Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

Tiyatro Zevk Ölçüsü

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Dünyada dilin telâffuzunda örnek alınanlar öncelikle tiyatroculardır. En iyi onlar seslendirirler. Ona göre yetişmişlerdir. Ülkelerinin dillerini bütün inceliklerini bilerek ve duyarak söylerler. Dünya için değişmeyen bu ölçü bizim için de geçerlidir. Yalnız, bu cümleyi iki şekilde açmalıyım: Bizde de böyleydi demem lazım; çünkü artık güzel Türkçeyi onlardan duyamıyoruz. Bunu da açmalıyım: elli yıl öncesine kadar, dünyada geçerli bu ölçü bazı farklarla bizde de vardı. Türkçe telâffuz konusunda sıkıntılı durumda değildik. Tiyatro sanatçılarımızla beraber daha pek çok öncü isim ve topluluk, güzelliği, düzeni temsil ediyordu. İstanbul, dil zevkinin duyulduğu bir merkezdi.  Bu nokta çok önemlidir ve üzerinde ısrarla durmak gerekir.

Konu telâffuz olunca, yine de sahne sanatlarının yaygınlığı ve itibarı ilk önce bakacağımız husustur.

Batı tarzı akademik tiyatro hayatımıza fazlaca girmiş bir sanat değildi. Gelenekli söz ve sahne sanatları tabii yaygındı. Ustalıkla ve kuvvetle yaşatılıyordu. Yüksek kültür toplumun her kesimine yayılmıştı. Her rengiyle yaratıcı ve özgün bir hayatımız vardı. Şifâhî kültür canlıydı. Sohbet kültürü kendi kavramlarını da yaratmıştı.   Cemiyet adamı, sohbet adamı,  meddah, heccav, hoş sohbet, hoş-âvâz gibi sıfatlar vardı. Ağzından bal damlıyor, sözü sohbeti dinlenir, ağzına baktırır gibi deyimler kullanılırdı. Bazı kimseler için, fem-i muhsin (güzel söyleyen ağız) denirdi. Bu sonuncusu tasavvuf çevrelerinin kavramıydı ve yaygın bir söz halinde yurdun hemen her köşesinde kullanılırdı.  Söz güzelliğiyle ilgili daha pek çok söz, deyim ve kavram hayatımızı süslüyordu.

Her kesime yayılan dil zevki

Bir hususu kuvvetle vurgulayarak devam etmek isterim: Çok renkli bir söz ve sohbet dilinin hâkimiyeti vardı. En güzel konuşanlar da onlardan çıkıyordu. Türkçe konusunda titizdiler. Şairler ve yazarlar da o sınıfa girerdi. Bu çevrelerden herkeste dil dikkati ve zevki üst seviyedeydi. Tenkidde keskindiler. Yanlışlar hemen düzeltilirdi. Süleyman Nazif’in şöhreti malumdur; fakat sadece o değil, gazetelerde ve dergilerde yazanların sırasında birinci işi Türkçe inzibatını sağlamaktı. Tiyatrocular da gözetim altındaydılar.

Dili en iyi bilenler tiyatroculardan çıkardı diyemesek de, en iyi konuşanlar arasında onlar vardı. Şimdi o ölçüyü de kaybettiğimiz bir dönemden geçiyoruz.

Bunun sebebini bilmez ve en açık şekilde konuşmazsak çare de arayamayız. Üzülerek ve kahrolarak söylüyorum: Bizim tiyatrocularımız doğru dürüst dil bilmezler. Çünkü devlet eliyle yürütülen dil ve kültür düzenlemelerinin yazageldiğimiz yanlışları içinde yetiştirilmişlerdir. Dilin ses ölçüsü tiyatro sanatkârları olduğu için, bu bozuculukta örnek olarak yetiştirilmişlerdir. Çünkü birinci dereceden uygulayıcıdırlar. Bozulmayı temsil etmek zorunda kalmışlardır. Talihsizlik buradadır.

Muhsin Ertuğrul ve Dârülbedâyî dönemi sanatçıları Türkçe’nin inceliklerini bilir ve İstanbul şîvesinin bütün güzelliklerini aksettirirlerdi. Dil İnkılâbı’nın olumsuz etkileriyle sersemlememiş, zihinleri dağılmamış ve bozulmamışlardı.  Onlara yetişenler bilirler, hangisine rastlasanız, biraz daha konuşsa da dinlesem diyeceğiniz insanlardır. Türkçeleri pek güzeldir.

Konservatuar başarısızlığı

Türkçe bilmediğini söylediklerim 1944’de kurulan Devlet Konservatuarı’ndan yetişenlerdir. İlk nesil mezunlar, dil bilen bir Türkiye’ye doğdukları için iyiydiler. Sonrakiler derece derece bozuldu. Alman Karl Ebert belli ki iyi bir kurucuydu. Genel tiyatro prensiplerini ve eğitim- öğretimini esas aldı. Türkçe ve Türk kültürü hakkında ancak genel bir fikri vardı. O boşluğu biz dolduracaktık. Bize tiyatro tekniği öğretecekti ve biz onu dilimize, kültürümüze uygulayacaktık.  Jest- mimik,  diksiyon, ses ve beden çalışmaları oyuncunun kabiliyet ve imkânlarını kullanabilmesini sağlayacaktı. Tekrar edeyim, bu eğitimleri Türkçe için alıyorduk. Bizim oyuncularımız Türkçe oynayacaklardı. Ona göre yetişeceklerdi. İşte orada sıkıntılar yaşandı.

1944’ten itibaren, Konservatuarımızda okutulan dersleri incelemek ve uygulama hakkında biraz bilgi edinmek meseleyi anlamaya ve anlamlandırmaya yeter. Dersler tabii Türkçedir, bu tamam. Yalnız kültür derslerine baktığınızda başka bir tablo ortaya çıkar. Antikiteden itibaren tiyatro tarihi ve örnekleri okutulur. Bunda da problem yok. Problem şurada: Genel kültür Batı medeniyetinin verimleri üzerinden öğretilir. Türkçe vardır ama Türk kültürü hemen hemen yoktur. Böyle bir paradoks vardır. Mesela, ses bozulmasın, onların tabiriyle alaturkaya kaymasın diye müzik kısmında Türk müziği dinletmezler. Bu anlayış orada kalmaz, tiyatro bölümüne de uygulanır.

Dil müziksiz olmaz

Bu kuralı Karl Ebert’in koyduğunu zannetmem. Çünkü o bilir ki dil şiir ve müzikle öğrenilir. Dünyanın bütün konservatuarları böyledir. Bırakın konservatuarları, mektep talebesi de bu yoldan dilinin sesini ve telaffuzunu edinir. Tiyatro ile meşgul olduğum yıllarda bunu fark etmiş ve ileri gelenlerle de konuşmuştum. Tiyatro içinden hoca konumundakilerden bazılarıyla da yakın oldum. Onlara da anlattım. Devlet Tiyatroları’nın başrejisörü Mahir Canova ve Konservatuar’ın bir dönem müdürlüğünü eden İlyas Avcı bunlar arasındadır. Bana itiraz etmediler. Endişelerimi paylaştılar, fakat programda değişiklik ve esnemeyi konuşamadık. Çünkü tabu gibiydi. Konservatuarımız, sanki öğrenciyi yeni baştan yoğurmak için toplumdan, hayattan ve kendi gelenek-göreneklerinden ve büyük ölçüde kültüründen koparmak esasına göre kurulmuştu.

Yatılı okuldu. Sanatın gerektirdiği sıkı çalışma Ebert tarafından benimsetilmişti. Gece gündüz yürütülen çok yönlü bir programı vardı. Yatılı mekteplerin hemen hepsinde belli bir disiplin vardır; fakat konservatuarda başka bir disiplin de uygulanıyordu. Talebenin hem fizik hem psikolojik bakımdan yeniden kurulması (inşa) esas alındığı bir sistem kurulmuştu. Verdiğim müzik örneği çok dikkat çekicidir.

Milliyetçi cephe döneminde İlyas Avcı’nın müdürlüğü sırasında bir yumuşama beklenirken o tabuların değişmediğini gösteren bir örneği hatırlarım. Şimdi tiyatromuzun yüz akı sanatçılarından Mehmet Atay, öğrenciydi. Koridorda, bir türkü mırıldanarak giderken, arkadan İlyas Bey gelir ve sevdiği talebesine “Mehmet, ne yapıyorsun? Türkü söylersen seni atmak zorunda kalırım…” der. Mehmet bu olayı o sırada bana anlatmıştı. Yakınlarda söyledim, hatırlamadı.

Demem o ki, Türkçenin zaferlerini söyleyecek Türk çocukları, Türklüğe mesafeli bir kültür ortamında, yeniden yoğrularak mesleğe hazırlanıyordu. Bu konuyu örnekleyerek açacağım. Bilinmeli ve konuşulmalıdır.