Yümni Sezen

Tüm yazıları
...

Geçmişten Geleceğe: Olumlu-Olumsuz Düşünceler - I

1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.

İletişim: sezenyumni@gmail.com

Yümni Sezen

Öne geçmiş milletlerin dünyaya söyleyecek sözleri, idealleri ve bu yolda ilkeleri, etkileyecek güçleri oluşur ve oluşmuştur. Başka türlü söylersek, bu söylediklerimize sahip toplumlar öne geçmişlerdir. İsteklerini yürürlüğe koyarken belirli ve kendilerine has felsefe ve ideolojileri kullanmışlar, onları değerlendirmişlerdir. Yüksek dereceden bu felsefe ve ideolojiler, milli olduğu kadar evrensel karakterde de olabilir ve toplum bunu en iyi şekilde temsil edip kendisiyle bütünleştirmiştir. Bu durum, o milletlerin yaşama şartlarını kolaylaştırır, etki alanlarını genişletir, varlıklarını da devamlı kılar. Din, bu ideallerin başında gelir. Bir Batılı mütefekkirin dediği gibi dünyaya söyleyecek sözü olmayan toplumların yaşama şansı zayıftır. Küçük ve sıradan toplum ve toplulukların yaşama şansı bir köşede sessizce devam eder ve sosyal hayatın akışı içinde yerlerini alırlar. Adeta dünyanın bir kenar mahallesi (varoşu) olarak varlıklarını devam ettirirler. Ya da bu sıradan topluluklar, öne çıkmış olan diğerlerine tâbi olarak yaşarlar. Zaman zaman, özellikle bağımsız yaşayanlarda kımıldanmalar, yarışa katılma istekleri olabilmiştir.

Bütün mücadeleler ileri gitmiş toplumlar arasında olmaktadır. Bugün kültür veya medeniyet çalışmaları dediklerinin altında yatan gerçek budur. Kimse inanmasa da çatışmadan bıkmış olduklarını söyleyenler, bugün Afganistan, Lübnan, Irak, Ortadoğu macerasını yaratmaktadırlar.

Hitler Almanya’sının ‘üstün ırk’ meselesiyle neler yapmaya kalktıkları malumdur. Ruslar, Marksist-komünist ideolojiyi kullanarak dünyaya hâkim olmaya çalıştı. Anglo-Sakson kültürünü, dilini sömürge siyaseti için kullananlar, liberal felsefeyi ve ABD gücünü de kullanarak hâkimiyet yolunu iyi değerlendirdi. Eski Roma’nın ve Fransa’nın da epey marifetleri var. Bugün bütünüyle Batı, inanmadıkları halde Hristiyanlığı kullanıyorlar.

Yahudiler, toplumları içerden çökertmek için her türlü entrikayı, hileyi idealleri için kullandı, bugün açıktan kan döker hale geldiler.

Müslümanlar dünyaya açıldıklarında hiç hataları olmadı mı? Oldu. Fakat inandıkları ve bağlandıkları onları zulüm yapmaktan engellemiştir.

Hakikat yolundaki yarış yerine menfaate dayalı olan ‘hâkimiyet yarışı’ devam ettiği sürece, insanlığın mutluluğu gecikecek veya hiç vuku bulmayacak görünüyor. Yalnız çözümü sahte barış hayaliyle karıştırmamalıdır. Savaş çığırtkanlığı ne kadar kötüyse, altı boş, sahte bir barış çığırtkanlığı da o kadar kötüdür çünkü aldatıcıdır.

Türkiye’nin koroya katılması, gittikçe aleyhine seyreden bir süreçle kendini göstermektedir. Ülkemizde kötü gidişin bir kısmı, dünyanın gidişatıyla alakalı, oraya tâbi, bir kısmı kendine hastır. Kendine has olanları kırmak, engellemek, küresele tâbi olanlar için tedbirler almak, zor ama imkânsız değildir. Büyük hamleler ve irade gücü ister.

Zihniyet, davranış ve sosyal tezahür olarak, ülkemizde kötüye gidişin yanında olumlu ve ümit verici hususlar elbette mevcut olmuştur. Tamamlanmamakla beraber, milletleşme sürecinde epey mesafe alınmıştır. Fakat olgunlaşıp yerleşmeden etnik ırkçılık ve çeşitli gayelerle, bunu kırıp dökmeye çalışmaktadırlar. Özellikle gençlerde, nisbi olarak da olsa, sorgulama ve doğrusunu arama şuuru gelişmektedir. Genç nesillerde uyanış vardır. Ancak inançlı, milliyetçi ve ahlaklı aydın ve yöneticilere ve eğitimcilere ihtiyaçları vardır.

Bu gibi olumlu gelişmeler, ne yazık ki daha baskın çıkan olumsuzluklarla boğulmaya çalışılmaktadır. İki şey baskın çıkmaya başlamıştır: İlkesizlik ve ülküsüzlük.

Aydının çoğu idealsizdir. Halktan kopuktur. Kendi değerlerine yabancılaşmıştır.

Fikirden ziyade slogan hâkimiyeti kurulmuştur.

Bilim, siyasete, şöhrete ve menfaate esir olmuştur.

Siyaset, bilimsiz ve ahlaksız yörüngeye oturmuştur.

Aynı yolun yolcuları, genel çizgileri aynı olanlar, birbirleriyle mücadele etmekte, birbirini hırpalamaktadırlar.

Din ve açlık, başta her şeyin istismarı yapılmaktadır.

Milli iktisattan sürekli kaçılmaktadır.

Küreselcilik bir hastalık halini almıştır.

Oligarşik güç çoğalmakta, yer değiştirmekte, ‘resmi mafyalar’ halini almaktadır.

Eğitim istikrarsız, temelsiz, şaşkın, hedefsiz ve milli olmaktan süratle uzaklaşmaktadır.

Her alanda tenakuz yaşanmaktadır. İçkici ve ahlaksız bazı din adamı ve dindar komünist örneği gibi.

Müslüman aydının çoğu, bazı düşünce ve bahanelerle milli olandan uzaklaşmış, milliyetçilerle gizli-açık mücadeleye girmiştir.

Müslüman olanlar dâhil, aydın ve yöneticiler Batıya endekslenmişlerdir.

Bazı cemaatler din yerine geçmiş, din içinde din olmuşlardır.

Hizmet ve mevki, ahenksiz ve adaletiz durumdadır.

Hainlik yapanlar kilit noktaları ele geçirmişlerdir.

Rüşvet ve iltimas azalacak yerde artmıştır. Daha kötüsü normal ve meşru hale gelmiştir.

Sosyal adaletsizlikler ileri boyutlara varmıştır. Sefalet ve açlık ile lüks ve müreffeh hayat yan yana yaşanır hale gelmiştir.

Devlet, devletliğini ve otorite kaynaklarını her geçen gün kaybetmektedir. Devlet-halk, devlet-dindar barışının bozulması bir türlü giderilememiştir. Bu durumdan istismarcılar istifade etmektedir.

En kötüsü, hastalıkları bünyeden atacak yerde bünyeyi hastalıklara alıştırmaya çalışan despotlar üremiştir. Medya bunların başında gelmektedir.

Pratiğin de bağlandığı zihniyet, felsefe, kanaat ve yaklaşımlar, makro çerçevede siyasetler, önemlidir. Bunun geçmişi ve istikameti bizi daha çok ilgilendiriyor.

Çok şeyin Osmanlı’da başlamış ve yerleşmiş olduğunu gördük. Bu konu çok yazılıp çizildi. Kurucu kültürün kaynağı milli dinamiklerin üreticisi ve asil unsuru olan Türk halkı, uzun yıllardan beri aydın ve yönetici tarafından horlanmış, itilip kakılmıştır. Hakaret ve alay edilmiştir. Osmanlı döneminde göze çarpan bu anlayış ve tavrın Cumhuriyet döneminde de değişik zemin ve şartlarda devam etmiş olduğunu söyledik.

1923’ten sonrasını bazı dönemlere ayırmak gerekir. 1923-1938, 1938-1950, 1950-1990, 1990’dan sonrası. Birinci dönem, Osmanlı’ya tepki ve yeni devletin kuruluşu ve milletleşmeyi başlatma dönemidir. İkinci dönem, hümanizme özenme dönemidir. 1950 sonrası üçüncü dönem, demokratikleşme ve serbestlik dönemi, 1990 sonrası ise küreselleşmeye kapılma, milli özelliklerin yitirilmeye başlama dönemi olmuştur. Biraz da diyalektik karakterli süreç nasıl işlemiştir: Devralınan yarılma ve tezatlar içinde uzun yıllar İslam ihmale uğramış, yer yer mahkûm edilmiştir. İkinci sınıf ve hor görülen vatandaş gibi muamele gören dindar ve din adamları da, duruma tepkiden dolayı uçlara itilmiş, onlar da bazı hatalar yapmıştır.

Yapılanlar çağdaşlık, akılcılık, medeniyet ve laiklik adına yapılıyordu ve bu konuda rol üstlenen kadrolar, yabancılaşan ve milli kimliğinden uzaklaşan aydınlardı. Devlet kadroları unlara ya katıldı ya da seyirci kaldı. Zamanla devlet yetkilileri kendi aralarında da bölündü, gizli-açık bir mücadele içine girdiler.

1950 sonrası yumuşamalar, demokrasinin artıları, siyasi hak ve hürriyetler, ferdi ve sosyal alandaki değişmeler Müslümanları da oldukça rahatlattı. Fakat bu süreçte din istismarı ve aşırılıklar da vuku buldu. Diğer taraftan Cumhuriyetin kurucularına da düşmanlıklar oluştu. 1923-38 nesli ve onların yetiştirdiği nesiller sorumlu tutuldu. Tepkilerde iki kol belirdi: Biri radikal, sert, fırsat buldukça intikam alıcı; diğeri günün şartlarına uyan, çağdaş metotları kullanan, siyaset başta olmak üzere her türlü hizmet ve meslek alanlarına yerleşmeye çalışan, müşterek söylemleri demokrasi, hürriyet, din ve maneviyat olan gerçekte devlet ve rejim karşıtı, fırsat buldukça yine intikam alıcı kol. Şimdi daha çok bunlar yeni oyun, metot ve taktiklerle karşıtlığı yürütmektedirler. Birinciler hep var oldu ama azınlıkta kaldılar ve başarılı olamadılar. Bazen haklı oldukları noktalarda bile haksız duruma düştüler. İkinciler hedeflerine ulaşmada başarı kaydettiler. Takiyye yapan, kadrolaşan cemaatler de bunlara yardım etti, destek oldu. Tabiatıyla yardımlar karşılıklı oldu. Bir kısmı dini eğitimi de almış olan bu kesimler, gerek siyasette gerek kurumlarda iktidar ve cemaat olarak kadrolaşmaya önem verdiler. Fakat durum o hale geldi ki, eskilerin yaptıkları yanlışlıklara farklı açılardan daha büyükleri eklendi. Siyasi ve sosyal büyük tehlikeler yaratmaya başladılar. Zaten kuraldır ki birilerinin haksızlığı öbürlerinin mutlaka haklı olduğunu ifade etmez. Biri haklı diğeri haksız olabileceği gibi ikisi de haksız olabilir. Biraz da ölçütlere bağlı olan bu durum, propagandaya ve günün deyişiyle medyatik bir ortama esir olabilir.  Öyle de oldu. Düşmanlık ve intikam peşinde olup kadrolaşmaya çalışan yeni güç sahipleri bazı çağdaş üslup ve metotlara ulaşıp, iddia-ideal ve hedeflerinin aksine gayri meşru yollara da girdiler. Adaletsiz ve haksız yönetim tarzlarına suiistimal, yolsuzluk gibi işler eklendi. Bu da normal bir sonuçtu. Çünkü liberal felsefeye, onun doğuracağı bütün iktisadi düzene inanıyor, kapitalizmin bütün gereklerini yerine getiriyorlardı. Tuhaf olan şuydu ki hem günün şartlarına uyuyor, demokratik olmaya çalışıyor hem hala rejim değiştirmek ve intikam peşinde olmak tavrından vazgeçmiyorlardı. Öbür gruplardan, yani radikallerden bir kısmı, bunlara karşı çıkmaya, tenkit etmeye, mücadele etmeye başladılar. Her ikisisin de rejimle ve yapılmış olan hatalarla problemleri olduğu halde bir ayrışma içine girilmişti. Çünkü dindar olanlarına, sosyalist gibi ideolojik olanlarının da eklendiği iki yönden radikaller, milli meselelerin gittikçe tehlikeye girdiğine inanmaya başlamışlardı. Bunların inancına göre, önce yanan evi yahut batmakta olan gemiyi kurtarmak gerekiyordu.

Tehlikeleri yaratanlar, intikam peşinde olmaya ve savaşmaya devam ettiler. Ancak bunları tek başlarına yapamayacakları apaçıktı. Plan ve projelerine uygun olan dış mihrakların desteğini almakta gecikmediler. Birçok hususu birlikte dizayn etmeye çalıştılar. Dış dinamikler, zaten içimizdeki kıvrılmaları ve sapmaları yönlendirmeyi hep denemişlerdir. Bizimkiler de aynı gerekçelere, gerçekte sloganlara dayanarak işbirliğine girmişlerdir. Bu gerekçeler, özgürlük, demokrasi, insan hakları, çoğulculuk, mozaik felsefesi olmuştur. Bunlar, bütün insanlığın peşinden koştuğu hedefler değil miydi?

Bu durum karşısında, dindar halkın tavrı ne oldu? Bir zamanlar kendisini hor görmüş hala da tamamen kaybolmamış kesimlerle, serbestlik veren, onları adam yerine koyan, vaatlerde bulunan, pembe ufuklar çizen kesimler arasında kalmıştır. 1950’den sonra halk hep bu ikilemi yaşadı. Fakat ikincileri tercih etti. Tarihe geçecek şu ifade halkın birçok kesiminin sloganı haline geldi: “Çalıp çırpıyor, yiyip içiyor ama hiç değilse iş yapıyor.”

Ne o ne bu diyen, ‘milliyetçi’ olarak esas yolu gösterdiklerine inananlar ise her zaman olduğu gibi, azınlık durumundaydılar ve sesleri kısık kalıyordu. Bunların sık sık “Osmanlı, devşirme çocuklarını, en iyi şekilde eğitip başarılı olarak yetiştireceğine, Türk çocuklarını bu eğitime tabi tutup görev verseydi, bunlar başımıza gelmezdi.” diye hayıflanmaları, pek fazla yankı bulmuyordu. Milliyetçilere göre, milli dinamiklerin bertaraf edilmesi Osmanlı’da başlamıştı, sinsi ihanetler de oradan itibaren başlamıştır