Şevket Apuhan

Tüm yazıları
...

Medeniyetlerin geleceği

1984 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde Uluslararası ilişkiler, Haliç Üniversitesi’nde İşletme eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede tamamlamıştır. Uzun yıllar uluslararası bağımsız denetim kurumlarında çalışmış, ulusal gazetelerde yazarlık ve ulusal TV’lerde düzenli olarak yorumculuk yapmıştır. Türkiye’de ve Azerbaycan’da birçok konferansa konuşmacı olarak katılmış Apuhan’ın, yayınlanmış 4 kitabı bulunmaktadır.

İletişim:apuhan@outlook.com

Şevket Apuhan

 

Bugün 21. yüzyıl bütün çıplaklığı ile karşımızda durmakta, kendi gereksinimlerini karşılayamayan ve yarışta geri kalan toplumları acımasızca tarihin en kanlı sayfalarına not düşmektedir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl, geçtiğimiz asırlardan devraldığı savaşları ürettiği ve geliştirdiği teknoloji ile bütünleştirerek çok kanlı bir hale getirmiş, bu tarihi gerçeği kavrayamayan milletleri ise sistemden dışlayarak onlara insanlık onurunun asla kabul etmeyeceği rolleri biçmiştir. Ekonomi gün geçtikçe artan uluslararası rekabetin en önemli güç unsurlarından biri olduğunu bir kez daha hatırlatırcasına önem kazanmış, uluslararası sistem üretenler ve tüketenler olarak iki sahaya bölünmüştür. Öyle ki, Amerikalı Stratejist Zbignef Brzezinski Strategic Vision: Amerika and the Crisis of Global Power (Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı) adlı kitabında, yeni dünya düzeninin şifrelerini çözümlerken askeri ve kültürel özelliklerden daha çok ülkelerin nüfus güçleri, gelir dağılımları ve bir bütün olarak iktisadi güçlerinin üzerinde durma gereği duymuştur.

Geleceği şekillendirmenin birinci yolu tarihten gerekli dersleri çıkarmaktır. Bugün bilmemiz ve unutmamamız gereken ilk şey ekonominin uluslararası ilişkilerde her zaman önemli bir rol oynadığı, ekonomik hedeflerin, kaynaklar ve dış politika enstrümanlarının siyasi gruplar arasındaki çatışmanın her zaman en önemli unsurlarından biri olduğudur. Homeros’un zamanlarında bile Helen’in yüzü, binlerce geminin toplanmasına ve Kral Agamemnon’un Truva’yı kuşatmasına neden olan başlıca sebeptir. Büyük bir olasılıkla, bu savaşta Yunanlıların en önemli nedeni, Çanakkale Boğazı’ndan geçen kazançlı ticaret yollarını kontrol etme arzusuydu. Yüz yıllar sonra, Pers İmparatorluğu büyük altın rezervlerini, küçük devletlerin dış politikasını etkilemek için kullanmış, M.Ö beşinci yüzyılda Atinalıların Delian Ligi Limanlarını rakipleri Spartalılara karşı kapatması, tarihteki ilk ekonomik savaş olarak kayıtlara geçmiştir. Tarih, ekonomik unsurların milletler arası ilişkilerdeki rolü hakkında sayısız benzer örnekle doludur; bu bağlamda, uluslararası ilişkilerin her zaman bir ekonomi politiği olmuştur. [1] Bununla beraber, Rusların Orta Asya ve Kafkasya’daki enerji hatlarına yerli halklarla yüz yıllardır savaş vererek sahip çıkmaya çalışması ve Amerika’nın Ortadoğu’ya son yıllarda artan askeri müdahaleleri de bu geleneğin bir devamı olagelmiştir.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda; ideoloji, din, kültür ihracı tamamıyla sona ermiş, maddi unsurlar tüm kültürel kavramların önüne geçmiş, kendi ayakları üzerinde duramayan milletlerin onurluca yaşama şansları tamamen ellerinden alınmıştır. Maddi unsurlar o kadar değer kazanmıştır ki, Amerika iktisadi gücüne dayanarak hiç yoktan bir millet var etmeyi başarmış, her halinden Ortadoğulu veya Asyalı olduğu belli olan insanları bir ‘Amerikan’ milletinde buluşturmayı başarmıştır. Amerika’nın iktisadi gücünün zayıflaması halinde şüphesiz bu birliktelikte zarar görecek, ısrarla Amerikan olduğunu iddia eden vatandaşlar, Amerikan sistemine ilk savaş açan kimseler olacaklardır.

Ekonomik güçlerin bu kadar çatıştığı bir dünyada, boğazına kadar borca batmış milletlere bu güçlerin biçtikleri rol çok açıktır: Önce sonuna kadar bir pazar olmak ardından tüm insani özellikleri yok edilerek sömürü düzeninin bir parçası haline gelmek ve günde iki ekmek karşılığı işleyen çarkların başında insanlık onur ve haysiyetinden mahrum bir ömür geçirmek.

Bugün için dünyayı üçe ayırmak mümkündür. 1. Ligde top koşturan yani teknolojiyi üreten ve ihraç eden ülkeler, 2. Ligde oynayan büyük ölçüde tüketen, büyük üreticilere ara mallarını imal ederek az da olsa üretim yapan ülkeler ve hiçbir şekilde sisteme dâhil olmayan, sadece doğal zenginlikleri emperyal güçler tarafından yağmalanan ve sömürülen ülkeler. Sürecin bizi götüreceği noktanın ise, 2. Ligde top koşturan ülkelerin orta vadede ya 1. lige çıkacakları, bunu başaramayanların ise tarihe gömülecekleri olduğu gerçeğidir.

Mehmet Akif’in; “Her kim ki kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası/ Düşmanın maskarası, dostunun yüz karası” satırlarını bireysel yaklaşımdan daha çok genel bir yaklaşıma tabi tutmamızın konuyu biraz daha anlaşılır hale getireceği inancındayım.

Unutmamak gerekiyor ki geçtiğimiz yüzyıldaki ‘Amerikan Rüyası’ iktisadi yükselişle başladı ve devam etti. Ancak bugün Çin’in piyasalarda yeni bir aktör olarak ortaya çıkmasından sonra bu rüya yavaş yavaş zayıflarken, Amerikan Rüyası’na yatmak isteyenleri bir kez daha düşünür hale getirdi. Ekonomik yapı o kadar acımasız bir hale geldi ki, kurulduğu günden bu yana Amerika’nın gücünden faydalanıp parasına para katan İsrail sermayesi yavaş yavaş Çin’e kaymaya başladı ve Çin’i kendisine yeni bir üs olarak seçti. Çin ise ekonomik gücü arttıkça, kurduğu Konfüçyüs Enstitüleri ile dünyaya kültür ihracının ilk adımlarını atarken, Rusya bir dönem yükselen petrol fiyatlarını çok iyi kullanarak, tam anlamıyla olmasa da kısmi refahı sağlar sağlamaz ilk işi yeniden uluslararası ilişkilerde aktör olarak ortaya çıkmak oldu.

Geçtiğimiz asırlara göre bugünkü sistemlerin kaybedecek daha çok şeyleri var ve iktisat gözle görülür bir şekilde ideolojiyi arka plana atmış durumda. Ne olursa olsun, ne değişirse değişsin bu yeni model değişmemeye yemin etmişçesine hızla dünyaya yayılıyor ve bu açıdan baktığımız için de bu yeni sistem, devletin ekonomiye müdahalesini zorunlu kılıyor. Zira bu sistemin insafına kalmış bir ekonomik yapı, her halükârda sömürülmeye ve insani özellikleri yok edilmeye mahkûm bir organizasyon olduğunu haykırıyor.

Evet, medeniyetlerin geleceğini bu zamana kadar dünya sanatına ve barışına yaptıkları katkılar değil, bundan sonra dünya ekonomisindeki pazar payları belirleyecektir. Ya üretecek ve dünya devletler ailesi içerisinde şerefli yerlerini alacaklar, ya da üreten ülkelerin her sene kendi aralarında yaptıkları çok gelişmiş ülkeler toplantılarında, kendilerine biçilen tüketici-köle rolünü en güzel oynayan medeniyet olmak için yarışacaklardır.

Unutmamamız gereken bir örnek daha vermek istiyorum. Sovyet Rusya yıkıldıktan hemen sonra Rusya Federasyonu’nun ve Sovyet Rusya’dan ayrılan ülkelerin içine düştükleri ekonomik dar boğazdan sonra, bu ülkelerdeki en üst seviyede yetişmiş insan sınıfına ait kadınların, nasıl başka ülkelere gidip kendilerini pazarlayarak ülkelerinde bıraktıkları çocuk ve anne-babalarına bakmaya çalıştıkları hepimizin hatırında olan bir gerçektir ve bunu, tam anlamıyla yüz yıllardır tarihe yön veren uluslardan biri olmuş Rus medeniyetinin çöküşünden başka bir şey olarak görmek ise hatalı olacaktır.

Eğer tarihteki varlığımızı sürdürmek ve Türk’ün tarihe ışık saçan medeniyetini başta kendi coğrafyamız olmak üzere, dünyaya yeniden gerçek ihraç etmek istiyorsak ekonomimizi yeniden yapılandırmalı ve yeniden yapılandırma kurallarını hayata geçirmek durumundayız. Dün Osmanlı’nın ekonomik zayıflığından faydalanarak içimize sokulan etnik-ayrılıkçı hareketler, bir asır sonra bugün bizim de kapımızı çaldığına göre buradan çıkarmamız gereken sonuç şu olsa gerek: “Ya güçlü olacağız ya da yok olacağız.” Zira tarih bize sürekli aynı oyunu oynuyor ve tarih hiçbir hatanın ikincisini affetmiyor.

 

[1] The Political Economy of İnternational Relations, Robert Gilpin.