Yağmur Tunalı

Tüm yazıları
...

Türkçe Varsa Varız

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Yağmur Tunalı

Dili millet yapar. Sahibi de odur. Yüksek kültürü yaratan şair ve yazar cinsinden seçkinlerin yeri ayrı olmak üzere böyledir. Yahya Kemal’in,  ‘büyük gaflet’ dediği bu gerçeği yeterince anlamayıştır. Farkına varışı, elbette okumuşlar sağlar ve temsil ederler. Fakat toplumun bütün katlarına yayılan bir dikkat birliği, okumuşun yanlışa düşmesine engel olur. Düzenleyici ve asıl frenleyici rol, bu dikkattedir. Dil sevgisini, dil şuuruna vardıran ilginin, sevginin ve otomatik dikkatin eksikliği büyük yıkımlar getirir. Nitekim getirmiştir.

Üstadın dediği gibi dili sadece dilcilerin, eğitimcilerin, öğretmenlerin ve edebiyatçıların meşguliyet sahası zannettik. O mirasyediler de tarihin şahit olmadığı bir dil mühendisliği ile ‘yeni bir dil yaratma’ya kalkıştılar. Millet, onları seyretti. Beğenmese de istemese de dayatmalarına maruz kaldı ve bir ölçüde kabule mecbur oldu.

Tasfiye yanlıştır

Bu dil mühendisleri ‘Genç Kalemler’de Ömer Seyfeddin’in yazdığı “Yeni Lisan” makalesindeki fikirlerle hareket etmediler. Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp çizgisi doğruydu. ‘Türkçeleşmiş Türkçe’ydi. Türkçeyi, yabancı gramer kaidelerinden, mesela Arapça-Farsça terkiplerden arındırmak istiyorlardı. ‘Sâdeleşmeci’ydiler,  ‘tasfiyeci’ ve ‘uydurmacı’ değillerdi.

Nitekim 1930’lara gelindiğinde, sade ve mükemmel bir Türkçe vardır.  Ömer Seyfeddin nesli başarmıştır. Bu Türkçe, Yahya Kemal’in, Refik Hâlid’in, Reşad Nuri’nin, Kemâleddin Kâmî (Kamu)’nin, Sâmiha Ayverdi’nin, Faruk Nâfiz’in, Necip Fâzıl’ın, hatta Nâzım Hikmet’in dilidir. Yüzlerce şair ve yazarla parlayan, zengin, işlenmiş, incelmiş, her şeyi ifadeye yeten mükemmel bir dildir.  Üzerinde oynanan maalesef bu sadeleşmiş, zengin ve güzel dilimizdir.  Okumuşların baskın bir kesimi tarafından 40 yıl yoğun şekilde bir operasyon sürdürülmüştür. Devlet zoruyla yapılmış bir operasyondur.  Başka türlüsü zaten mümkün değildi.

Bu mühendisliğin yıkıcılığı, saçma terimler uydurmasında değildir. Öncelikle yeni kavramlara karşılık aramak döviziyle yola çıkmışlar fakat günlük hayatta her gün yüz kere kullandığımız kelimelere savaş açmakla devam etmişlerdir. Biz günlük hayatın bin yıllık sözlerini değiştirmek isterken, batı dillerinden kelime ve terim girişinde gümrük kalmamıştır. İki taraflı bir kayıptır. İnanılmaz bir ısrarla onlar doğradı, biz inanılmaz bir gafletle -tam- direnemedik. Bugün, Arapça-Farsça diye dilden atılan kelimelerin, onların girdiği deyimlerin ve onlarla yapılan kelime gruplarının kaybının Türkçeyi ne kadar zayıflattığını ve hatta fakirleştirdiğini dilcilerimiz henüz ölçmediler.

Kelimeler yalnız yaşamaz

İki örnek konuyu hatırlatmaya yeter: Hayat ve millet.  Pek çok kelime gibi Hayat ve millet kelimeleri etrafında yürütülen çabanın ve değiştirme gayretinin hikâyesi mutlaka yazılmalıdır. Hayat karşılığı önce ‘yaşantı’ uyduruldu. Gün yirmi dört saat devlet radyo ve televizyonu ve gazetelerin büyük çoğunluğu bu ‘sözcük’ü getirmek için ‘hayat’ demedi.  Eşler, sevgililer birbirine ‘hayatım’ diyemez oldu. ‘Hayat kadını’ tabiri neredeyse unutuldu. Düşünmediler ki, hayat gibi bazı kelimeler dilde tek kalmaz, aile kurar.  İçinde hayat geçen onlarca deyimle kurulan ifade ve anlam askıda kaldı.  Buna rağmen hayat ölmedi. İşe bakın ki, ‘yaşantı’ hayat olmadı ama ‘hayatın bir kesiti’ anlamına gelip oturdu.

Burada kaldılar mı? Hayır. Bombardıman devam etti. Devlet desteğiyle ‘hayat’ yıkılacaktı.  Bu sefer ‘yaşam’ı buldular. ‘Yaşam’ ve ‘kuram’ üzerine fıkralar ve ayıbı çağrıştıran yorumlar da vazgeçmelerine yol açmadı. Devam ettiler ve bir ölçüde yerleştirdiler. Yalnız ‘hayat’ın hayatını sona erdiremediler.  Şimdi ikisi de kullanılıyor.

Buna benzer bir kelime de millet. Bugün millet ve millî kelimeleri dilimizde yaşıyor. Milliyet kelimesini de kullanıyoruz.  Onları öldürmek için uydurulan iki kelime de tedavülde. Esasen Moğolcadan dilimize geçen ulus ve ona getirilen Fransız –al ekiyle yapılan ulusal.  Şimdi Milliyetçilik dememek için Ulusalcılık diye bir terim de türetildi. Bu kelimeler de millet, millî, milliyet, milliyetçilik gibi kelimeleri dilimizden kovamadı. Bir bakıma yaşama mücadeleleri devam ediyor. Bu bakımdan önemli örneklerdir. Ancak, artık binlerce kelimenin ve daha önemlisi akıcı bir anlatımın, büyük manada güzel bir dilin epeyce uzağına düştük. Gafletimizle bu büyük yıkıma uğradık. En basit ifadeyle savunma refleksimiz zayıf kaldı.

Ya başka milletler?

Şimdi bir kıyaslama için bu millet kelimesi üzerinden bize yakın büyüklükteki bazı milletlerin benzer durumda nasıl davranacaklarını anlamaya çalışalım.  Millet’in karşılığı  ‘nation’ kelimesini, Latin kökenli diye İngilizceden kovmaya kalkacak veya atılmasını teklif edecek adama güler geçerler.  İngilizler en fazla soğuk bir şakadır diye düşünürler.  Aynı şey Fransa’da olsa, hapse değil tımarhaneye koyarlar.  İş o kadar ciddîleşir. Çünkü Fransızlar bu işin şakasını bile kaldıramazlar, deliye meliye de bakmazlar. Bozgunculuğu, mukaddese saldırı gibi algılarlar. Rusların tepkisi daha başkadır: ‘Natsiya’ kelimesine Rusça değildir diyene –Rus milletinin karakterine uygun olarak- bir araba sopa atarak sokağa bırakırlar.

Demem o ki, dilde gafleti olmayan milletlerin nasıl davranacaklarını az çok tahmin edebiliyoruz. Tahmin değil aslında biliyoruz. Biraz aşağılık duygusu biraz da bu bilgiden dolayı, biz de Frenk dillerini doğru yazmaya, doğru okumaya ve doğru söylemeye çalışıyoruz.  Onların sevgisine, şuuruna saygı duymak için titizleniyoruz. Acayip bir psikoloji bu. Gafiller işte böyle ezik davranırlar.

Yollar dilden geçer

Türk çocuğunun tanımadığı bir duygu bu. Hem kendi dilinin sevgisini edinmemek hem de başkasına hayranlık...  Bundan beter yıkıcı bir duygu yoktur. Yüzyıl önceki Türkler, çökmekte olan bir imparatorlukta yaşamalarına rağmen batı karşısında dil bakımından bu duyguda değillerdi.  Aksine dillerine sarılmışlardır.

Ölçüyü Ömer Seyfeddin’ler koymuştur. Atatürk’ün dediği de odur:  “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”  Bu ifade, kendisine ve diline-kültürüne güvenen, ona tam manasıyla sahip bir inanışın formülüdür. Evet, ‘boyunduruk’tan bilerek, severek, anlayarak, işleyerek, çalışarak kurtulmak mümkündür ve buna hava kadar su kadar ihtiyacımız vardır