Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

Dış Türklerle Kıyaslarsak…

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

14. yaşımdan itibaren bütün benliğimle Türklük ediyorum. Türklük etmek, nerede bir Türk varsa onu sevmek demek. Bu sevgi tarihsiz olmaz. Dilsiz zaten olmaz. Türk demek önce Türkçe demektir.

1990’dan itibaren Türk coğrafyasının hemen tamamını gördüm. Türkçe merakım dolayısıyla ayrı bir dikkatle incelediğimi tahmin edersiniz. Dilcilerimiz ağırlıkla kelimelere dikkat ettiler. Sonra dilin yapısı ve sesi üzerinden başka teknik hususlara baktılar.  Ben aynı malzemeden hayata ve topluma baktım. Çokça yazdığım ve konuştuğum bu meselenin üzerinde durulması gereken çok önemli taraflarına temas edeceğim.

Birkaç yazımda tiyatrocularımızın Türkçeleri, kültür bakımından yetişmeleri ve uygulamaları üzerinde durdum. Konuyu tam açabildiğimi düşünmüyorum. Tartışacağımız bir zemin oluşmasını istedim, ne çare söze giren olmadı. Son yazımda, “Bırakınız bir Nef’î, Bâkî, Fuzûlî şiirini, Yahya Kemal şiirini doğru okuyacak üç beş isim bulamayacağımızdan” bahsettim. Dehşete düşürecek bir haldir. Bu kadar ağır bir durumda bulunuşumuzu hiçbirimizin kolay hazmedeceğini sanmıyorum. Susuşumuza rağmen sanmıyorum.

Türk dünyasında da böyle mi?

Türk dünyası ile gözlemlerim bana başka bir hakîkati gösterdi. Bizimle diğer Türk toplulukları arasında Türkçe dikkati bakımından önemli farklar vardı. Devleti olan Türk toplulukları, yoğun bir edebî dil yaratma baskısı ve aceleciliğiyle hareket etmişler. Lehçelerden dil yaratma bu şekilde başarılmak istenmiş. Sovyet idaresi, bunu olmazsa olmaz bir hedef olarak koymuş. Rahmetli Prof. Dr. Saadet Çağatay, vefatından birkaç ay önce bana verdiği ‘Bittiği Yerde Başlar’daki mülakatta “ İnşallah başaramazlar... Bu bizi sıkıntıya sokar.” demişti. O kadar önemli bir meseleydi. Bir ölçüde başardıklarını şimdi görüyoruz. Bu konuyu ayrıca konuşmamız lazım, çünkü önemlidir.

Şimdi diyeceğim husus, Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki bir büyük farkla ilgilidir. Biz, tiyatro sanatkârlarımıza bile Nef’î şiirini doğru okuyacak bir bilgi ve sevgi ver(e)memişken onlarda durum bambaşkadır. Onlar size Fuzûlî, Nesîmî, Ali Şîr Nevâî şiirleri okurlar. Sadece tiyatro sanatçıları ve dilciler, edebiyatçılar değil, hemen her okumuş size ezberden divan şiirleri okur. Özbekistan’da, Azerbaycan’da böyledir. Hatta bir ölçüde Türkmenistan, Tataristan ve diğer Türk bölgelerinde de böyledir. Kerkük’te zaten böyledir. Eski yeni dil ve edebiyat zevki iç-içe, günlük hayatın tadı tuzu halinde devam eder.

Hâlbuki Türkçe, hiçbirinde Türkiye’deki kadar işlenmiş değildir. Bu kadar zenginleşmiş de değildir. Bir dönemin dil ve edebiyatını entelektüel hayatımızdan bile çıkarışımız bizi bu noktada akıl almaz bir cehalete düşmüş gösteriyor. Yaşadığımız dil sadeleşmesi furyasında bindiğimiz dalı tamamen kesmeyi hedeflemek gafleti yüzünden bu hale düştüğümüz canımızı yakan bir doğrudur. Diğer Türk bölgelerinin koruduğunu biz yıkmışızdır. Bu acayip denklemi çözmek zor iştir. Gittiğim yerlerde defalarca bu konu değişmez dikkatlerimdendi. Türk Cumhuriyetlerinde ilim ve sanat adamlarının kültürü tamamen bu dil ve edebiyat üzerineydi. Bazıları bizi mahcub edecek kadar derin biliyorlardı. Diyeceğim diğer hususlara geçmeden bu konuya da bir örnek vereyim.

Bir büyük Türk sanatkârı: Şîrali Cürayev

2008 yılıydı. Özbekistan’ın büyük sanatkârı Şirali Cürayev Ankara’ya gelmişti. Türk Dünyası Devlet Türk Müziği Topluluğu’nun kurucusu, en verimli çağında aramızdan ayrılan büyük değer Ali Özaydın haber verdi. Bereketli bir gündü.  Yoldayken, sevgili Gülden Arbaş bir dost grubunun toplantısına çağırdı. Durumu anlattım, misafirlik erken biterse kendisinin Keçiören’e gelebileceğini söyledim. Bir müddet sonra geldi. Şirali Eke ile tanıştırırken, “Gülden Hanım, Mevlana Kültür Sanat Vakfı Başkanı”  dedim. Söz sohbet bir yere kadardı ve kısa bir konser için Şirali Eke davet edildi. Kısa olacaktı, çünkü ertesi gün konser kaydı vardı.

Şimdi sıkı durun! Şirali Eke, Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti ile başlamasın mı!.. Arkasından başka bir Mevlevî eserini seslendirdi. Bu yüksek başlangıcı yine divan şairlerinin eserleriyle devam ettirdi. Hepimiz şaşırmıştık. Hiçbir hazırlık olmadığı halde, Mevlevî misafiri hürmetine o seviyeyi gözetmiş, şahane bir gece yaşatmıştı. Hepimiz başka bir âleme geçmiştik. Gülden, oluk oluk gözyaşı akıtıyordu. O kadar tesirli bir okuyuştu.

Ya bizde?

Değerlendirmesini sonra yapabildik.  Bizde hangi sanatkâr bunu yapabilirdi? Biz ki hep hür yaşamıştık, üzerimizde Sovyet baskısı benzeri bir ağırlık da yoktu. Hep aynı noktaya geliyoruz: Biz o kültür ve dille temasımızı kesmiştik. Onlar, hala o dili anlıyor, şiirinden müziğinden zevk alıyor ve hayatlarının ayrılmaz bir manası gibi kabul ediyorlardı.

Diyelim ki Şirali Eke bir büyük müzisyen sıfatıyla bunları bildi, öğrendi. Fakat o bir istisna değil. Okumuşlar ve halktan insanlar da aynı kültürle yetişiyor. Anlıyorlar, istiyorlar, seviyorlar. Bunu birçok kişide ve örnekte denedim, gördüm. Taksiye biniyorsunuz, şoför size divanlardan örneklerle konuşuyor. Alışveriş yerlerinde yine aynı durum. Umulmadık yerlerde, umulmadık kimseler, Türkiye’nin profesyonellerinin içinden zor çıkacağı şiirleri okuyorlar. Hem de vezne ve manaya dikkat ederek... Yanlış okuyan hemen hemen yok. Güzel okuyan da çok.

Bizim tiyatrocularımız bile o halktan insanlar kadar doğru okuyamaz ve ağızlarına yakıştıramaz. Gel de yanma! Bu çarpıcı dikkati çok yerde söyledim ve yazdım. Türkiye Türkçesinin işlenmişliğine ve ileriliğine rağmen böyle bir geriliğimiz olduğunu bilmeliyiz. Bu nokta önemli. Tekrar vurgulayayım: Türkçe’nin en ileri ve en zengini şüphesiz Türkiye’de konuşuluyor, yazılıyor. Fakat edebiyat tarihi ve dilin geçmişi bakımından bir bilgi ve zevk eksikliğimiz olduğu da muhakkak.

50 yıl önce iyiydik

Dünün okumuşlarında ve tiyatrocularında bu arıza yoktu. Çünkü Türkçeyi çok iyi biliyorlardı. Doğru ve güzel okuyorlardı. Hayranlıkla dinleniyorlardı. Sevenleri ve anlayanları vardı. Az sayıda da olsa Türkçe bilen ve edebiyat seven kuvvetli bir aydın zümre vardı. Son yazılarımda hep tiyatrocular üzerinde durdum. Eski oyuncuların Türkçesinden de bahsettim. İyi bilirlerdi. Hatta iyi yazarlardı. Hem bilgi hem de zevk ve öğreticilik bakımından öne çıkanları vardı. Keşke yazsalardı.

Birini zevkle anacağım. Büyük bir oyuncuydu. Bugün ismini hatırlayan olduğunu bile sanmıyorum. Nüvit Özdoğru, Türkçeyi en güzel anlatan kitaplardan birini yazdı. Maalesef o güzel Türkçemiz kitabının da baskısı yok. Yazılış hikâyesi de ilginçtir. Nüvit Bey bir süre yattığı hastahanede, hastalığının nekahet döneminde bir çırpıda yazmıştır. Hakikaten pek güzeldir ve herkesin rahatça okuyacağı bir eserdir.

Düşünün hasta yatağında bilgi ve zevk eseri o güzel kitabı yazacak donanımda tiyatrocularımız vardı. Sayıları hiç de az değildi. Türkçeleri zengin ve parlaktı. Güzel kullanırlardı. O örnekler eminim bize gideceğimiz yolu da gösterecekler.