Selim Han Yeniacun

Tüm yazıları
...

Ortadoğu’da Saflar Sıklaşırken Hangi Yumurta Kırılacak?

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Selim Han Yeniacun

Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin dağılma dönemi ve Kaçar Hanedanının zayıflamasından itibaren yabancı devletlerin kendi sınırları ötesinde dini, ekonomik ve askeri politikalar geliştirdiği bir coğrafya konumuna gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ortaya çıkan manda devletler 20.yüzyılın ortalarından itibaren askeri rejimler ile bağımsızlıklarına kavuşurken belki de uzun zaman sonra bölgede pan-Arap ve/veya pan-İslam düşünceler rejimlerin meşruiyet kaynaklarının odak noktalarını teşkil etmeye başlamıştır. Libya’nın Birleşik Arap Cumhuriyeti, Mısır’ın Arap sosyalizmi altında Ortadoğu liderliği, Suriye’nin Fransız mandasından itibaren Lübnan ile birleşme arzusu, Ürdün’ün 1920’lerden beri hayalini kurduğu Büyük Suriye Devleti, İran’ın bölgedeki tiran (!) ve şeytani (!) rejimlere karşı direniş ekseni politikası gibi pek çok örnek bu coğrafyada yerel unsurların kendi mücadelelerini ne yönde belirlediklerine dair bizlere önemli değerlendirmeler yapabilme imkânı sunmaktadır. Zira hangi devletin hangi jeostratejik noktaya hangi demografik/coğrafi/işbirliği unsurlar ile baskı yapabileceği öngörüsü bu hedeflerin geçmişte tatbik edilişi ve karşılaştığı direnç/başarı ile kestirilebilmektedir.

Ortadoğu’da egemenlik ve nüfuz savaşlarını incelediğimiz vakit görmekteyiz ki; aslında çok da sihirli olmayan lakin zaman zaman tatbik edilemediği için etkisini anlamlandıramadığımız genel geçer bir formül mevcuttur. Mezhepsel ayrışmalar ile milliyet farklılıkların ötesinde yapılan ve kılıcın sivri yönünü ortak emperyalist/apartheid rejimlere döndüren ittifaklar göreceli derecede başarılı olmaktadır. Senelerdir Birinci Dünya Savaşı anlatılarında ihmal ettiğimiz İran ve Azerbaycan cephelerindeki Sünni-Şii işbirliği ile Irak’taki Şii ulemanın desteği bu mevzuda modern zamanlar için başlangıç noktası teşkil edecek en güzel örnektir. Sarıkamış cephesinde istenilen sonucun alınamaması sebebiyle doğu harekât planının sekteye uğraması; İran üzerinden Afganistan’a, Bakü üzerinden Hazar’a uzanan başarılı harekâtları görmemize engel olmamalıdır. Zira ordunun ismi de kimliği de tam manasıyla bir ‘İslam ordusudur’.

Gelelim daha yakın zamanlara. Bu yazıyı okuyanlarınızın birçoğunun “yahu sekiz Arap devleti bir İsrail ile baş edemedi?” dediğini duyar gibiyim. Bu haklı serzenişi bu sene içerisinde tamamlamayı planladığım ‘Filistin’de Yüzyıl Savaşları’ adlı eserin ana konusu olarak seçsem de kısa satırlarımda söyleyebileceğim en öz cümle şu olacaktır: Müslüman devletlerin ‘aynı gaye’, ‘ortak amaç’ ve ‘tek komutan’ esasına göre birleşmeleri durumunda bahsetmiş olduğum formül geçerliliğini korumaktadır. Ha keza, Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlığı orta hattan Bakü, güneyden de Batı Afganistan’a kadar ilerlenmesine rağmen Türkistan uç cephesinde başarılı olmamamızın en büyük sebebidir. Bazen tek muharebeyi kaybetmek bir savaşı kaybettirmese de tek bir muharebeyi almak başka seferler düzenlemenize lüzum bırakmaz.

Biz dönelim tekrar Ortadoğu’daki yerel unsurların hâkimiyet mücadelesine. 1979’daki İran’da gerçekleşen inkılap hareketleri neticesinde bölgede yeni bir kontrol mekanizması ortaya çıkmıştır. İran-Irak Savaşı sırasında tetiklenemeyen Iraklı Şii nüfus, 2003’ten sonra istikrar sağlanamayan Irak içerisinde kendisini İran ile irtibatlandırma ihtiyacı hissederek ülke içerisindeki pek çok farklı unsura karşı güçlü bir pozisyon elde etmiştir. İran, bu yakınlık neticesinde, senelerdir İsrail’i ‘Siyonist Şeytan’ olarak adlandırarak; İran-Irak Savaşı sırasında müttefikliğini kazanan Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı sayesinde devlet ve devlet dışı unsurları kullanarak geniş bir egemenlik alanı tesis etmiştir. Gerek İsrail gerekse Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri (Katar hariç) İran’ın bu egemenlik sahasını kendilerine bir tehdit olarak görmüştür. Tehdidin boyutunu ise karşılıklı yapılan açıklamaların üslup derecesinden, nükleer ve konvansiyonel silahlanma yarışından ve hidrokarbon ürünlerinin piyasa fiyatlarının düzenlenmesi ile ambargo uygulamalarından rahatlıkla idrak edebilmekteyiz. Suriye krizinin son dönemlerine kadar egemenlik yarışı İran, Irak, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas ekseninde bir bloğa karşı Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri (Katar hariç), Mısır ve Ürdün bloğu arasında cereyan etmekteydi. Türkiye batılı bir İslam ülkesi hüviyeti ile Ortadoğu meselelerine entegre olurken hem İslam toplumunun ortak değerlerini korumaya yönelik hem de kendi milli çıkarları çerçevesinde esnek bir dış politika tutumu seyretmiştir. Türkiye’nin şu an itibari ile Ortadoğu’da lider ülke olma konumu realist bir hedef olarak görülmese de denge politikaları ile kültürel hegemonya tesisi için kamu diplomasisine ağırlık vermiştir. En büyük krizin yaşandığı ülke olan Suriye ile Rusya ve İran sayesinde iletişim kurulmakta, İsrail’e karşı uluslararası arenada tepki hattının ön safında olunmasına rağmen diplomatik ve ekonomik ilişkiler korunmaktadır. Türkiye’nin geçtiğimiz beş yıl içerisinde bulduğu fırsatlar neticesinde gerçekleştirilen savunma sanayi ihracatları, Katar ile işbirliğinin doğurduğu kara ve hava üsleri projeleri Türkiye’ye Arap Yarımadasının doğusunda stratejik mevzi kazandırırken, Sudan ile yapılan antlaşmalar yarım adayı güneyden ve batıdan gözlemleyen kıymetli bir kontrol noktası elde edilmesine vesile olmuştur. Ayrıca Mısır ile ilişkilerin düzelmesi konusunda hala niyet okuma evresinde olunsa da Tunus ve Cezayir e savunma sanayi vasıtası ile yüklü miktarda ihracat yapan Türkiye, Kuzey Afrika konumlanmasında da kendisine alternatif yollar aramaktadır.

Ortadoğu satrancında bir diğer önemli aktör ise İsrail’dir. Başbakan Netanyahu’nun 2017 sonbaharında sarf etmiş olduğu “Arap yönetimleri ile işbirliği yapmamıza Arap halkları mani olmaktadır.” (Suudi bloğunu kastederek) sözleri ve üstü kapalı İsrail-Suudi, Arabistan-Körfez görüşmeleri İsrail’in bölgede kendini yakın hissettiği pozisyonu gözler önüne sermektedir. Suriye iç savaşında Kürt grupların temsilcilerinin 2016 yılında Kudüs İbrani Üniversitesi’nde yapılan konferansa davet edilmesi, Kuzey Irak’ta alınan referandum kararına olan İsrail desteği, İran’da yaşanan protestolara karşı İsrail’in takındığı resmi tutum, ABD’nin büyükelçilik kararına karşı Ürdün ve Mısır’ın gür duyulamayan tepkilerine ilaveten Suudi Veliaht Prens Muhammed B. Selman’ın ‘Filistinlilere Kudüs’ten vazgeçmesi ve ayrım duvarının Kudüs’e en yakın noktasında bulunan Abu Dis bölgesini (aslında Kudüs’ün bir mahallesidir ve ayrım duvarı apartmanların arasından geçmektedir.) başkent ilan etmeleri’ hakkındaki öneriyi ortaya atması ise İsrail’in Ortadoğu’daki egemenlik tercihi hakkında ipuçları taşımaktadır.

İran İslam Devrimi neticesinde İran’ın rejim ihracına dayalı vesayet politikası ve ABD’nin Irak’ı işgali sonrası kamplaşan Ortadoğu’da, şimdi de Suudi Arabistan yayılmacılığı ile karşı karşıyayız. Yemen krizi ile patlak veren, Katar krizi ile devam eden, Lübnan başbakanının istifa sebebi olan, geçtiğimiz günlerde ise Ürdün’de bir darbe teşebbüsünde parmağı olduğu söylenen Suudi Arabistan gerçekten bölgedeki etkinliğini İslam ülkeleri ile birleşerek ve kılıcının keskin tarafına emperyalizmi koyarak mı yapacaktır?

Gelin üç sene önceye gidelim. Suudi Veliaht Prens Salman’ın Savunma Bakanı olduğu dönemde Suudi Arabistan tarafından başlatılan bir proje dünya kamuoyunun ilgisini çekmeye başlamıştı. İslam dünyasının terörizmle savaştığının simgesi olması planlanan ve bu sayede batının sempatisinin kazanılacağı ümit edilen ‘ılımlı’ adımlar atılması ile düğmeye basıldı. 15 Aralık 2015 tarihinde 34 İslam ülkesinin katılımı ve Prens Salman’ın teşviki ile Terörizme Karşı İslami Ordu Koalisyonu adı altında bir örgütlenme oluşturuldu. İslam dünyasının batı kamuoyu tarafından terör ile ilişkilendirmesi, DAEŞ denilen yapılanmanın Ortadoğu ve Avrupa’da pek çok ülkeyi hedef alması ise yeni bir egemenlik fırsatını ortaya atmış oldu. Zira DEAŞ’ı bitiren ülke ya da ülkeler hem insanlığın hem de Ortadoğu’da bu örgütün yaptığı mezalimden çeken halkların sonsuz sevgisini kazanacaktı. Türkiye’nin kısıtlı kapasite ile Suriye’nin kuzeyinde başlatmış olduğu operasyonlar kendi milli güvenliği açısından bir kazanım teşkil etse de İran destekli Haşdi Şabi örgütü, Irak ordusu, Suriye Rejim Güçleri, Suriye’deki bazı muhalif gruplar, İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır hem yaptıkları açıklamalar ile hem de operasyonlara vermiş oldukları aktif/pasif destekler ile bir yandan egemenlik sahalarını genişletme yarışına girerken öte yandan bölgedeki devletlerden kendi bölgesel çıkarlarını desteklemeleri yönünde güç arayışına girişmişlerdir.

Suudi Arabistan’ın ‘İslam Ordusu’ sıfatıyla bir araya getirmeye çalıştığı koalisyon Pakistan’ın dönem komutanlığına emanet edilmiş ve etkin bir politika unsuru olarak kullanılamamıştır. Zira Kudüs kararını gözümüzün önüne getirdiğimizde Suudların kendi hegemonyaları için ‘terörü’ bahane ederek kurmaya çalıştığı bu örgütteki pek çok ülke sırf kılıcını emperyalistin önünde BM’de birleştirdiği için yaptırım, ekonomik yardım kesintisi ve ABD mahkemelerinin tiyatroları ile mahkûm edilmek istenmiştir. Bu konuda ılımlı Prens Salman’ın ise evdeki hesabı çarşıya uymamıştır. Yakın gelecekte sadece arka bahçesi olan bir Körfez ülkesini yanında bulabilecek olan Suudi Arabistan, bugün ABD ve İsrail ile tam anlamıyla eş bir çizgide uluslararası arenada siyaset yapmaktadır. İran’daki krizden medet uman bu siyaset ise İslam dünyasında itidalli işler yapmaktan uzak görünmektedir.