteplerde bunu ezberletirler. Erbâbı, laboratuvarlarda suyu bu iki elemente ayırarak daha yakın bilgi elde eder. İşin ilginç tarafı, bu bilginin suyu bütün yönleriyle bilmek demek olmadığıdır. Özü bu birleşim vermez. Su, ne hidrojendir ne de oksijen. Bu bilişle suyun tadını almış olmayız. İçtiğimiz suların bu iki elementin böyle bir birleşmesinden meydana geldiği doğrudur; kesin bir bilgidir, fakat suyun tadını ve işlevlerini bilmeye götürmez.

Çok zaman dilciler, dili su örneğinde olduğu gibi bileşenlerinden ayırıyorlar. Üzerinde uzun uzun konuşuyorlar. Özel bir dille çözümlemelere giriyorlar. Bu bilgiye erişme gayreti ve bu bilgi hiç şüphesiz çok değerlidir. İşin tadını kaçıran bundan sonrasıdır. Suyu oksijen ve hidrojene ayıranların suyu tattıramadıkları gibi, dilcilerden hatırı sayılır bir kısmı da ek’te kök’te kalıyorlar. Ayırdıklarını birleştiremeyen ve suyu kaybettiren kimyacı durumuna düşüyorlar.

Nihad Sami Banarlı’nın, gramercilikten şikâyeti tam budur. Âdeta, gramer kaidelerini dilin kendisi sayan ve dili orada dondurmaya çalışan anlayış, tam da bu durumdadır. Gramer, dilin kurallarını tespit eder. Gramerciler yokken de gramer vardır. Kullandığımız dilin özelliklerini anlama gayreti kendisi değildir. Dil, doğuş kadar tabiidir. Anadan atadan, çevreden, toplumdan öğrenilir. Hiç gramer bilmeyen, hatta okuması yazması olmayanlarca konuşulur. Mesela, onlar arasından mükemmel Türkçe bilenler çıkar.

En iyi dil bilen dilcilerden çıkmayabilir

Dili iyi bilir dediklerimiz dilciler arasından çıkmayabilir. Bir araştırma yapılsa, dili en iyi kullananlar listesinde ön sıralarda dilcilerin çıkmayacağı da az çok bellidir. Bunu bize has bir problem gibi söylemiyorum. Örnek bizden olsa da belli oranda dünya ölçeğinde bir gerçektir.

Şu var ki, dünyada dilcilerin dil hatası yapmaları pek rastlanır bir durum değildir. Güzel değilse de sağlam bir dil kullanırlar. Güzel bir dil kullanmak başka meseledir. Onu sanatkârlardan beklerler. Bizde, ünvanlı dil hocalarının dilinin bu ölçüye uyduğunu söylemek epeyce zordur. Sebeplerini arayan bir çalışma okumuş değilim. Yapılsa, bir hayli şaşırtıcı sonuçlar çıkacağından eminim.

Biraz mahcubiyetle ve kendimi tutmaya çalışarak konuyu açmaya devam edeyim. Esasen bizde dil problemleri üzerinde analiz kabiliyeti de görünmüyor. Sentez kabiliyeti derseniz, orada da sıkıntılar var. Sanırım yakın bir örnek ne demek istediğimi anlatacaktır. Biz, 1934’ten beri bir dil kargaşası yaşadık, yaşıyoruz.  Çok ağır bir dönemdir. Bize çoğa mal olmuştur. İyi ve faydalı tarafları az, zararları çok çok fazla yaşanmıştır. Üniversite yıllarımızda “Yaşayan Türkçe”yi savunan bir grup ilim adamı ve aydın arasında bu hareketin bir yıkım olduğundan bahsederlerdi. Şimdi de benzer görüşte olanlar var. O zaman yazılanlar birkaç orta boy kitap hacmindedir. Gazete ve dergi yazısı hacmindedirler. O yazarlar arasında,  hemen hemen uzun tahlile girişen de yoktur.

Bu ağır dönemi anlatan bir ilim eseri bizden çıkmadı. Binlerce dilcimiz, bize yaşadığımız süreci, olan bitenleri, dile getirdiği ve götürdükleri ve toplum hayatımızı nasıl etkilediğiyle ilgili bir kitap yazmadı. Adını yazılarımda sık sık hayranlıkla andığım Geofrey Lewis isminde bir İngiliz bilim adamı, bizim binlerin yapamadığını yaptı ve Trajik Başarı’yı yazdı. O eserde, uydurmacılık maceramızın vardığı noktalar ince ince yoklanıyor ve pek çok konu hakkında esaslı hükümlere varılıyor. Ben ne zaman hatırlasam utanırım. Türk ilim âlemi adına utanırım. Entelektüel hayatımız adına utanırım. Yaşayan biziz ve yaşadığımızı biz anlayamıyor, anlatamıyoruz.

Yaşadıklarımızı anlayamıyoruz

Bunun bir temel problem olduğunu tespite mecburuz. Sıra sıra unvan verdiğimiz çok değerli isimler, oksijeni hidrojeni ayırıyor ve onlardan su elde edemiyorlar, parçaları birleştiremiyorlar. Tadını vermek ve duyurmak zaten beklenemiyor. Üstelik yaptıklarını da, başka olan biteni de bize anlatamıyorlar. Terkib kabiliyeti (sentez potansiyeli) herkeste olmayabilir. İlim adamı dediklerimiz arasında da bu konuda zafiyeti olanlar bulunabilir. Fakat büyük çoğunluğun oradan buradan bilgi toplayıp, ekleyerek, bağlayarak unvan elde etmeleri konusunda ciddî ciddî düşünmemiz gerekiyor.

Bu durumun faydadan çok zarar getirdiğini düşündüğüm çok olmuştur.

Üniversite yıllarında sıkça konferanslarına gittiğim yerlerden biri Türk Kadıları Kültür Derneği idi. Zannediyorum 1976 yılı olacak, orada bir dizi dil konferansı düzenlenmişti. Dil kavgalarının hızlandığı, kullandığı dile ve kelimeye göre insanların seçildiği bir ayrışma dönemiydi.  Prof. Dr. Ahmet Temir, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz da dâhil önde gelen dilciler konuşmacıydı. Dört hafta onları dinledikten sonra çok üzülmüştüm. Derde deva şeyler duyamamıştım. Dilin ekinde kökünde gezindiler. Zevkine hiç mi hiç yanaşamadılar. Sevgi uyandıramadılar. Bu üzgün halle, kapıda o zamanın dil asistanları bugünün büyük dilcileri Tuncer Gülensoy ve Hamza Zülfikar’la yüz yüze geldik. Dedim ki, “Hocalar, anladım ki bu dili, dilciler mahvediyor!”  Hamza Bey, “Bak Tuncer, duydun mu Yağmur ne diyor?” dedi.

Bu hükmü vermek o zaman da bana düşmezdi, şimdi de düşmeyebilir. Hissettiğim ve anladığım oydu. Belki şaşacaksınız, 40 yıl sonra hala aynı kanaatteyim.