Ayşegül Büşra Paksoy

Tüm yazıları
...

Türkiye’nin Asırlık Problemi… Bu Ne Bitmez Çileydi!

Henüz yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Ayşegül Büşra Paksoy

Asırlık problem deyince, aklınıza siyasî tarihimiz dâhilinde olan ve dönem dönem gündemimizi hararetle işgal eden birtakım meseleler gelebilir. Fakat aklınıza ilk sırada gelen ve gerek iç gerekse dış siyasetin problemleri arasında sayılan mevzulardan bahsetmiyorum. Toplumun içinde varlık sürdüren ama kaynaklarını toplumdan almayan, toplumdan beslenmediği halde toplumu beslemeye kalkan aydınlarımızdan bahsediyorum asırlık problem derken… Aydınlar(ımız) diye söze başlayıp, kelimenin yanına bir iyelik eki kattım diye bu mefhumu bize ait saydığım zannedilmesin… Onların bir kısmı bizden olup, bize yabancılaşan; bir kısmı ise hiçbir zaman bizden olmayıp bol miktarda ‘biz’li cümle kuranlar… Kategorileri arttırmak mümkün elbette... Fakat şimdilik sitem etmek için bize bu iki kategori kâfidir diyerek, sözü dallandırıp budaklandırmadan mevzuya geçelim. Aydınlar meselesi hakkında sitemimiz çok olduğundan çok uzun yıllar boyunca yapılmış tartışmalarla vakit kaybetmeyeceğim. Yani burada ne kelimenin köklerini irdeleyeceğim ne Tanzimat, Meşrutiyet dönemi aydın tartışmalarına gireceğim ne de aydın, entelektüel, münevver kavramlarının farklılık ve benzerlik gösterdiği noktalara değineceğim. Evet, bu ilk yazıda belirgin olarak iki kategoride varlıklarına şahit olduğumuz aydınlardan bahsedeceğim sadece. Malûm yerim de dar!

Efendim, Türkiye’deki birinci tip aydın şudur: Cumhuriyet tarihinden beri var olan, yerli ve millî olamayıp (işin açığı olmamayı da marifet sayan bir kibir içinde) toplumla arasına mesafe koydukça ve üst perdeden bakan tavrını muhafaza ettikçe aydın oluşunun hakkını verdiğini zanneden aristokrat(!) güruh… İkinci kategoriye giren aydınlar ise milletin içinden gelen, fazlasıyla yerli olan (ki bunun da fazla olan kısmı hadiselere bakışındaki vizyonsuzlukta kendini gösterir) fakat millî olamayan, olamadığı için de fikirleri bozbulanık bir şuurun ürünü olmaktan ibaret olan güruh…

Biraz sert kaçacak lâkin rahmetli Cemil Meriç’in sözleri geldi aklıma, Batı’ya gözü kapalı hayranlık duyan, kötü bir taklitçilik içinde ne yerli ne milli olan ilk kategorinin mensuplarına ithafen… Milli Devlet Gazetesi’nin ilk sayısında “sözümüze şer katmamak ümidiyle” dedim, amma velâkin “doğruyu söylemekten imtina edelim” demedim. Neyse, dönelim Cemil Meriç’in sitemlerimizin öznesi olan aydınlar için sarf ettiği sözlere:

“Türk aydını batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Batılılaşmak uğruna herkesin peşinden giden, dostları düşman düşmanı dost zanneden zavallı Türk intelijansiyası! Kendi insanından koptukça meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan köleler…”

Biraz ağır mı kaçtı dersiniz? Zannetmem… O güruha müstahaktır bu sözler!

Ya ikinci kategori? Onlar da uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kurcalayacak bir meraktan yoksun ve irfandan uzak olan yerliler… Yerliliklerinin yanına millîliği ekleyemeyenler... O yerliliklerini de milletin başına vizyonsuzlukla bela edenler…

Bu iki imtihan vesilesini hangi noktada buluşturabiliriz dersiniz? Hemen söyleyeyim: İkisi de tam mânâsıyla ‘bizim’ değildir… Ve yazık ki ikisi de müthiş bir pespayelik içinde şöhret kazanabileceğini bilmektedir. Popüler olanın kıymetli zannedildiği modern çağ, bu pespayeliğe müsait zemini hazırlamaktadır çünkü… Elbette çağın kabahatinden değildir hepsi. Çağ, bu şöhretperestlerin hız limiti aşımına müsaade eder sadece… Bizler ise, maruz kaldığımız bu pespayeliğe farkında olmadan yavaş yavaş alışırız. Uyanık bir şuura sahip olanlar ise korunaklı bölgeler kurarlar kendilerine. Tam olarak korunmak mümkün olmasa bile ‘zihnî istilâ’yı azaltacak tedbirlerle direnirler bu pespayeliğe… Ve kendi kafasıyla, kendi gönlüyle düşünemeyen aydın görünümlülere…

Peki, nerede bu hakikî aydınlar, yok mudur umut ışığı olanlar? Elbette vardır. Aksini söylemek de onların vebalini almaktır. Lâkin onlar, yerlerini gasp etme gayretinde olanlarla aynı silâhlarla savaşmamaktadır. Siz onları üsluplarından, eserlerinden ve sancılarından tanırsınız.

Sancı… Bakın bu da kilit bir noktadır. Her sancısı olan aydın sayılmaz, lâkin her aydının sancısı vardır.

Aydınlarımız… Yaralarımıza derman olmazsınız.

Ve yazık ki pek de bizim sayılmazsınız…