Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

En Büyük Gaflet

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Türkçe varsa Türklük vardır. Türkçesiz Türklük olmaz. Türkçesiz Türkçülük gülünç ötesi, akıl dışı bir iştir. Bugün neredeyse buna yakınız. Dilimizi bilmiyoruz. Dil dikkatimiz yok. Kötü konuşuyoruz, yazamıyoruz. İyiyi kötüden ayırt edecek dil ölçümüz kayboldu.  Dahası, bilenler azdan az kaldı. Onlar yana yakıla dertleniyorlar,  anlamıyoruz.  Unutmayın: Bu bir var oluş meselesidir.

Beka problemi şunun bunun tehlikede olmasıyla ilgili değildir. Şahısların düşüşüyle hatta kurumların kaybıyla da sonumuz gelmez. Nâdir durumlarda ve mesela Türkçe tehlikede ise bekadan söz edilebilir. Mesele bu kadar açıktır. Evet dil bu kadar önemlidir.

Gaflet yakıcıdır

Yahya Kemal, “ Türkçe ağzımda annemin sütüdür.” der. Evet dil, ana sütü kadar aziz ve mukaddestir.  Bunu fark etmeyen ve buna göre davranmayanlar yanarlar. Vatan savunması kadar hatta sırasında ondan da değerli bir anlayıştan bahsediyoruz. Çünkü dil varsa devlet de vatan da yeniden kurulur ama dili yeniden kurmak imkânsıza yakındır. Yahya Kemal bu fikri yine aynı netlikte söyler.

Der ki: “ Bir şair çıksaydı da bizde dil fikrinin kutsiyetini uyandırsaydı; bize öğretseydi ki; bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan bu Türkçe’dir.” Devamına dikkat buyurun lütfen, “ Bu bağ öyle bir bağdır ki, vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar. “ Bu satırların devamında zihnimize tam yerleşsin diye bir vecize halinde o şahane cümleyi söyler: “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır.”

Bu cümleler, Türkçe’nin en güzel şekilde konuşulduğu ve yazıldığı zirvede bulunduğu zamanlarda söylenmiştir. Türkçe’nin zirvede olduğu dönem, 20. yüzyılın ilk çeyreğidir. Osmanlının son Cumhuriyet’in ilk neslinin Türkçe’si muhteşemdir. O zamanın okulları dil öğretimini yüksek seviyede başarıyordu. 1930’lardan sonra gelen arayışların dildeki bozulmayla beraber eğitim-öğretim sisteminde de bozulmalar getirdiği açıktır.  Dikkat edin, derece derece 1950’lere kadar gelen bir dil zenginliği, zevki, doğru ve güzel kullanma alışkanlığı vardır.

O nesle yetiştim

Gençliğim, benden çok yaşlı insanların arasında geçti. Kendimi zevk ve anlayış bakımından onlara yakın hissederdim. Halide Nusret Zorlutuna’nın vefatı üzerine yazdığım yazıda, “Ben bir akranımı kaybettim” dediğimde çok gençtim ve bazıları şaşırmıştı. Doğruydu. Onlarda gördüğüm bir husus hayran olduğum Türkçeleriydi. Orta ve Lise seviyesinde okul bitirmiş olanlar şaşılacak kadar şiir ve edebiyat bilirlerdi. Şair ve yazarlardan bahsetmiyorum, öyle çok da okumamış olanlardı. 1927’den önce eski yazıyla okumaya başlamış olanlar dil bakımından daha iyiydi.

İlk memuriyetim Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde basın müşavirliği idi. Orada arşiv dairesinde bir grup yaşlı insan çalışırdı. Ya emekliydiler veya hiç memuriyetleri olmamış, ilkokul, ortaokul, lise mezunu kimselerdi. Eski yazıyı okuyabilen kalmadığı için bulunmuş ve kurtarıcı gibi getirilmişlerdi. İçlerinden ilkokul mezunu Mehmed Amca en iyisiydi. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin muazzam ciltler halinde yayınlanan Türk Mimarisi kitaplarının vakıf senetleri bu zat tarafından okunmuştur. Bunların ve o nesilden tanıdığım başka isimlerin her birinin başka başka meziyetleri vardı. Entelektüel adamlardı. Şiir ve edebiyat bilen, mûsikî zevki olağanüstü incelmiş, profesyonellere taş çıkartacak amatörler vardı.

O nesilden sonra derece derece dil zevkimiz kayboldu. “Dil zevkimiz” diyorum, sadece o da değil, bilgimiz, yazma ve konuşmada akıcılığımız, en önemlisi telaffuzumuz değişti. Bu konuyu ayrıca yazacağım için burada bu kadarla yetiniyorum. Bu bozulma uzun bir süreç gibi görünse de topu topu iki nesilde biter ve bize mahsus bir “trajik başarı”dır.

“Bir şair çıksaydı…”

Yahya Kemal’in bize dilin kutsiyetini duyuran bir şair çıksaydı dediği zamanlar bu bahsettiğimiz bozulmanın başlarındadır. Onun için hayıflanmaktadır. “Şayet bunu yapabilsek dilimizle bu kadar kolay oynattırmaz ve yüksek bir şuurla karşı çıkardık.” demek ister. O şuuru edinmiş bir toplumun diline dokunmaya kolay kolay kimse cesaret de edemezdi.

Üstat şöyle hayıflanır: “Heyhat, bir kimse zuhur edip de lisan fikrini kafalarımızda kutsileştiremedi. Türkçeyi sevmiyor değil seviyoruz. Fakat tıpkı, vatanı Namık Kemal’den evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfi değil. Lisan bahsi henüz bizim kafalarımızda tali bahislerle yer tutmuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki, bu bahisle ancak lisan meraklıları, edipler, muallimler alâkadardırlar. Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğüdür.”

Yahya Kemal, yangın bir gönülle adeta yalvararak milletine müracaat ediyor ve meseleyi can alıcı yerinden söylüyor. Evet, bu derin gafletimiz olmasaydı ne olurdu? Bu sorunun en kestirme cevabı sanırım şudur: Bugünkü yeri onlu yirmili sıralarda gösterilebilecek olan Türkçe, dünyanın en zengin dilleri arasında ilk beşin içinde olurdu. Bunu dayanaksız bir kehanet gibi düşünmeyeceğinizi ümit ederim. Çünkü Türkçe, yirminci asrın başında, batılı dilcilerin ifadesine göre İngilizce ile beraber dünyanın en zengin iki dilinden biriydi (Geoffrey Lewis, Trajik Başarı).

Zengin ne demek? Her fikri, her ilmi, her sanatı, bütünüyle hayatı-yaradılışı ifadeye ve yorumlamaya müsait bir dil demek. Hem kelime ve kavram bakımından hem de ifade kabiliyeti bakımından işlenmiş, gelişmiş bir dil demek. Kaybettiğimiz, harcadığımız budur.

Türkçemiz her türlü kayba rağmen güzel. Fakat kötüye gidişin nereye varacağını bilmek mümkün değil. Diğer diller karşısında zayıf duruma düşüyoruz. Ancak iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı ayırt edebilecek bir dikkat, sevgi ve ilgiden mahrumuz.