M.Hayati Özkaya

Tüm yazıları
...

MEHMET ÂKİF’İN SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE BİR JAPONYA SEYYAHI: ABDÜRREŞİT İBRAHİM

Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu.  İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.

İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com

M.Hayati Özkaya

“İşte Dert, İşte Devâ; Bende Ne Var? Bir Tebliğ…”

1873’ün Aralık ayında doğan, 1936 yılının Aralık ayında da bu fani dünyadan ayrılan Mehmet Âkif Ersoy, kutsal değerlere saygı gösteren, geleneği seven, aynı zamanda yeniliğe açık bir insandır. Mithat Cemal Kutay’ın belirttiğine göre, “Hem gelenekçi hem de yenilikçi nasıl olunur?” diyenlere bir hisse çıkarsınlar diye Âkif, şu kıssayı anlatırmış:

“Bir İngiliz’e sormuşlar: Bu kadar ananeci olduğunuz halde nasıl terakki (ilerlemek) ettiniz?  İngiliz cevap vermiş: Bizde en yeni anane altı yüz seneliktir ve en eski teceddüt (yenilik) altı saatliktir.”1

Gerçi bu fıkra gibi açıklamayı yapmasa da Âkif, gerçekten hem geleneğin hem de yeniliğin kuvvetli savunucusudur. Bu konuyu Sebilür-reşad’da şöyle belirtmiştir: “Yeniliği iyiliğinden hususiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak gerek”Aslında onun bu özelliğini keşfetmek için bence Safahat’ı dikkatli bir şekilde okumamız yeterlidir. Çünkü Âkif bu ölümsüz eserinde Türk ve İslâm dünyasının manevi dertlerini, sıkıntılarını bir bir anlatmış ve bu sıkıntılardan, dertlerden nasıl kurtulacağımızın reçetelerini de yazmıştır. Bu açıdan ele aldığımızda Safahat, yalnız kendi devrinin değil, geleceğin meselelerine de tercüman olabilen ve asla ihmal edilemeyecek olan önemli bir eserdir.

Mehmet Kaplan’a göre, “Türk edebiyatında Âkif kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatı ile gören ve gösteren bir başka şair yoktur.” Safahat manzum bir romana benzer… Onda âdeta her şey vardır ve çok canlıdır: “Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, korkak, kahraman, yüksek tabaka, cahil, aydın, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, savaş, barış, mazi, hayal, hakikat hemen her şey Âkif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o, bütün bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün vasıtaları ile anlatır; betimlemeler yapar, portreler çizer, hikâyeler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz eder. Komik, trajik, didaktik, hamasi, lirik, hakimâne her edayı, her tonu kullanır.” Böylece “Âkif şiirin hududunu nesir kadar genişletir, hatta edebiyatı da aşar, onu hayatın ta kendisi yapar.”3

11.240 mısradan ve 108 manzumeden meydana gelen bu eser yedi ciltlik bir kitaptır. Birinci kitap: Safahat (1911) aynı adı taşımaktadır. İkinci kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) Üçüncü kitap: Hakkın Sesleri (1913) Dördüncü kitap: Fatih Kürsüsünde (1914)  Beşinci kitap: Hâtıralar ( 1917) Altıncı kitap: Âsım (1924) Yedinci kitap: Gölgeler (1933)

Gelin şimdi bu muhteşem esere bir kapı aralayalım ve yazımızın başlığını taşıyan Süleymaniye Kürsüsüne doğru ağır ağır ilerleyelim. Âkif, Safahat’ın altıncı kitabında bu camiden şöyle bahseder:

“Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,
İki kazma kürek, iki de ırgat gerek,
Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen,
Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.”(Asım: s. 765)

Süleymaniye Kürsüsünde

1102 mısradan oluşan “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı kitabını dostu Fatin Gökmen Hoca’ya ithaf eden Âkif, Galata Köprüsü olduğunu tahmin ettiğimiz bir köprüden geçerek hikâyeye giriş yapar. Müthiş bir gözlem ve nükteli bir üslupla Haliç’in yosunlu sularını ve derbeder yollarını anlatmaya başlar. Yeni Cami'de bir nebze soluklandıktan sonra Süleymaniye'ye yönelir. Önce ulu mabedin dışını ve içini muhteşem bir şekilde anlatır. Ardından cemaatle birlikte namazını eda edip kürsüde vaaz vermek üzere oturan nuranî yüzlü adama döner.   Kürsüdeki bu şahıs, yalnızca yüzüyle değil, zihni ve kalbiyle de temiz olan Abdürreşid İbrahim’dir.

Peki, kimdir Abdürreşid İbrahim?

“Abdürreşid İbrahim, 1857’de Rusya’da Tobolsk ilinin Tara kasabasında dünyaya geldi. Babası Buharalı bir aileden gelen Ömer Bey, annesi Başkurt Türklerinden muallim Afife Hanım’dı. Çocukluğunda Rusya’daki medreselerde öğrenim gördü. 1879’da Orenburg’a gitti. 1880’de hacca gitti. Hacdan sonra Medine’ye yerleşti ve orada medrese öğrenimine devam etti. Beş senelik eğitiminin sonunda icazetnamesini aldı.

1884’te memleketine dönen Abdürreşid İbrahim, Tara’da müderrisliğe başladı. 1911 yılında Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgali üzerine Osmanlı Devleti’nin İtalya ile yaptığı Trablusgarp Savaşı’na katıldı. Trablusgarp’ta beş ay kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Trablusgarp Savaşı hakkında çok ilgi gören konuşmalar yaptı.

Hayalinde hep, Japonları Müslümanlıkla tanıştırmak vardı. 12 Ekim 1933’te üçüncü kez Japonya’ya gitti. Japon basını kendisine büyük ilgi gösterdi. Tokyo’da cami yaptırmak için büyük çaba gösterdi. Tokyo Camisi’nin planlarını hazırlatıp temelini attırdı. Cami; 1937’de ibadete açıldı ve ilk imamı Abdürreşit İbrahim oldu. 1939’da İslâmiyet’in Japonya’da resmî din olarak tanınması ve teşkilat kurma hakkı kazanmasında rol oynadı.

Abdürreşit İbrahim, 17 Ağustos 1944 tarihinde Tokyo’da hayatını kaybetti ve Tokyo yakınındaki Müslüman mezarlığına (Tamareien) defnedildi.5

Abdürreşit İbrahim; Rusya, Hindistan, Japonya gibi ülkeleri yakından tanıyan Türk dünyasını bilen, İslâm toplumları hakkında bilgi sahibi olan Sırat-ı müstakimde de yazılar yazan bir kalem erbabıdır.  Âkif’e “Ah, Âkif! Ne yapayım ki senin kalpleri tutuşturan şiirlerine can verecek yaşta değilim. Yirmi sene evvel bunları yazmış olsaydın kim bilir, bunlar bana daha ne büyük kuvvet vermiş olacaktı. Bütün Asya’yı, Afrika’yı gezdim, dolaştım senin gibi bir şair görmedim.” diyecek kadar Âkif’in hayranı olan bir adamdır.

Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde konuşturduğu hayali kahramanı Abdürreşit İbrahim Efendi ile hayali bir seyahate çıkar. Rusya’dan Türkistan’a; Çin’den, Mançurya’ya, Japonya’ya ve Hindistan’a kadar uzanır. Bu gezilerin sonucunda, İslâm dünyasının İslâm’dan uzaklaşıp kendilerine göre yeni bir din uydurduklarını çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Çöküşümüzün sebeplerini ortaya koyarken başta, aydın ile halk arasında oluşan büyük bir uçurumdan bahseder ve onu Süleymaniye Kürsüsünde şöyle ifade eder:

Sizde erbâb-ı tefekkürle avamın arası

Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası. (Süleymaniye Kürsüsünde, s.364)6

Sonra tespitlerini bir bir sıralar:

Batı’yı körü körüne taklit, özden uzaklaşma, dini dışlama, halkın cahilliği ve tutuculuğu, değerlere yabancılaşmış yazar-çizer takımı, gerçeklerden uzaklaşmış bir edebiyat anlayışı… Bütün bunların yanı sıra yönetimdekilerin yanlış politikaları hatta baskı ve zulümleri, çağın çok gerisinde kalmış bir teknolojiyle çağı yakalamaya çalışmaları ve daha başka birtakım sebepler Türk ve İslâm dünyasını felaketlere sürüklemektedir.

Bana Siz Âlem-İ İslâm’ı Sorun…

Süleymaniye Kürsüsünde konuşan vaiz, cemaatin alışageldiği hocalara hiç benzememektedir. Onlara klasik fıkıh, tasavvuf ya da ibadet konularından söz etmeyeceğini belirterek konuşmasını sürdürür:

– Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!
Dînin ahkâmını zâten fukahânız söyler,
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim, (s.320)

Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben.
Hâle baktıkça fakat ümmetin âtîsinden
Pek derin ye’se düşüp Rusya’ya geçtim tekrar.
Geçmeseydim edeceklerdi ya zâten icbar! (s.320)

Bir zamanlar yine İstanbul'da bulunduğunu söyleyen vaiz, sonra Rusya'ya geçmiştir ya da geçmek zorunda kalmıştır. Çünkü Sultan II. Abdülhamit’in hüküm sürdüğü günlerde, “1904 yılında İstanbul’a gelen Abdürreşid İbrahim, burada Rusya Müslümanlarının lehine birtakım çalışmalar yapar. Bu durumdan rahatsız olan Rus sefiri Osmanlı Devleti’nden Abdürreşid İbrahim’in tutuklanmasını ister. Bunun üzerine Abdürreşid İbrahim, halifenin başkentinde tutuklanarak Rus görevlilerine teslim edilir. 12 Ağustos 1904’te Odesa’ya getirilerek hapsedilir.7

Evet, dönelim tekrar vaizin anlattıklarına ve İstanbul'a ilk gelişindeki izlenimlerine:

Sığmıyor en büyük endâzeye işler artık;
Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık…
Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli, (s.322)

Din ve saltanat adına bin türlü maskaralık yapılmaktadır. Halkın hâli yürekler acısıdır, yoksulluk ve çaresizlik insanları kuşatmıştır. İlmiye sınıfı, âdeta ana karnından icazetli cahiller koğuşuna dönmüştür. Beşikte sultan olanlar mı dersin, beşikte âlim olanlar mı? Vekiller birbirlerinin ayağına çelme takmakta. Askerin terbiyesi bozulmuş...  Halk vurdumduymaz bir hâlde; neredeyse İsrafil'in sura üfleyeceği güne kadar uyuklamaya niyetlidir.

Burada yani İstanbul’da yapacak bir şeyin kalmadığını düşünerek tekrar Rusya’ya gittiğini söyler:

O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik…
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu?

Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak;
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak! (s.326)

Baskı ve zulmün kol gezdiği Rusya’da da bu cesur kalem pek rahat durmaz. Bir matbaa kurarak insanları aydınlatmaya devam eder. Ancak devir, Avrupa'da tahsil modasının öne çıktığı devirdir. Doğu dünyası, yetenekli evlatlarını Batı'daki okullara göndererek onların sayesinde yok olmaktan kurtulacaklarını zannetmektedirler. Fakat Avrupa'ya gidenlerin bazıları memlekete döndüklerinde kimliklerini yitirerek Batı’nın gönüllü temsilcileri gibi davranmaktadırlar... Abdürreşid Efendi bu durumdan rahatsızdır, Ruslar da ondan…   İster istemez polis tehdidiyle karşılaşır.

İşte biz böyle didinmekte, çalışmakta iken,
Bir sabah üç tanıdık, seslenerek pencereden,
Dediler: “Şimdi hükûmet basacak matba’anı…
Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı!” (s.332)

Türkistan’dan Japonya’ya…

Matbaası basılıp tarumar edilir. Çareyi Rusya’dan uzaklaşmakta bulur. Rotasını Türkistan'a çevirir. Buraya ulaştığında içini büyük bir heyecan kaplar. Taşkent, Buhara, Semerkant gibi bir zamanların ilim, fen ve sanat alanında ün salmış beldelerindedir artık. Lâkin hayal kırıklığına uğrayacaktır. Müslümanların yaşadığı her yer aynı ıstırapla kavrulmaktadır. Mesela;

O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek! (s.334)

Bu bölgede cehalet, ayrılık ve gayrılık almış başını gidiyor. Ahlâk da son derece düşük. Fuhuş zirveye tırmanmış. Bu ortamda, dindarlığın basit bir şekilciliğe dönüştüğü görülmekte. Medreselerde okutulup ezberletilenler beş para etmeyen bilgilerdir. Hele edebiyatları daha büyük maskaralıklar, rezilliklerle dolu.

Koca millet! Edebiyatı ya oğlan ya karı…
Nefs-i emare hizasında henüz duyguları!
Sonra tenkîde giriş: hepsi tasavvufla dolu
Var mı sofiyyede bilmem ki ibâhiye kolu? (s.334)

Her şeyi mubah gören tasavvufî anlayışı yerden yere vuran vaiz, Hafızın Divanı’nı bir fetva kitabı gibi görenleri de fena hırpalar ve şu iki mısra ile de baş tacı edilen tasavvuf anlayışına karşı çıkar:

Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!
Urefâ mesleği; âlâ, hem ucuz, hem de şeker! (s.336)

Süleymaniye'de konuşan adam, Türkistan'dan Çin’e, Mançurya'ya geçtiğini anlatarak sözlerine devam eder. Oralardaki manzara da aynıdır, Müslümanlar geri kalmıştır, cahildir.  Üstelik herkes ‘atalar dini’ni öne çıkararak "Böyle gördük dedemizden!" diyerek garip bir dinî geleneği devam ettirmektedir.  Bu anlayışa tahammül edemeyen Âkif, kürsüdeki vaiz aracılığıyla adeta yeri, göğü inletircesine haykırmaktadır:

Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için! (s.338)

Evet, vaiz gezip gördüğü yerleri anlatmaya devam eder. Sırada Japonya vardır. Bu coğrafyada yaşayan insanlardan oldukça etkilenmiştir. Hatta şöyle der:

Sorunuz, şimdi Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyleyeyim Din-i mübînin orada
Ruh-i feyyazı yayılmış, yalınız şekli Buda
Siz gidin safvet-i İslâm’ı Japonlarda görün!
O küçük boylu büyük milletin efradı bugün,
Müslümanlıktaki erkânı sıyânette ferid
Müslüman demek için eksiği ancak tevhid. (s.338)

Vaize göre, insanî değerlerin en üst seviyeye ulaştığı yerdir Japonya. Sonra da yolcu yolunda gerektir, diyerek tekrar yola koyulur. Hedefte Hindistan’ı baştanbaşa gezmek vardır. Lâkin polisin takibi bitmek bilmediğinden gücü tükenir, yorulur. Ancak yine de az çok dolaşır Hindistan’da. Sömürge olmaktan kurtulmak için ortaya çıkan uyanış hareketlerinden, Kur'an'a yöneliş çabalarından da söz eder. Osmanlı memleketinden geldiği için kendisine, yöre insanlarının gösterdiği ilgi ve saygı karşısında şaşırır, hüzünlenir. Zira buradaki insanlar, o kadar iletişimsiz kalmış ve dünyadan o kadar kopmuşlardır ki, henüz hiçbir şeyin farkında değildirler. Hâlbuki Osmanlı “hasta adam” olarak boylu boyunca yatmaktadır.

2. Meşrutiyet

Süleymaniye Kürsüsünde konuşan vaizin ele aldığı konulardan biri de Kanun-u Esasi başlığı altında anlattıklarıdır ki oldukça dikkat çekicidir. Burada anlatılanlardan Âkif’in cumhuriyetçi bir anlayışa sahip olduğunu, saltanata sıcak bakmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. II. Meşrutiyetin ilanını Hindistan'dayken öğrenen ve bunu toplumsal bir müjde gibi değerlendiren vaiz, yöre halkının sevincini paylaşır. Seyahatini yarım bırakarak, bir İstanbul hülyası kurar kendine. Bu hülya içerisinde yeni bir hayatın kapıları ardına kadar açılmıştır. İnsanlar cıvıl cıvıldır. Herkes bir işin ucundan tutmuştur. Fabrikalar ve matbaalar çalışmakta, herkes okumaktadır. İmar ve inşa faaliyetleri memleketi sarmıştır. Gemiler yükün ağırlığından limanlara yaklaşamaz hâldedir. Ancak işin aslının böyle olmadığı, İstanbul'a dönüşle birlikte, çok geçmeden anlaşılır.

Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, Pazar
Na’radan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. (s.352)

Bu mısralarla anlatıcı/şair II. Meşrutiyetle birlikte galeyana gelmeyi hürriyet sananların, sarhoş veya deli gibi ne yaptıklarını bilmediklerini; akıl ve mantığı bir kenara atarak neyi takdir ettiklerini bile anlamadan alkışlayıp durduklarını belirtir.

Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak…

– Yaşasın!

– Kim yaşasın?

– Ömrü olan.

– Şak! Şak! Şak!   (s.352)

Evet, hâl böyledir vaiz/anlatıcı bu durum karşısında sanki garip bir rüya âleminden uyandığını, hayatın gerçekleriyle karşı karşıya kaldığını belirtirken toplumun Meşrutiyeti yanlış anladığını bu konuda uyanması gerektiğini bağıra bağıra izah eder. Çünkü ona göre hürriyet, aslında yüksek bir değerdir. Zira o, insanın aşağı bir seviyeden yukarıya çıkması demektir. Hâlbuki İstanbul’dakiler yüksek zannettikleri bir şey yüzünden aşağı seviyeye düştüklerini fark etmemektedirler.  Bundan dolayı gidişat pek güzel değildir. Bunu da şu mısralarla dile getirir:

Vatanın tâkati yoktur yeniden ihmâle:
Doludizgin gidiyor, baksana izmihlâle:
Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!
Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu? (s.356)

İş, Türk Milletine Kalmıştı…

Aslında asırlardır memleketimizde yapılan bütün iyi, kötü, fena, güzel işler hep vatanın namına yapılmıştır, yapılmaktadır. Osmanlı Devleti’ni içine düştüğü felaketten kurtarmak için de Tanzimat’tan önce ve sonra yapılanlar, birer kurtuluş reçetesi gibi sunulur. Bunlardan biri de Osmanlıcılıktır. Lakin her şey aslına rücu ettiğinden olsa gerek, tutmamıştır.

Mehmet Âkif’e göre ise kurtuluş İslâm birliğindedir. Bu birlik, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Müslümanları milliyetlerine bakmadan, bir şemsiye altında toplayacak olan en etkili, en kuvvetli birliktir.  İşte bu anlayışla Süleymaniye Kürsüsünden vaiz aracılığıyla seslenir cemaate:

Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir .
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…
Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez. (s.356) diye seslenmektedir.

Çünkü o biliyordu ki;

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. (s.358)

Ve yine o biliyordu ki bu berbat durumdan, bu geri kalmışlıktan kurtuluşun yolu bir tanedir. O da Müslümanların medeniyet yarışında ileri gitmesidir. Ancak dinimizi bu yarışta engel gören birtakım aydınların zihniyetlerini değiştirmesi gerekmektedir.  Çünkü dinimiz gelişmenin, ilmin önünde bir engel değildir. Onun için hiç vakit kaybetmeden

Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını;
Veriniz hem de mesaînize son sür’atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyyeti yok sanatın, ilmin; yalnız. (s.376) der ve milleti “yitirdiğimiz üç yüz senelik ilmi tez zamanda elde etmeye” davet eder. Sonra da “İşte dert, işte devâ; bende ne var? Bir tebliğ…” diyerek kurtuluşun sadece bizim elimizde olduğunu haykırır. Ardından da büyük bir heyecanla Allah’a dua eder, duasına cemaat de iştirak eder:

Ya İlâhî bize tevfîkini gönder…

– Âmin!

Doğru yol hangisidir, millete göster…

– Âmin!

Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu…

Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu! (s.378) der ve Süleymaniye Kürsüsünden iner.

Ancak vaiz/Âkif o günlerde Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için bu şekilde seslense de arzu ettiği İslâm birliği bir türlü gerçekleşmemiştir. Hatta Âkif’in kabul etmediği, İslâm’ın reddettiği kavmiyetçiliği (ırkçılığı) ne yazık ki bir süre sonra İngilizlerin teşvikiyle Araplar, asırlardır birlikte yaşadıkları Müslüman Türkler’e karşı başlatmışlardı. Hem de içlerinde var olan bütün çirkinlikleri kusarak.

Peki, sonuçta ne olmuştu?  Yerlerde sürünmekte olan devleti, boynu bükük milleti, içine düştüğü bu felaketten ne Osmanlıcılık ne İslâmcılık kurtarabilmişti. İş, yine devleti kuran asil Türk milletine kalmıştı. Bunu zaman içerisinde Âkif de fark etmiş ve Türk’ün İstiklâl marşını yazarken

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

demişti.

 

1 Faruk Kadri Timurtaş, “Mehmet Âkif ve Cemiyetimiz” Yağmur Yay.1962, s.52

2 Faruk Kadri Timurtaş, age. s.13

3 Mehmet Kaplan, “Şiir Tahlilleri” Anıl Yay. İst. 1958,s.123

4 Mehmet Âkif  Ersoy, “Safahat” Haz. A. Vahap Akbaş, Beyan Yay. İst. 2007,

5 http/www. dibace. net/ Azer Turan/ Türkiye Türkçesine aktaran: Orhan Aras

6 Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitaptan yapılan alıntılar gösterilirken bundan sonraki alıntılarda sadece sayfa numarası belirtilecektir.

7 A. Merthan Dündar, “Japon Seyyahı Abdürreşit İbrahim’in İzinde” Doğu Kütüphanesi Yay. İst. 2020, s.72