Selim Han Yeniacun

Tüm yazıları
...

“Na to kefari, Na to mermari”

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Selim Han Yeniacun

Güzel Türkçemize imparatorluk dönemindeki Rum komşularımızdan geçmiş bir deyimdir; “Nato mermer, nato kafa.” Bugünlerde ülkemizin en güncel krizlerinden biri olan NATO tatbikatında yaşanan rezalet ile de güzide deyimimiz tekrar popüler olmuş gibi. Lakin işin sevindirici yanı ise pek çok meselede sorgulamaktan ve derinlemesine irdelemekten uzaklaşan bireyler bile bu çarpıcı olaylar silsilesinden sonra NATO’nun gerekliliğini ve güvenilirliğini sorgular duruma gelmişlerdir.  Kafamızın mermer benzetmesinden kurtulma vakti geldi ve geçiyor bile. Hadi önce bir iki cümle ile krizi hatırlayalım: Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve mevcut Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarının Norveç’teki NATO tatbikatı sırasında “düşman” ülke simülasyonu olarak belirlenmesi, 40 şerefli Türk askeri tarafından kabul edilmeyerek Türkiye’nin tatbikattan çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Velhasıl 65 yıldır içinde bulunduğumuz savunma(!) ittifakı gerek idari tavır gerek ise politik söylem açısından Türkiye’ye karşı takındığı tutumların sonuncusu ile bardağı taşırmıştır.

Maziye dönecek olursak; Kore Savaşı’na 5.554 kişilik askeri ve tıbbi yardım taburu ile katkıda bulunan Türkiye, 1952 yılında bu fedakârlığı münasebetiyle NATO’ya girmeye hak kazanarak tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Sovyet yayılmacılığına karşı bir çare bulmuştur. Ne var ki, bulunan çare sonucunda toprak bütünlüğü ve Sovyetlerin Marksist-Ateist düşünce akımlarına toplumu ve devleti kurban etmemenin bedeli ise egemenlik üzerine konulan kısıtlamalar ile olmuştur. Modern Türkiye’nin daha ilk dönemlerinde siyasal-elit zümreye sirayet etmiş bir Amerikan eğitim sistemi etkisi bulunmakla birlikte 40’lı yıllarda alınmaya başlanan dış yardımlar, dış politikada da Türkiye’nin yüzünü batıya döneceğinin bir başka belirtisi olmuştur. Hatta 60 darbesinden önce iç işleri ve milli eğitim bakanlıkları içerisinde ABD ile doğrudan irtibatlı birimlerin olduğu darbe sonrası ortaya çıkan gerçeklerden sadece iki tanesi olarak meselenin evveli hakkında şahsımı her daim “derin” düşüncelere itmektedir. 40’lı yıllarda başlayarak 50’lerde kök salan ABD-Avrupa eksenli NATO serüvenimiz Kıbrıs, terör sorunu, siyasal egemenliğe müdahale ve 90’lardan itibaren güney sınırlarımızdaki istikrarsızlığa her hangi bir çözüm sunamamış aksine bugün bile PKK/YPG terör örgütü üyelerinden arta kalan silahlarda ve dahi 15 Temmuz darbe girişimi müsebbibi FETÖ’nün firari yandaşlarının demeçlerinde hep NATO ittifakı üyesi ülkelerin izleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

“NATO savunma ittifakında Türkiye’nin yeri nedir?” sorusu özellikle Suriye meselesi sonrasında bölge ülkelerinin kendi aralarında zaman zaman gerçekleştirebildiği ortak hareket etme politikalarının zaruri bir şekilde çoğalması ile politik olarak gündeme gelmiş, son tatbikat krizi ile de halk nezdinde sorgulanmaya başlamıştır. Tevellüdümüz el vermediğinden beni mazur görün ama okuduğum kadarıyla hiç bir dönemde bu ittifak bu kadar sorgulanmamıştır. Bu da Türkiye’nin tam bağımsız dış politika yürütebilme kapasitesi açısından önemlidir. Türkiye’nin darbe, bilinçli ekonomik krize maruz bırakılma, liberal düşünce yapısında istenilen verim alınamazsa toplumsal olayların tetiklenmesi gibi tecrübelerinin geçmişi bizlere gösteriyor ki; müttefik ülkeler canları nasıl isterse muhalif gruplar üzerinden yönetim değişiklikleri ile Türkiye dış politikasına çeki düzen verebiliyorlar. Yakın tarihimizde Kıbrıs meselesi gibi kenetlenilen durumlarda ise son çare ambargo ile karşılaşıyoruz. Tabi ki; ambargonun çözümü etkin bir dış politika yürütücüsü olabilmek ve alternatifsiz üretim kalemlerine sahip olmaktır lakin “kayıtsız şartsız milletin” olan egemenliği muhafaza etmek için dış politikaya yönelik bir iç mutabakat şarttır.

“NATO’dan çıkalım! Bölgesel ittifak kuralım! Aziz okuyucu, öte yandan çözüm bu mudur diye de düşünmek lazım. Slogan çözümler ile memleketin yılları heba olurken, diplomaside yapılacak akıllı hamleler yap-boz siyasetinde kaybedeceklerimizi önleyebilir. Zira ilk yazımda dediğim gibi ayıya dayı dersek köprüyü geçemeden yıkılıverir mazallah. Ayı ile akraba olarak öbür tarafa gitmek de var işin sonunda. Sorunun analizine gelecek olursak; NATO’nun bu son dönemdeki yoğun siyasal baskılarla Türkiye’nin üzerine gitmesi 4-5 sene evveline kadar uzanıyor. Bir vakitler benim de ülkemizin bir kamu diplomasisi kurumu olarak yararlandığı Türk-Atlantik Gençlik Komitesinden aşina olduğum çok vahim tablolar mevcut. 2013-2014 dönemlerinden itibaren neredeyse düzenlenen her toplantıda Brüksel’den gelen ağa babalarının “kaygılı” olduklarını dile getirmelerine şahit olmuşluğum vardır. Yahu o dönemler daha genciz dış politikanın kurnazlıklarına da pek aklımız ermiyor. “Ana işlevi üye ülkelerin müşterek savunmalarına katkı yapmak olan bu örgüt neden benim iç politikalarım hakkında endişe duysun?” diye de soruyorum kendime. 15 Temmuz darbe teşebbüsünde ve sonrasında yapılan açıklamalarda müttefiklerimizin endişelerini ne şekilde gidermeye çalıştıklarını az çok hepimiz kestirmişizdir. En azından ben kendime sorduğum soruların cevabını bulabildiğimi düşünüyorum. Suriye’ye girmemizle birlikte DAEŞ’e ilk darbeyi vurmamız ise sanırım 60 küsur yıllık dostlarımızda mide gazı yapmış olsa gerek.

Peki çözüm nedir? Ben bu krizlerin soğukkanlılıkla idare edilmesi gerektiğine inandığım kadar yüksek mertebeden olmasa bile kamuoyunda karşı hamlelerin dillendirilmesi gerektiğine de inanırım. Çözüm olarak Ruslarla ittifak mı kuralım? Zaten adamların hali hazırda ittifakı var. Rusya’nın eski Sovyet bakiyesi devletler ile kurduğu Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’ne katılmamızı beklemek ne rasyonel ne de Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda olacaktır. Sünni bloğu ile mi ittifak kuralım? NATO’dan çok da farklı bir durumla karşılaşmayacağımıza emin olabilirsiniz. Ortadoğu’nun yeni Don Kişot’u Prens Selman ve Sanço Panço’su Sisi; Amerikan âli menfaatlerine karşı duracak herkesi yel değirmeni olarak bellemiş bile. Hal böyleyken en rasyonel kozumuzu kimsenin de ağzından duyamadım. Hayır hayır… İncirlik değil daha da önemli! Bir Allah’ın kulunun ağzından; “Eyy NATO! Kürecikte bulunan erken uyarı radar istasyonunu çok da sevmiyorsun galiba?” sorusunu duymadım. Biz bu saatten sonra parmağımızı bükmeye çalışanın şah damarına hamle yapmak zorundayız. Kore’de 2017 Mart’ında yaptığım gözlemler sonucunda dünyanın aşırı bir güç yüklemesine sahne olup bu potansiyelin kinetiğe dönüşeceği üzerinde tahminlerde bulunmuştum. Bu tahminlere bir yenisi de şöyle eklenebilir. Dünyanın herhangi bir yerinde bir bölgesel aktör taviz vermeye başladığı anda kendi toprak bütünlüğü büyük bir krize konu olarak küresel bir çatışmanın başlangıç alanı olacaktır. Bunun için bizim sakalımızı tıraş etmeye kalkanın kolunu kesmekten başka bir çaremiz yoktur. NATO, ittifakın ikinci en büyük ordusuna sahip olan Türkiye ile sulh ve eşit mertebede bir ilişkiler ağı tesis etmek istiyorsa milli egemenliğimize ve bağımsızlığımıza tehdit olabilecek her hamlesinde ilk gündem maddemiz “Kürecik”’teki radar üssü olmalıdır. Benim kendi sınırlarım için balistik füze önleyici vermekten aciz ve dahası yaptığım anlaşmalara Yunanistan ve Suudi Arabistan gibi iki emsal varken karşı çıkan bir örgütlenmenin batı yakası güvenliği benim ilk önceliğim olamaz!