Selim Han Yeniacun

Tüm yazıları
...

Kudüs’ün Sesi

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Selim Han Yeniacun

İbranice okuma metinlerinden kafamı kaldırıp odamın kapısının üstündeki ufak camdan dışarıya dikkat kesildim. Zifiri karanlıkta Hizkiyahu havuzunun manzarası ve milattan önce 100 yılında yapıldığı ihtişamı ile alabildiğince geniş dikdörtgen zemine sahip çehresi pek de seçilmiyordu. Şimdilerde eski amacı olan, kadim şehrin su ihtiyacını karşılamaktan çok uzak, kuru otlarla dolu ve Kıpti Hanı’nın ev sahibi bir yapıydı. O anlarda, sadece havuza bakan geniş balkonun tentesine hızla vuran yağmur damlalarının sesini duyabiliyordum. Sanki başka sesler de bekliyordum. Kudüs’ün doğu kısmının merkezi olan surlarla kaplı kadim şehrin Halil(Yafa) kapısından sevinç çığlıkları duyarım diye düşünüyordum belki; lakin bulduğum sadece yağmurun saç tenteye ve toprağa düşen huzuruydu.

Biraz daha bekledim… Kulağım, aramızda Kutsal Kabir Kilisesi’nin bulunduğu kuzeydoğu istikametinde kalan Şam kapısı yönüne kesilmişti bu sefer. O yakadan gelen bir öfke dalgası ruhumu sarıyor lakin kulağımda hiç sesin aksi yankılanmıyordu. Yine derin bir yağmur sessizliği… Kaderin hükmü bu akşam sükût idi lakin bu yazının baskıya girdiği andan itibaren Kudüs’ü neler bekliyordu onu da Allah bilir. Tüm gün boyunca sosyal medya hesapları, gazete makaleleri, son dakika haberleri ve Türk milletinin mukaddes şehre duyduğu muhabbeti takip eden bir maraton yaşamıştım bile. Fakat bu satırları olabildiğince sessizliğin, olabildiğince huzurun ve belki de buradaki Arapların tabiri ile “cehennemin kapıları açıldı” deyişinin geçersiz olduğu son geceden yazıyordum.

5 Aralık Çarşamba gününden itibaren Kudüs’ün havası bir başka değişti. Gelen kış, şehri hiç sarsmadığı kadar şiddetli rüzgârlar ile dövmeye başlarken Atlantik ötesinden müesses nizamın bekçileri Kudüs’ün uluslararası hukuka aykırı olan mevcut durumunu kabul edeceklerini açıkladılar. 1967 yılından itibaren işgal altında olan Kudüs, 30 Temmuz 1980 yılında İsrail devletinin çıkartmış olduğu bir temel kanun(anayasal kanun maddesi) sayesinde ebedi ve birleşik başkent ilan edilmişti. Günümüze kadar uluslararası kamuoyunu bu tek taraflı kararı tanımaya zorlayan İsrail, 6 Aralık itibariyle önündeki en büyük engeli aşmış görünüyordu.

Protestan misyonerliği, Evanjelizm, Mesihçilik ve Hristiyan Siyonizm gibi pek çok fikriyatın Amerika’da filizlenip Osmanlı’nın 19. yüzyılından itibaren Kudüs’e yöneldiği ve bölgede bir Yahudi devletinin kurulması için çalışmalar yaptığı düşünülünce gerçekten Amerika kendi iç çıkar gruplarını sevindirecek de bir hamle yapmış oldu. Bu karar üzerine ben de bütün gün boyunca pek çoğunuz gibi mahzun ve içimin bir parçası kopmuş olarak dolaştım. Hatta ve hatta defalarca -her ne kadar hatıratı tarihsel gerçeklerden ziyade politik bulsam da- meşhur Zeytindağı’ndaki satırları mırıldanırken buldum.

 

“Kudüs’ü İsrailoğulları gibi bırakmadık, Türkler gibi bıraktık. Karargâhın içinde: “Kudüs düştü!” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Halep’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı.”

Gözlerimden gelen iki damla yaşın tesirinden daha çok içimi yakan soru şu idi: Kudüs bizim için ne demekti? Kudüs’ün ne olduğunun millet olarak idrakine varabildik mi? Yoksa kimimiz muhafazakâr değerler etrafında savunurken kimimiz de görece meseleyi hafifletmeye çalışacak öncelikli bahaneler mi bulmakta? Maalesef tablo genel itibariyle bu minvalde olsa da bu defa hem siyasetin hem de toplumun geniş müştereğinin oluşturduğu Kudüs ittifakı beni fazlası ile ümitvar kıldı. Ve yüreğimdeki acıya bir lahza olsun set çekebildi. O yüzden Kudüs’ün Alparslan’ın kızıl elması olmasından tutup da Atabeyliklerden, Memlüklülere oradan Osmanlılara kadar yaklaşık bin yıla yakın Türk egemenliği altında kalmasından uzun uzun bahsetmeyeceğim bile. Kıymetli okuyucular! Gelin bugüne dönelim ve yüzyıl önceki faciayı da başka bir yazının konusu olarak bırakalım.

 

Gelin bir soru daha soralım. Belki o vakit kafamızdaki Kudüs daha berrak bir manzaraya oturur. “Şu an Kudüs’te Türkiye’nin karşılığı nedir?” diye soracak olursak kimsenin inkâr edemeyeceği muazzam bir tablo ortaya çıkıyor. Biri diplomatik misyon biriminde ve biri de Yunus Emre Kültür merkezinde olmak üzere dalgalanan toplam iki Türk bayrağı; Kudüs’e komşu ve hinterlant konumundaki Batı Şeria’daki ticari ataşelik, TİKA ve Yunus Emre Enstitüsü üzerlerinde dalgalanan üç Türk bayrağı; eğitimden altyapıya, restorasyondan kültür miraslarını korumaya kadar 63’ü Kudüs’te olmak üzere tüm Filistin’de 349 proje; 2015 yılı verileriyle 2005 yılından o tarihe kadar 30 milyar dolarlık yatırım; Türkçe’nin Arap nüfus arasında en çok talep edilen yabancı dillerden birisi olması ve daha sayılabilecek pek çok yatırım ve gönül köprüsü.  Bunlar 400 yılda inşa ettiğimiz huzur ve güven ortamı kadar olmasa da Türk’ün, dostun zihnine güven kalbine huzur veren sedasının işitilmesine vesile olan icraatlardır.

Ne yazık ki, yukarıda bahsetmiş olduğum müesses nizam çerçevesinde gerek bölgeden coğrafi olarak bağlantısız oluşumuz gerekse Arap devletlerinin öncelikli siyasi aktör oluşu Türkiye’nin etkinliğini sınırlandıran meseleler olup Ürdün-Mısır hattına tüm Filistin’in ve Filistinlilerin kaderini hapsetmiştir. Trump beyefendi Kudüs’ü başkent kabul etmiş. Buna, birlikte iş tutup körfezde Katar’ı boğazlatmaya çalıştığı Suudiler mi karşı çıkacak yoksa Refah sınır kapısını Çin seddinden daha geçilmez şekilde kapatan cuntacı lider Sisi mi?

Bugünün tablosunu soranlara, Amin Maalouf’’dan “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” adlı kitabı iyice hatmetmelerini öneriyorum. Sultanlıkların, emirliklerin ve atabeyliklerin o dönemde “bana dokunmayan haçlı bin yaşasın.” felsefesiyle ticari ve siyasi ortaklıklarının nelere mâl olduğu ayan beyan yazmaktadır. Günümüzde de mesele pek farklı değildir. Türkiye’ye Kudüs’ü anlatmak; göğün yere en yakın olduğu şehri, Allah’ın kendine mülk kıldığı kutsalı, ilk yaratılan ve ilk dirilecek olan makamı barındıranı, Sultan Selim Han’ın hayalini, Kanuni’nin imarını, Abdülhamit Han’ın dirayetini, Enver Paşa’nın hürmetini ve dördüncü ordunun son nefesine kadar direnişini anlatmaktır. Bunu milletçe ne kadar iyi kavrayabilirsek, diğer Müslüman kardeşlerimize de öyle mihmandarlık edebiliriz.

Amiral gemisinde beceriksiz kaptan

Malum dünyanın gündemi Kudüs lakin bu şehir cansız bir varlıktan öte; yaşayan, nefes alan ve kıyamete kadar hükmü sürecek bir organizma misali. Onun dünyadan bağımsız kendi gündemleri de var. Bu hafta tanıdık bir simayı misafir etti benim yaşadığım Hristiyan Mahallesi (yahu sen niye Hristiyan mahallesindesin diye de sormayın bir sene ev aradık kendimizi zar zor buraya atabildik.) Fener Rum Patriği Bartholomeos kadim şehre renk getiren simalardan oldu. Her ne kadar ardında pek çok soru işareti bıraksa da (Ekümenik ve Konstantinapol Patriği olarak ağırlandı) yine de İstanbullu bir hemşerimizdir diyerek ardından Kutsal Kabir Kilisesi’ne doğru yola çıktık. Kilise Hz. İsa’nın (Hristiyan şeriatına göre) çarmıha gerildiği, çarmıhtan indirilip vücudundaki kanların yıkandığı ve de içine konulduğu kabrin olduğu Golgota (kurukafa) tepesinin üstüne inşa edilmiş vaziyette. Gerçi Protestan mezhebine mensup Hristiyanlar kutsal mezarın burada değil eski şehrin surlarının hemen dışında Nablus yolu istikametine doğru 200 metre ileride sağ tarafta kalan Bahçe Mezar’da olduğuna inanmaktalar. Yine de Kutsal Kabir Kilisesi hem mimarisinin eşsizliği hem de dünyanın dört bir yanından gelen yüzbinlerce Hristiyan hacının en önemli ziyaret durağı olmasından dolayı önemli bir yere sahip.

 

Bartholomeos ile başlayıp Kutsal Kabir Kilisesi ile devam eden mevzuya gelince; kilisenin geniş dış avlusunda Sultan Abdülmecid döneminde yaşanan bir kilise temizliği tartışması sonucu İstanbul’dan gelen ferman ile duvarda sabit kalan merdivene (156 yıl) belki de bilmem kaç yüzüncü defa gözüm takıldı. O hafta Hürriyet’te Ertuğrul Özkök ün bir arkeoloji-tarih karışımı kiliseyi anlatan bir yazısı yayımlanmış ve o yazıyı sonuna kadar okumaya da zor tahammül edebilmiştim açıkçası. O an aklıma yazının içeriğine dair bir şeyler yazmam gerektiği geldi.

Gazetecilik bir doğru verip yanında dokuz yanlışı bilerek ya da bilmeyerek serpiştirmek olmamalı. Hele ki kendini amiral gemisi konumunda gören bir gazetenin ünü büyük bir yazarından bunları okumak beni açıkçası hayal kırıklığına uğrattı. Kendisi Kutsal Kabir Kilisesi’nde süregelen araştırmalardan ve Hz. İsa’nın mezarı olduğu iddia edilen yerdeki lahitin menşeinin ortaya çıkarılmasından bahsetmiş.

İncil’de yazan bilgi doğruymuş, alt başlığı ile geçilen haberde bir arkeolojik bulgudan mı bahsedilmiş yoksa teolojik bir doğrulama mı yapılmış bunu net bir şekilde anlamak zor. Zira İncil’de geçen Hz. İsa’nın lahiti meselesi doğru ve lahit de M.S yani Hz. İsa doğduktan 335 yıl sonra yapılmış ise kutsal kitabın yazımı ve eklenişler hakkında ciddi teolojik sorunsallar doğurmaktadır. İznik konsülünün M.S 325’te toplandığı ve konsülde hali hazırda Hz. İsa’nın bir tanrı olup olmadığının tartışıldığı düşünülünce ben bu gelişmeyi şahsen bir arkeolojik bulgu olarak değerlendireceğim. Hatta bu olay döngüsüne zaten Hz. İsa’nın İslam şeriatı doğrultusunda herhangi bir çarmıh vakasına maruz kalmadığı da eklenince benim perspektifimden Ertuğrul Bey’in şaşkınlıkla yazdığı bu yazının İncil doğrulaması üzerinde bir etkisi bulunmamaktadır.

Gelelim metindeki diğer sahip hatalara; Hz. İsa (Hristiyanlık inancına göre) yazarın belirttiği gibi çarmıhtan kendi mezar taşı üzerine indirilmemiş bugün kilisenin hemen girişinde bulunan geniş yassı kaya parçasına yatırılmıştır. Taşın hemen arkasında duvarda bulunan devasa mozaik tasvir ise bu yatırılma anını anlatmaktadır. Yazıda geçen anlamsal karmaşanın(!) başında “Müslümanlar Kudüs’ü aldıktan sonra (1009 yılında) kiliseyi yıkmışlardır.” tabiri gelmektedir. Cümledeki anlatımla amaçlananı hala kestiremesem de 1009 yılında Kutsal Kabir Kilisesi ve pek çok diğer ibadethane Fatımi hükümdarı Al-Hakim bi-Amr Allah tarafından yıktırılıp,  Hz. Ömer bin Hattab’ın 636 miladi senesinde İslam ile müşerref kıldığı Kudüs’te yazarın bahsettiği döneme kadar tek bir Hristiyan ya da Yahudi ibadethanesine dokunulmamıştır. (Bir de Aksa arazisine tapınakçıların inşa ettiği Hristiyanlık ve Paganizmden etkiler taşıyan tapınak Selahaddin Eyyubi dönemine yıktırılmıştır. Onun haricinde Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyubi başta olmak üzere Müslüman hükümdarların ekserisi kutsal mekanlara miskal zarar vermemişlerdir.) Kaldı ki Fatımiler hakkında da geniş bir izahat da bu konunun gerekliliklerindendir. Allah’tan yazıda 1570’lerde büyütüldüğünden bahsedilmiş ki yazı İslam hâkimiyetindeki dönemlere de sağ olsun(!) kıymet vermiş. Bir diğer meselede Kabir Kilisesi’nin anahtarlarının Osmanlılardan itibaren Müslümanlarda olduğudur. Hâlbuki pek çok rivayete göre kilisenin anahtarları Selahaddin Eyyubi zamanında kilise içerisinde aralarında anlaşamayan cemaatlerin isteği üzerine iki tane Müslüman aileye devredilmiştir.  Kısa soluklu yazıda en son bahsetmek istediğim mesele ise Nezaretli İsa meselesidir. Bu dili kullanmak tabi ki de yazarın tercihidir. Kudüs’e ister Kudüs der ister Yaruşalem, Nablus’a; ister Nablus ister Shekem. Başka bir vakit Trablus-Şam’a ister Trablus-Şam der ister Tripoli der. Amma velakin yazar hitap edeceği topluma, kesime kullanılagelen terime kendini ne kadar yakın hissediyor ise okuyucu ile öyle buluşabilir. Bu basit bir kelime savaşından ötede değerler silsilesi ile temaşa edebilme sanatıdır. Ve bizim için Hz. İsa Nezaretli değil ‘Nasıral’ olarak kalacaktır.

Kıymetli okuyucu; bu sayının kapağı da bu okuduğunuz uzunca makale de Kudüs için hazırlandı.  Sürç-ü lisan ettiysek hakkınızı helal edin. Değerlerimiz, görüşlerimiz düşüncelerimiz ne kadar farklı olursa olsun bu necip milletin bir zerre kutsiyeti için çaba sarf edeni; Hak Teala’nın vaadi için bir saniye dahi düşüncesini ve kalbini arındıranı ne vatan unutur ne de Münker ve Nekir!  

Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!

Mehmet Akif Ersoy