Sakin Öner

Tüm yazıları
...

Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Türk Milliyetçiliğine Genel Bakış-4

İletişim: sakinoner@hotmail.com

Sakin Öner

Tanzimat döneminde dilde milliyetçilik

Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Tanzimat hareketi ile siyasî bünye değiştirmenin ve onu kanunî esaslara dayandırmanın gaye edinildiğini, fakat bu gayeyi gerçekleştirmekte aciz kalındığını, diğer sahalarda az çok muvaffak olunduğunu belirtmiştir. Bu sahaların başında da, dil ve edebiyatta yenileşme ile başlayan bir fikir hareketi, başlangıçta müphem de olsa bir sisteme doğru gitmeye çalışan geniş bir maarif faaliyeti ile ticarî ve sınaî bazı teşebbüslerin zikrolunabileceğini ifade etmiştir.(1)

Tanzimat’tan sonra siyasî, içtimaî, iktisadî ve fikri sahada meydana gelen değişiklikler içinde en önemlisi, edebiyat alanında meydana gelenlerdir. Bir inkılâp boyutunda olan edebî değişmeleri açıklayabilmek için önce bu devirde dilde meydana gelen değişimden bahsetmek gerekir. Bu değişimi daha iyi anlayabilmek içinse Tanzimat’a gelindiğinde, dilimizin durumuna genel olarak bakmakta yarar bulunmaktadır.

Tanzimat’tan önce Osmanlı toplumunda üç dillilik diyeceğimiz bir durum söz konusudur: Bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça, konuşma dili Türkçe.(2) Türkler, İslâm medeniyeti çerçevesine girince, önce Kur’an-ı Kerîm’in Arapça olması sebebiyle, bu dilden çok sayıda kelime almışlardır. Diğer taraftan, aynı medeniyet çerçevesi içinde bulunan İran’dan da, hem kelime, hem de gramer kaideleri almışlardır. Çünkü o zaman Müslümanlığın din ve ilim dili Arapça, klâsik edebiyat dili ise Farsça idi. Bu durum, bir müddet sonra, Türkçe’nin ilim ve edebiyat dili, hatta devlet dili olarak ihmal edilmesine, Arapçanın ilim dili, Farsçanın da edebiyat dili olarak kabul edilmesine yol açmıştır. Başlangıçta, yeni din ve medeniyetin getirdiği yeni kelime, mefhum ve tabirler, Türkçeleriyle birlikte kullanılmıştır. Fakat bir müddet sonra Türkçeleri kullanılmayarak, bu kelimeler unutulmaya terkedilmiştir. Osmanlı devleti, nasıl askerî ve siyasî alanda İslâm medeniyetinin meselelerine sahip çıkmışsa, ilim ve edebiyat sahasında da ortak İslâm medeniyetinin bir parçası olmada bir sakınca görmemiştir. Bu durum, Türkçenin sadece konuşma dili olarak halk arasında yaşaması sonucunu doğurmuştur. Ayrıca bu durum, birçok Türkçe kelimenin de unutulmasına yol açmıştır.

Burada şu gerçeği göz ardı etmemek gerekir. Destanlar devrinden İslam’ın kabulüne kadar geçen devrede kullanılan sade ve açık Türkçe, halk arasında varlığını İslâmî devrede de sürdürmüştür. Tabii ki bazı İslami isim, terim ve tabirler Halk edebiyatımıza da girmiştir. Günümüze kadar devam eden Halk edebiyatı, özellikle şiirde, dil ve şekil olarak destanlar devri Türk edebiyatının bir devamıdır. Dildeki köklü değişiklik, aydınlarımızda ve devlet ricâlinde meydana gelmiştir.

XIX. yüzyılın başlarına geldiğimizde dil alanında, halk dili ve konuşma dili dışında, üç ayrı dilin varlığı göze çarpmaktadır.

Resmî dil, ilmî dil ve edebî dil.

Tanzimat’ın ilânı ile Batı’ya açılan ve kendi dışındaki tamamen farklı bir kültür ve medeniyet çevresi ile münasebete giren milletimiz, her alanda olduğu gibi, dilde de büyük bir değişim sürecine girmiştir. Avrupa’daki Türk dili üzerindeki çalışmaların tanınması, millî kimliğin farkına varılarak tarihî kaynaklara yönelinmesi, millî dilimiz olan Türkçeyi kullanmaya doğru bir temayülü de beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler, resmî, edebî ve ilmî dil alanlarında ayrı ayrı ele alınıp incelenecektir. Alfabe ve imlâ meseleleri üzerindeki görüş ve çalışmalar da, “Tanzimat döneminde dilde milliyetçilik” konusunun sonunda ele alınacaktır.

Resmî dilde milliyetçilik

Resmî dilde ilk sadeleşme, yani Türkçeye yönelme çalışmaları III. Selim devrinde (1789-1807) başlamıştır. Bu devirde hazırlanan hatt-ı hümayunlarda mümkün mertebe sade dil kullanılmaya çalışılmıştır. Bu dil, malzemelerini, halk Türkçesinden, seyahatnamelerden ve Türki-î basit cereyanından almıştır. Devletin halka yönelik yazılarında, sadeleşme yönündeki bu dil kullanılmıştır. Bunun son örneği, 1839 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın okuduğu Tanzimat Fermanı’dır.

II. Mahmut, 1831 yılında yayımlanan ilk resmî Türk gazetesi olan Takvim-i Vekâyi’nin adını bizzat kendi koymuştur. Yeri gelmişken ilk resmî Türk gazetesi olan Takvim-i Vekâyi hakkında biraz bilgi vermekte yarar bulunmaktadır. Takvim-i Vekâyi’nin birinci sayısı 25 Cemâziyelevvel 1247’de (1 Kasım 1831) Türkçe olarak yayımlanmıştır. Düzenli olmasa da Fransızca ve diğer dillerde de nüshaları neşredilmiştir. Avrupa’daki örnekleri gibi iç ve dış kamuoyunu daha düzenli ve hızlı şekilde bilgilendirmek amacıyla çıkarılmıştır.

Avrupa’da gazeteciliğin tarihi, XVII. yüzyıl başlarında başlar. Osmanlı ülkesinde ilk gazeteler, ancak XVIII. yüzyılın sonlarında İstanbul ve İzmir başta olmak üzere bazı merkezlerde yabancılar tarafından kendi dillerinde yayımlanmıştır. Türkçe ilk gazete ise Kasım 1816’da Bağdat Valisi Kölemen Dâvud Paşa tarafından yayımlanan Türkçe-Arapça Curnalü’l-Irâk’tır. Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 2 Aralık 1828’de Kahire’de yarı yarıya Türkçe ve Arapça Vekāyi-i Mısriyye isimli bir gazete çıkarmıştır. Ayrıca Alexandre Blacque İzmir’de birbiri ardınca Spectateur Oriental ve Courrier de Smyrne adlı gazeteleri çıkarmıştır. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı yöneticileri, İstanbul’da devletin sesi olabilecek bir resmi gazete çıkarmaya karar vermişler, padişahın onayıyla Takvîm-i Vekāyi gazetesini çıkarmışlardır. Gazete yayımlandığında konuyla ilgili olarak halkı bilgilendirmek amacıyla Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi tarafından 8 Ekim 1831’de Mukaddime kaleme alınmıştır.

Takvîm-i Vekāyi, Osmanlı Devleti’nin sona ermesinin ardından Cumhuriyet döneminde ‘Cerîde-i Resmiyye/Resmî Gazete’ adıyla yayınına devam etmiştir. Takvîm-i Vekāyi‘nin çıkarılması, resmî dilin yavaş yavaş halka inmesi demektir. Başka bir söyleyişle, havas ile avam arasında bir birleşme, konuşma, anlaşma ve yakınlaşma köprüsünün kurulması demektir.(3)

Devletin resmî yazışmalarında bu sadeleşme devam ederken, resmî dairelerdeki yazışmada yine eski üslûba göre yazma ananesi sürdürülüyordu. Divan nesri kolay taklit edilemediği için, resmî dairelerde seci’lerin yerine, (etti, yaptı, oldu) gibi fiillerle yapılan cümleler (ettiği, yaptığı, olduğu) şeklinde birbirine bağlanarak anlaşılmaz bir hale sokulmuştu. Fiil ile fail arasına o kadar çok mef’ul sıkıştırılmıştı ki; herhangi bir yazı okunurken, fiile gelinceye kadar fail unutulurdu. Hattâ eskiye taraftarlığı ile meşhur bulunan Muallim Naci’nin bile bu hal itirazına sebep olmuş, yeni girdiği bir memuriyetten bu yüzden çıkıp gitmiş, kaleme bir daha uğramamıştı.(4)

Bu durumdan, devrin aydınları ve devlet erkânı da, çok rahatsızdı. Devlet ricalinden Rifat Paşa, 1847 yılında resmî dairelere, resmî yazışmalarda kullanılması gereken dil konusunda şu tamimi göndermiştir:

“Fakat ihtisar üzere yazılıp da maslahat noksan ifade olunsun demek olmayıp zait addolunan tafsilâta hacet olmıyarak icabı kadar yazılsın demektir. Usûl-i inşada ve hulâsa-i tahriratta seci ve kafiye ve tabirat-ı müsiyane derç ve istimal-i vakıa hin-i kıraatte müzeyyen görünürse de, çünkü maslahatça olan tahrirat bir nevi takrir ve ifade-i meram olduğundan gerçi gayri mültezem olarak tesadüfî kafiyede beis yoksa da bililtizam kafiye taharrisi teahhür-i tahrire sebep olur. Öyle kafiyeler ve tezyin-i elfaz edeyim  niyeti ile lûgat-ı garibeler ile maslahat bayağı mealinden çıkmak ve lâyıkıyle kolayca anlaşılmamak derecesine varacağından mümkün mertebe teshil-i maslahat için Türkî  edâlar ve açık vazıh ibareler ve mümkün olur ise, fıkra fıkra sözler iltizam olunsa bir kere okunmak ile her ne kadar muğlâk maslahat olan anlaşılır.”(5)

Rifat Paşa’nın bu tamiminden, o devirdeki resmî muamelât dilinde ‘lûgat-ı garibelerle’ suni bir şekilde süslenmiş cümleler kullanıldığı ve manaya hiç önem verilmediği anlaşılmaktadır. Anlaşılmamak derecesine varan bu ifadelerin yerine, ‘Türkî edaların’ kullanılması, açık, vazıh ibarelerin fıkra fıkra sözlerle ifade edilmesi, yani kısa cümlelerle düşüncelerin anlatılması yoluna gidilmesi istenmiştir. “Türkî edâ” tabiri ile doğrudan doğruya Arabî ve Farisî edâ ve ifade tarzlarından ayrılmanın lâzım geldiği imâ edilmiştir.

Rifat Paşa’nın resmî daireler arasındaki yazışmalarla ilgili tarihî belge niteliği taşıyan bu tamiminden başka,  aynı konuda Takvim-i Vakayi’de yayımlanan bir tamim daha bulunmaktadır. Resmî dilin sadeleşmesinde önemli yeri olan tamim aynen aşağıya alınmıştır:

“Bir müddetenberi mektuplara ve tezkerelere yazılmakta olan elkab maddesinde pek aşurı tekellüf olunmakta olup, halbuki böyle şeylerde husut-i mazbutiyet usul-ü intizamiyeye muvafık göründüğüne ve saye-i ihsanüvaye-i hazreti şahâneye bendegân ve dai’yan devlet-i âliyenin nail oldukları rütüp ve haysiyet öyle uzun elkaba ve tekellüfata muhtaç olmadığına binaen muhsinat-ı asrıye-i hazreti şehirşahiden olmak ve bu maddenin dahi suret-i mutedilesi hasıl olarak halk o makule tekellüfat-ı beyhudeden kurtarılmak üzere bundan böyle müratib-i mütenev’viasaltanat-ı seniye’ye mahsus olup mafevkında bulunan madununa ve madununda olan mafevkına alel’ıtlak ve ahaddınas dahi yekdiğere bil’umum yazılması münasip olan elkabı meclis-i valâ-yi ahkâm-ı adliyede ve meclis-i âli’yi umumîde bilmüzakere tertip ve tanzim ve hakipayi hümâyun cenab-ı mülükâneye arz ve takdimle ol suretle icrasına emrü ve idare-i isabet ifade-i hazret-i tacidarı müteallik ve şerefsuru buyrulmuş ve mantuk-ı münifi üzere zikrolunan elkabı mukarrire-i münasebeyi şamil varaka-î mahsusalar tab ve temsili icabedenlere verilmiş olmakla ayniyle bu mahalle dahî tab ve temsil kılınmıştır.”(6)

Bu belgelerden başka Bursalı Tahir Bey’in Prof. Fuad Köprülü’ye verdiği, 1310’da Manastır İdadisi Müdürlüğü’ne gönderilen bir tamim daha bulunmaktadır. Bu tamimde, mekteplerde Türkçenin, azamî derecede Arapça ve Farsça kelimelerden temizlenmiş olarak okutulması ve İstanbul şivesinin esas alınması istenmiştir.

Resmi dairelerde ve mekteplerde, III. Selim devrinde başlayan ağdalı Osmanlıcadan sade Türkçeye geçiş hareketleri, Tanzimat’a doğru semeresini vermeye başlamıştır. Yalnız, Tanzimat’la birlikte Avrupalılara ayak uydurmak düşüncesi, Fransızca’nın resmî devlet dili olmasına yol açmıştır. Bu karar, Mustafa Reşit Paşa’nın son sadrazamlık dönemine rastlamıştır. Bu karardan önce, diğer devletlerle münasebetler hep Türkçe yapılmıştır. Reşit Paşa, Fransızcayı, diğer Avrupa devletlerine ayak uydurulabilsin diye kabul etmiştir.

(Devam edecek)

(1)Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri,   s.171

(2)Sabri Akdeniz, Bağımsızlığın Temelleri, İstanbul 1992, s.241

(3)TDV İslâm Ansiklopedisi Takvîm-i Vekāyi maddesi.

(4)Sait Paşa, Gazeteci Lisanı, İstanbul 1327, s.149

(5)Samim Kocagöz, Tanzimattan Dil Hareketlerine Umumi Bir Bakış, mezuniyet tezi, İ.Ü. Ktp. sy. 655, s.10-11

(6)Samim Kocagöz, a.g.e., s.12