Yümni Sezen

Tüm yazıları
...

PARA ve EKONOMİ

1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.

İletişim: sezenyumni@gmail.com

Yümni Sezen

Para hakkında övücü veya yerici şiir yazmak, usta şairlerin işidir. Ancak, şiiri yazan ve şiirden hoşlananlar dahil herkes, cep ve banka serüvenini ve bunun duygu ve düşünceye yansıyan hikayesini bilir.

Başlıkta para ve ekonomi niye yan yana geldi? Sadece ekonomiden söz etmek, parayı içine alacağı için yetmez miydi? Belki “Para Ekonomisi” denebilirdi. Artık parasız ekonomi olamayacağına göre. Öyle değil. Para, paradan ibaret olmamıştır, para ekonomisi de ekonomiden ibaret değildir. Bilindiği gibi paranın olmadığı devirlerde de ekonomik hayat vardı. Ekonomi diye bir bilinç hali, bir bilimsel alan teşekkül etmemişti ama ekonomik hayatın kendisi vardı. Takasla, klan çöplüğü ile, bu çöplükteki sessiz değişim ve ihtiyaçların giderilmesi ile, insanlık yüzyıllar, binyıllar geçirmiştir. Para belasını, ama zorunlu bir belayı buluncaya kadar.

Hikayemizdeki para, sadece içedilen paraları, çalınan paraları, katilliğe aday olmuş paraları, merkez bankalarının bir türlü denge kuramadıkları parayı temsil etmiyor, insanları güldüren veya ağlatan parayı da hikâye ediyor.

Para bir vasıtadır demek, herkesin bildiği sıradan bir lafı tekrarlamak olur. Ancak vasıta kavramı önemlidir. Para ile ekonomi ilişkisi, kalem ile yazı, kalem ile kitap, kalem ile bilgi ilişkisi gibidir. Kalem de bir vasıtadır. Ancak kalemle iyi veya kötü şeyler yazabiliriz. Dahası onunla bir insanın gözüne batırıp onu kör edebiliriz. Yani doğal yolunu ve gayesini bozup değiştirebiliriz. Demek ki vasıtalık görevi, kullanmaya bağlıdır. Bütün ekonomik faaliyetler, ahlak ve fazilet, iman yollarının, kısaca Hakkın önünün açıcısı da olabilir, tıkayıcısı da. Kullanmaya ve kurduğumuz düzene bağlıdır.

Düzen kapitalist bir düzense, parayı ve marifetlerini anlatmak ve anlamak daha kolaydır. Kapitalizm, kapital (sermaye) kavramının gerektirdiklerinden öteye geçmiş, öyle bir zihniyet ve buna dayalı öyle bir sistem oluşturmuştur ki, para denilen alet ile güneş ışığını, teneffüs ettiğimiz havayı, denizleri alıp satmaya kalkışır hale gelinmiştir. Faizdeki gibi “zamanı” alıp sattıktan sonra... Ticaretini sevdiklerimizden biri dindir. Sistem din ticareti yapmayı bayağı sever. Dini, bir meta gibi, bir menfaat vasıtası olarak gören dindar tip, yahut saklanmış bir dinsiz tip, kapitalizmin arayıp bulamadığı tip olmuşlardır.

Sermaye önemlidir. O olmazsa, yarın ve yarınlar tehlikeye girecek demektir. Fakat o sermayeyi kimin, kimlerin kullanacağı da sermaye kadar önemlidir. Namuslu, vatansever birilerinin, adaletten ayrılmayan bir fabrikatörün elinde olabileceği gibi, hayali ihracatçının elinde de olabilir.

Paradan söz edince ve onu öne alınca, demek ki bir düzenden, kapitalist düzenden söz ediyoruzdur. O halde onun ana başlıklarına bakmak gerekir. Kapitalizmde rekabet esastır, reklam önemlidir. Üretim de tüketim de kazanma ve edinme psikolojisine sıkı sıkıya bağımlıdır. Genel olarak bu psikolojinin iki yetkilisi vardır: Zekâ ve akıl. Bu yetkililer, ekonomi alanında maddi bir sembol kullanmaya başlamışlardır: Para. Paraya açılan psikolojinin sosyal alana açıldığı ana kapı, Bryan S. Turner’in dediği gibi, kolay “etkileyişimcilik”tir. Para, etkileşimciliği kolaylaştırır. Çünkü temsil ettiği ve arkasında bulundurduğu güç, çok caziptir. Kapitalist düzen, kendine sosyolojik düşünce dünyasında da dayanak bulmuştur: A. Comte. Comte, hak kavramını ferdî hakka indirgemiştir. Ona göre genel ve felsefi (!) hak kavramı, pratikte kamu hakkı meselesi, metafizik bir kavramdır ve geride kalmıştır. İnsanlığın geçirdiği üç halden (üç hal kanunu) üçüncüsü olan pozitif dönemde, bir metafizik olan genel hak kavramı kaybolmuştur. “İnsan hakkı”, anti-sosyal ama gerçekçi bir haktır. İnsan hakkından doğan “ferdî hak” önemlidir. Toplum halinin amacıyla birleşen bu haktır. Hukukun da gayesi budur. Böylece fert ve ferdiyet kutsallaştırılmıştır. Gerçekte Auguste Comte sosyolojisindeki tezatlardan biridir bu. Ama kapitalizmin işine yaramıştır. Sonuçta ferdiyetçi olan kapitalist sistem, bir din gibi olmuştur.

Diğer bir ana başlık, “pazar” meselesidir. Bunun ana kucağı, daha doğrusu üvey ana kucağı kapitalizmdir. Burada bilimsel bir dayanak, olmazsa olmaz olduğuna inanılan bir kural bulunur: Arz-talep kuralı. Serbest pazar (serbest piyasa) anlayışı buraya dayanır. Şuna bir bakalım:

–Yoksulluk sınırının altında yaşayanlar pazara giremezler. Yani arz ve talebi, dolayısıyla serbest piyasayı etkileyemezler.

–Maddi olmayan hayati ihtiyaçlar pazarın dışında kalır.

–Gerçek ihtiyaç kavramı, gerçek talep kavramından geniştir. Gerçek ihtiyaç pazar dışında oluşabilir.

Bu dediklerimizi, ekonomi uzmanları yazıp durdular. Ama hayat, eğrisiyle doğrusuyla, çirkini ile güzeli ile bilimin dışında cereyan edip duruyor.

Pazarı, milletlerarası durum da etkiler. Bazılarını daha iyileştirir, bazılarını kötüleştirir. Dışa bağımlı bir ülkenin pazarı da parası da bağımlıdır. Pazarın tarafsızlığı burada neredeyse ortadan kalkmıştır. Bugün küresellik, çok şeyi altüst etmiştir. Pazar, kapitalist sistemin kendi zihniyeti doğrultusunda kullandığı bir kural istismarından ibaret olmuştur. Eşitsizlik, pazar mekanizmasıyla daha da kötüleşmiştir.

Kapitalizm ve para ekonomisi deyince, iki konu başlığı daha akla gelecektir. Biriktirme ve faiz. Manevi dünyamızın odağı dinimiz, yatırım veya meşrulaşmış adıyla tasarruf gibi bazı amaçlar dışında para ve mal biriktirmeye karşı çıkar. Bu çeşit biriktirme, dolaşıma girmediği için, adaleti, ekonomik canlılığı bozacaktır. Kötü niyetli olan ve ticarî bencillikle yapılan mal biriktirmeye ihtikâr (karaborsa hazırlığı) deniyor ki, topluma ve fertlere zararı açıktır. Emeği ve malı temsil edecek olan, etmesi gereken para da dolaşımda olmalıdır. Olumlu ve âdil kullanılan para dolaşımı, ekonomik hayatın kan damarlarındaki kan gibidir. Bu kan dolaşımında oluşabilen hastalıklardan biri faizdir. Faiz, kan hücrelerine musallat olan kanser hücreleri gibidir. Kişisel tefeciliklerden sonra, yani göçebelikten sonra, faizin anavatanı bankalar olmuştur. Bankalar artık zorunludur, tamam doğrudur. Anavatan da öyledir. Fakat siz anavatanda kiracı gibi, yıllık ücret karşılığı oturtulursanız nasıl olur? Rahatsız olan vicdanlar, faizsiz bankacılığı keşfettiler (!). Faizsiz bankada iştirakçi, kâra da zarara da ortaktır deniyor. Burada bir aldatmaca vardır. Kapitalizme uygun görevini yapıyorsa, siz hiç zarar eden banka gördünüz, duydunuz mu? Özel olarak batırılan bankalar başka bir şeydir. Bankadaki kazancın (!) üretime ve yatırına aktığını, çok nadir istisnalar dışında, söyleyebilir miyiz? Bankadan para çekenler veya hissedarlar, parayı üretimde ve yatırımda kullanıyorlar mı? Banka böyle bir şart koşarak mı veriyor krediyi? Mağdur olup mecbur kalmışların dışında, para ticaretini devam ettirenler çoğunluktadır. Bu kadar kötümser olmakta haklı mıyız? Türkiye’deki, özellikle son çeyrek asrı görenler, tanıyanlar bize hak vereceklerdir. Bütün ülkelerde böyle midir? Kapitalizmin yüzsüzlüğünün hakkı veriliyorsa, böyledir. İyice geri kalmış toplumlar, zaten bu top sahasına çıkmamışlardır. Batı ülkelerinin birçoğu, değişik unsurlarla aşırı durumları frenlemiştir. Üretime ağırlık vererek, çaktırmadan devletçi olarak (devlet destekleri) zararlar törpülenmiştir. Ancak, dış ülkeleri sömürmenin ihmal edilmediğini, yönetimlerine destek olduğunu unutmamalıdır.

Bankaya para yatırmakla, hele hissedar olmakla, üretime, hizmetlere, yatırıma destek olmaktan ziyade, ki böyle olması gerekir, para ticaretine ortak oluyoruz. Bu gerçeği kim inkâr edebilir? Faizsiz banka olmaz diye bir şey yoktur, ama mevcut şekliyle değil. Bankalar önce milli olmalıdır. Paranın dini imanı, milliyeti olmaz derler. İşte burada hile başlıyor demektir. “Millî Piyango” gibi, şans oyunlarında kullanılan paranın millîsi oluyor da başka yerde olmuyor. Paranın dini, imanı, milliyeti olmaz ama, onu kullananın olur. Millî bankanın hedefi, paranın kendi toplumundaki üretimde, meşru-kanuni hizmetlerde, âdil tüketimde, iş gücünü yönlendirmede, kalkınmada kullanılması olmalıdır. Bir ülkede kullanılan esas para tek ve millî olmalıdır. Dış ekonomik işler için kullanılacak yabancı paraya ait devletin özel tedbirleri olmalıdır. Devlet bankalarında bu işe tahsis edilmiş banka olabilir. Devletin ve dışarıyla iş yapanların dışında, toplumun insanlarının yabancı parayla ne iş olur. Benim cebimde veya banka hesabımda doların ne işi var? Ekonomist geçinen ukalaların bilimsel pozlarına bakmayın siz. Onlar çok gerekçe uydururlar, unutmayın, insanın, iradesinin, arzularının, inançlarının, değerlerinin müdahalesinin dışında, tabiat kanunları türünden bir ekonomik dünya yoktur. Tabiat kanunları bile insandan geçerek, insan ışığını emerek değerlendiriliyor.

Para, yaşama şartlarında bir araç olmalıyken, fert arzularının, hayallerinin, kısaca egosunun tutkusu haline gelmekte, araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmektedir. Hayali ihracatla, düzenbazlık ve entrikalarla, para amaçlı dönen dolapları gördük. İnsanın değerli bir varlık oluşu, ancak yer aldığı konuma, gösterdiği tavra bağlıdır. Bir kâğıt veya demir parçasına esir ve köle olan bir varlığın gücü, değeri, üstünlüğü, bu haliyle tartışılabilir. Peki hak paylaşımının, adaletin, hak çatışmalarının giderilmesinin, yani normal ve meşru bir düzenin vasıtası nedir? Parayı da amaca uygun kullanılmasına yardımcı olan, yön veren bir güç olmalıdır. Bu güç devlettir. Haksızlıkların ve çatışmaların giderildiği, giderilmesi gerektiği bir güçtür devlet. Zorbalığa ve yanlış işlere sokulmamışsa, o günün iktidarından ibaret hale gelmemişse, hak ve adalet sureci onunla kemale erme yolunda devam ediyorsa, devlet, paranın da vasıtası olduğu ekonomik-sosyal hayatın gereklerini yapar ve yönetir. Ancak devlet, tersine sömürünün aracı olursa, istismarlara ortak olur, son asırların modası parti devleti olursa, daha ötede sırf paranın ve zorbalığın devleti, mafya devleti olursa, işler daha kötüye gider. Ne yazı ki bunlar yaşanmış ve yaşanmaktadır.

Her şeyi paraya çevirmeye çalışan bir siyasi yönetimin niyeti kötüdür. Üslubu da yanlış ve tehlikelidir. Parayı iç ve dış borca bağlayacak, yahut büyük emek ve fedakârlıklarla yapılmış tesisleri, özelleştirme adıyla satacak, Allah’ın bahşettiği güzel tabiat çevresini bile bozguna uğratıp paraya çevirecek, yahut da aşırı vergiler koyacak, rüşvet, iltimas, vurgun, yolsuzluk yollarını adeta meşrulaştıracak, doğallaştıracaktır. Çünkü paraya ihtiyaç vardır. Böylece devlet, rayından çıkacaktır. İhanetler çoğalacaktır. Uyuşturucu trafiğine katılan Orta Amerika devletleri gibi devletleri gördü bu dünya.

Yönetim bakımından ve halis olmayan niyetle, parayla neler yapılabilir: Ekonomi yönetimi, borç-harç-sat sav, para bas dur, elde edilen parayla yandaş satın almaya, besleme taraftar toplamaya indirgenir. Partizan niyetlerle üretilen projeler için zaman kazanılır. Sırf para ekonomisi belirli niyetlerden ötürü uygulandığı için gerçek yüzü bu olur. Üretime, meşru hizmetlere, adil paylaşıma yönelmiş bir ekonomiyle saydıklarımızı yapamazsınız. Çünkü orada paranın sarf edileceği yerler bellidir. Nihayet para ekonomisi şuralara uzanır:

–Fertleri, toplumu ve devleti korumak tabiatında olan hukuk bozulur.

–Her şeyi kendi hakkı gibi gören bir ferdiyetçiliği ve sonuçta anarşiyi davet eder.

–Devlet ortadan kalkmayacağına göre bir mafya devletine yol açar.

Para deyip duruyoruz. Olumsuzlukların faili, bir nesne olan para değil, niyetle en iyi uyuşan bir vasıta olmasıdır. Niyet ve para çok iyi uyumlaşabilmiştir. Bilime, felsefeye konuyu getirip, lafı kuyruğundan anlayabilecekler için, bir ilkokul öğrencisine söyler gibi hatırlatıyoruz: Bir evi, bir bahçeyi gasbedebilirsiniz ama çalamazsınız. Fakat onların ederi olan parayı hırsızlayabilirsiniz. Bahsettiğimiz para budur.

Bu ekonomi hikâyesinden sonra, gelin ülkemize bakalım. İnsanlarımıza, özellikle gençlerimize ekonomik meseleyi doğru dürüst anlatmak zorundayız. Neoklasik ekonomik düşüncesi, heteredoks yaklaşım kopuşu, davranışsal ekonomi, nöroekonomik düşüncesi, heterodoks ekonomi literatürü gibi entelektüel maskaralıklarla görevden kaçışı gençlere göstermeli, ufuklarını açmalıyız. Gençlerden, çalışmayı, yardımlaşmayı, israftan kaçınmayı, gösterişten ve tüketim çılgınlığından uzak olmayı istemeliyiz ama, bunları isteyebilmek için üretimi arttırmalı, hizmet ortamı hazırlanmalı, onların öğrenim, iş hayatlarını garantiye almalıyız. Bizim manevi dünyamız almaktan, istemekten önce vermek ve adalet üzerine kuruludur. Buna ne kadar uyarsak, o kadar mutlu oluruz. Amaca sadece para ve paranın sağlayacağı güç olduğu, her şeyin paraya dönüştürüldüğü bir toplumda, adaletsizlik, sosyal-ekonomik uçurumlar, kavga, güvensizlik, hile-entrika eksik olmaz. Sahaya inip bakarsak nüfusumuzun çoğu yoksul, onların bir kısmı açtır. Yüzde 20 gibi zengin ve daha zenginler, sadece aradaki uçurumun göstergesidir.

Sosyal tabakalar şöyle olmuştur:

     

 

     
   

 

 

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
   

 

 

 

   
     

 

     

                                                                                             

                                                                                             

Oysa şöyle olmalıydı:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

               

Elbette eşitliği doğru anlamalıyız. Hak, fırsat, imkân eşitliği esasıyla adalet sağlanabilir. Beden, güç, kabiliyet, zevk, arzu, tercih gibi fiziksel ve psikolojik farklılıkları inkâr etmeden, bunlar da dahil, şartların, fertten ve toplumdan gelen zorlamaları aşarak, adaleti sağlamak mümkündür. Tam eşit değil ama, eşitliğe yaklaşan bir adalete, hiçbir şey engel olmamalıdır. Ne kişisel farklılıklar, ne özgürlük istismarı, ne alışkanlıklar, adaleti ortadan kaldırmamalıdır. Uygun bir hukuk sistemi, siyasî yapı, ekonomik düzen, bunları sürekli kılacak ve uygun eleman yetiştirecek bir eğitim-öğretim sistemi olmalıdır. Bunları sağlayamayan, sağlamayan devlet, devlet değildir. Kendine devlet süsü veren, gerçekte oligarşik, monarşik, mafyatik bir örgüte imkân verilmemelidir.