Şevket Apuhan

Tüm yazıları
...

Muhafazakârların para ile imtihanı

1984 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde Uluslararası ilişkiler, Haliç Üniversitesi’nde İşletme eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede tamamlamıştır. Uzun yıllar uluslararası bağımsız denetim kurumlarında çalışmış, ulusal gazetelerde yazarlık ve ulusal TV’lerde düzenli olarak yorumculuk yapmıştır. Türkiye’de ve Azerbaycan’da birçok konferansa konuşmacı olarak katılmış Apuhan’ın, yayınlanmış 4 kitabı bulunmaktadır.

İletişim:apuhan@outlook.com

Şevket Apuhan

Bundan yaklaşık 10-15 yıl önce büyükşehirlerin kenar mahallelerine ve Anadolu’nun içerisine sıkışıp kalmış muhafazakârlık tanımı, Türkiye’nin son dönemlerinde kabuk değiştirerek, kenar mahallelerden ışıltılı caddelere terfi etti lakin bu geçiş esnasında bazılarımız kabul etmek istemesek de, bu tanımın içini dolduran değer yargıları da bir kenara atıldı ve içi boşaltıldı. Buna sebep ise bahsettiğimiz önceki dönemde muhafazakâr dediğimiz insanlar yine aynı noktada, aynı hayat tarzlarını bin bir güçlükle devam ettirirken, bu tanımın siyasi bir elit tarafından sahiplenilip, temsilcisi olduklarını lanse ettikleri zümrenin hiç olmadığı kadar para ile yakın ilişkiler kurmaları ve yeni bir hayat tarzını benimsemeleri oldu.

Önce zihinler, sonra arabalar, sonra da evler değiştirildi. Bu değişim boyunca İslam anlayışı da sabit kalmayarak, başka bir hale büründü ve en sonunda iş “Devletin kasasına girmemiş parayı, şahsi çıkarlar için kullanmak, devlet malını çalmak değildi.” fetvasına kadar geldi. Aslında bu yeni bir din anlayışı değil, basbayağı yeni bir din yaratmaktan başka bir şey değildi. İslamiyet adına, İslam’ın bütün hükümleri pervasızca çiğnendi, alkol yerini nargileye bırakırken, alkollü lüks mekânların yerini, nargile dumanlarının bastırdığı, toplumun herhangi bir ferdinin önünden dahi geçmesinin imkânsız olduğu mekânlar başta büyük şehirlerin, elit diye nitelendirilen semtleri olmak üzere dört bir yanımızı sardı. Türkiye artık Kuran’ın başlar üzerinde tutulmaya devam ettiği ancak hükümlerinin ayaklar altında ezildiği bir döneme de böylece girmiş bulunuyordu.

 Hilafeti esnasında Hz. Ömer görev yerlerine gitmeden önce valilerin bütün servetlerini kaydettirir, servetlerinde aşırı miktarda artış olanların durumlarını araştırır, gerekirse servetlerinin bir kısmına el koyardı. Hz. Ömer, Devlet idaresinde adil olunması (Maide-8), işlerin ehline havale edilmesi (Nisa-58), gibi Kur’an esaslarına ve bilhassa istişareye (Al-i İmran-159) büyük önem vermiş, dünya nimetleri ile arasına kıldan ince, kılıçtan keskin bir çizgi çekmişti. Peki, Hz. Ömer’in örnek aldığı Peygamber (s.a.v)’in dünya nimetleri ve dünya işleri ile arası nasıldı?

İslam Peygamberi Medine’ye gelir gelmez bir mescit yapmış, kendi sıradan ve basit evini de onun yanı başına inşa edip, kapısını da mescidin içine açtırmıştı. Allah’ın Resulü, İslam yönetiminin baştan sona tüm Arabistan’a yerleştiği ömrünün sonuna kadar hayat tarzında hiçbir değişiklik yapmadı. Bir ülkenin mutlak yöneticisiydi ama arpa ekmeği yiyordu; fakirlerle birlikte onların sofralarına, hakir kölelerin yaptığı gibi yere oturuyor, eğersiz bineğe biniyor ve çoğu zaman arkasına da birini oturtuyordu. Mekke’nin Fetih günü yanına gelip, haşmetinden titreyen bir adama ise şöyle demişti: “Korkmana gerek yok! Ben kral değilim. Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben.”

Uzun lafın kısası: Bu iki kısa örnekten de anlaşılacağı üzere, bugün İslam anlayışı Kuran’ın emirlerinden ve Peygamber’in sünnetlerin bir hayli uzaklaşmış, Muhafazakârlık adına hareket edenlerin para ile tanışmaları ve uğradıkları büyük erozyon aradaki bu makası oldukça aşmıştı.