Yümni Sezen

Tüm yazıları
...

YOĞUN BAKIMDAKİ TÜRKİYE’YE OKSİJEN VERENLER

1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.

İletişim: sezenyumni@gmail.com

Yümni Sezen

Geçmişimizde yoğun bakıma düştüğümüz ve çıktığımız dönemler oldu. Bunları tekrar etmeyeceğiz. Çeyrek yüzyıldır tekrar aynı manzarayla karşı karşıyayız. Şartlar farklı, metotlar çeşitli, hastalık ve tedavi unsurları değişik olabilir. Değişmeyen şey ne yazık ki Türkiye’nin hastane koridorlarına tekrar mahkûm olmasıdır. Ehliyetli-ehliyetsiz doktorlar yerine siyasetçileri, aydınları, yöneticileri koyunuz. Medyayı, yazarları koyunuz. Üniversiteleri, din eğitimi almışları koyunuz. Ehliyetli-ehliyetsiz hemşire ve hasta bakıcıların yerine esnafı, sanayiciyi, tüccarı koyunuz. Manzara değişmez. Bir de şu var: Türkiye’yi siyasî, idarî, iktisadî, hukukî, dinî, ahlakî hastaneye çevirenlere karşı, mücadele eden, insanlarımıza rahat nefes aldırıp boğulmaktan kurtaran, şifa ümitleri veren, kalemini şifa verici bir iğne gibi kullanan yazarları, her meslekten aydınları, gerçekten tarihe mal olacak kahramanları unutmamak gerekir. Sayıları az, fakat hizmetleri büyük oldu. Nefes almakta zorlanan Türkiye’nin akciğerlerine bunlar oksijen verdi. Bunların kimler olduğuna bakmadan önce, yoğun bakımdaki hastayı ziyaret edelim. Hastalıkların tedavisi için önce hastalığın teşhisi gerekmez mi? Ona bakalım:

Türk devletinin ülküsü ile siyasi iktidarın ülküsünün uyuşmazlığı üst ve tehlikeli sınırlara varmıştır. Devlet, siyasi iktidarın istismarına maruz kalmıştır. Ülke bütünlüğü tehlikeye atılmıştır. Mozaik ve çoğulculuk edebiyatıyla, gerçekte olmayanlar, olur hale getirilmeye zorlanmıştır.

“Siyasi mücadelede ahlak olmaz” fikri, en çok bu dönemde yaygınlaştırılmak istenmiştir. Türküm diyenler, devletteki görevinden, bir punduna getirilip uzaklaştırılmıştır. Aksine Türk’e karşı olan, olumsuz duygu besleyenler en çok bu dönemde işbaşına getirilmişlerdir. İşin ehline verilmesi tamamen unutulmuş, mesela mimarlık teşekkülüne kanser uzmanı veya ilahiyatçı, bilimsel araştırma enstitüsüne tarikatçı veya muhasebeci verilmekte hiç tereddüt edilmemiştir. Sürekli yandaşlarla kadrolaşma yoluna gidilmiştir. Türk bayrağı değişsin diyenlere itibar edilmiştir. Türk’e düşmanlığını Atatürk’e karşıtlıkla örtmek isteyen, Türk’e düşmanlığını Türk ordusuna kumpaslarla açığa vuran siyasetçi ve yönetici, hatta hukukçu, açık seçik görülmüş, bu konuda kötü maceralar yaşanmıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, vesayetten kurtulma bahanesiyle, sürekli direnci kırılmak istenmiştir. İlk günden beri, kefen giyip savaşa çıktıklarından söz edenler, acaba düşman olarak neyi görüyorlardı? Kendileri dışındaki siyasetçileri mi? Düşman mıydı bunlar? Kendilerine rağbet etmek istemeyen bir kısım vatandaşlar mıydı düşman? Cehalet mi? Buna kim inanır. Yolsuzluklar, adaletsizlikler, ahlaksızlıklar mıydı düşman? Böyle olmadığı ortaya çıktı. Acaba, bunları kefen giymeye mecbur bırakan düşman, serveti kendi kontrollerinde paylaşmaya engel olanlar mıydı? Doğru dürüst anlaşılamamıştır. Doğrusu anlayan anlamıştır. Türk yerine Türkiyeli kavramında ısrar edenler, teröristler için devletçe karşılama törenleri düzenlemekte sakınca görmemişlerdir. Tek devlet, tek millet, tek bayrak zırvadır diyen teröristlere açılım yapılması yadırganacak mıydı? Sabah söylediğinin akşam tersini söyleyen, haftada en az üç defa yalan söyleyen siyasilerden başka ne beklenecekti?

Açıkça ABD ve İsrail projesi olan, Ortadoğu'da kargaşa ve siyasi problemler çıkarıp, sınırları değiştirmeye yönelik BOP gibi dış siyasi projelerde eş başkanlık adıyla görev alıp işbirliğine soyunan siyasi liderlere ne demeliyiz? Bu arada, iletişim sektörünün tamamının yabancıların kontrolüne geçtiğini unutmamalıyız.

Bunları yapanlar, Türkiye Cumhuriyetini ıslah etmek isteyen, devletin felsefesini düzeltmek isteyen, gûya herşeyi İslam’a endekslemek isteyen İslamcılardı. Ama en çok zararı Müslümanlığa ve Müslümana oldu. Şu din konusuna, sonra da iktisat konusuna biraz daha yaklaşalım. Millet yerine sürekli ümmet vurgusu yapılmıştır. Ancak ümmetin gerçek anlamından kaçılmıştır. Hastayı kurtarmak isteyen kahramanlardan biri, bir değerli yazarımız, “Hırsızların da ümmeti mi var?” diye yazmak zorunda kalmıştır. Siyasi İslamcı döneminde dindarla kindar eşleştirilmiştir. Kindar yetiştirmeyi dindar yetiştirme yerine koymuşlardır. Camilerde kendi siyasi gençliklerini kurmak istemişlerdir. Siyaset-din ilişkisi iyice ayağa düşmüştür. Siyasi liderlere mehdilik dahil, her türlü üstün dini özellik yüklenmiştir. İlahi ve peygamberi özellik yükleyenlere, ses çıkarılmamıştır. Bunlar siyasî İslamcı bir anlayışın bile kabul edemeyeceği şeylerdir. Kaliteyi söz konusu etmeden söyleyelim ki, bin yıldır müslüman olan ve daha önce de Müslümanlığa potansiyel ilkelerle cihazlı ve hazır olan bu Türk Milletine, siyasi parti mensubu, “Sizi biz müslüman yaptık” diyebilmiştir. Günah işleme özgürlüğünü siyasilere tanıyan anlayış, hiçbir hak özgürlüğüne geçit vermemiştir.

İslamcılık geliştikçe, yani İslam siyasileştikçe, istismar arttıkça, Müslümanın ne hale geldiğini gördük. Bizzat dini reddeden Marksistler, Türkiye’de haklı olarak ahlak dersi, vicdan dersi vermişlerdir. Elbette ahlak ve vicdan, müslüman dahil, kimsenin tekelinde değildir, fakat İslamcıların bu çelişkileri yaşatması, büyük haksızlık olmuştur. Şimdiye kadar en azından dine imana saygısı olan vatandaş, “İslam buysa...” demeye başlayınca, buna aldırmayan siyasi İslamcılar, bununla yetinmemiş, onların müridleri, kendilerine muhalif olan herkese kâfir gözüyle bakmışlar, bazen bunu açık açık söylemişlerdir. Menfaat çatışmasından ve iktidar meselesinden dolayı kavgaya tutuştukları, ABD güdümlü din tahripçileri ile işbirliğine son vermişler ama, bunda samimiyetsizlikleri, her gün meyve verecek haldedir.

Din dosyamız bunlardan ibaret değildir. Araplaştırmak yetmemiş, hıristiyanlaştırmak isteyenlere çanak tutulmuştur. ABD’nin güdümünde ve Hıristiyan ruhbanla kol kola olan bir ekiple birlikte, millî devlet felsefesinin dönüştürülmesine odaklanılmıştır. Bu ortaklık, şimdi onlarla mücadele etmeyi lafta bırakmaktadır. Bu ekip ve benzerleriyle mücadele için, “siyasi müslüman” değil “samimi müslüman” olmak gerekir.

Din deyince, siyasetin yalnız bu tarafa açılmış olduğunu söylemiyoruz. Başka bir caddede dolaşıp, İslamiyete yüzyıllardır yapmadığı yamultma kalmamış olan ve nihayet düştükçe düşmüş bulunan tarikat ve cemaatlere de, siyasiler, hele bugünküler kapılarını bilerek açık tutmuştur. Paradan sonra en çok kullanılan din olmuştur. Dinin siyasi ve iktisadî menfaate alet edilmesi, zirveye çıkmıştır. Saf, sade ve art niyetsiz vatandaşlar, dinden soğumaya başlamışlardır ki, sonuç vermeye başlamış olan kötülüklerin başında bu gelmektedir. Ne acıdır ki, din deyince Türkiye’de, devletiyle, hükümetiyle, toplumun birçok kesimiyle, toplum bir tarikat ve cemaat yapısına dönüşmeye başlamıştır. Yolsuzluğa ve hırsızlığa fetva veren din uzmanlarını, ancak siyasi liderler dahil, bazı insanların kutsallaştırılmasına rıza göstermekle açıklayabiliriz.

Anlatmaya çalıştığımız olumsuzluklara, birleşik kaplar örneği, bir başka yapının paralel olması gerekir. O, iktisadî hayattır. İktisadî kurallar ve olması gerekenler, yerlerde sürünmektedir. Çeyrek asrın gündeminde neler var;

  • Gelir ve ücret eşitsizliği.
  • Devletin iktisadî güç içindeki payının gittikçe düşürülmesi. Bunun sonuçlarını salgında ve depremde gördük.
  • Üretimsizlik. Beton hariç, yatırımsızlık. İktisadi hayatın üretim ve hizmete değil, sadece paraya endekslenmesi. Paranın, üretime, dürüst hizmetlere, gerçek yatırıma değil, yine paraya akması, bunun düzeni.
  • İthalat ihracat dengesinin ithalat lehine bozulması. Hayatî ihtiyaçların dışarıdan karşılanması. İthal edilen kabarık bir liste.
  • Yedi düveli yenerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, alın teri ve beyin gücüyle oluşturduğu, yeni devletin yüzakı millî-iktisadî kurumların ve tesislerin birer birer satılarak paraya çevrilmesi, yerine bir şey tesis etmeden, üretime aktarmadan çarçur edilmesi.
  • Eğitim ve sağlık sektörünün özele devredilmesinin sınır ötesine geçmesi.
  • Zaten bir bela olan kapitalizmin, en berbat ve en adaletsiz biçimde olmak üzere, adeta mafyatik bir tek parti kapitalizmine dönüştürme.
  • Vergilendirmede adaletsizliğin göz göre göre yapılması. Mücevherat satışından alınan verginin, birçok maddeden, hatta asgari ücretten alınan vergiden az olması gibi.
  • Bir ülkenin bir tek parası olmalıyken, ikinci, üçüncü yabancı paralar, ithalat-ihracat v.b. dolayısıyla devletçe veya devletin kontrolünde kullanılmalıyken, milli para değersiz bir pula dönüştürülmüştür. Çok kişinin cebinde, banka mevduatlarında yabancı para varsa, dahası, kendi parasını koruma, yabancı paranın korunmasına bağlanmışsa, o ülkenin bağımsızlığı tartışılabilir demektir.

Türkiye ekonomisi çökme noktasına gelmiştir. Pahalılık sürekli artmaktadır. Tarım çökertildiği, dışarıya muhtaç hale gelindiği için ekmek fiyatları artmaktadır. Hayvancılık öldürüldüğü için altı ayda et fiyatları artışının şimdilik son durağı yüzde yüzdür. Şu anda hala et alabilecek durumda olanlar bile, yakında paramızla da et bulabilecek miyiz diye kıtlık endişesini dillendirmeye başlamışlardır.

Servet dağılımı içler acısıdır. Nüfusun yüzde 10’u servetin yüzde 67’sine, %40’ı servetin yüzde 29’una, yüzde 50 nüfus da servetin yüzde 4’üne sahiptir. Birçok fakir ülke bulunmasına rağmen, dünyadaki paylaşım ortalamasının, Türkiye gerisindedir. İktisatçılar, acaba siyasi iktidar bazı hesaplarla, bilerek mi yoksul üretiyor demeye başlamışlardır.

Borçlanmayı başarı gösteren iktidar, vergi borcuna karşılık cami satabilmiştir. Yunan kilise bankasına, Türkiye’den banka satılmıştır. Kısacası kapitalizmin en çirkin şekilleri uygulanmış, gelir-geçim uçurumları artmış, az emekle, hatta emeksiz çok kazanma yolları, her şeyi altüst etmiştir.

Çürüyüşe rağmen, saltanatı devam ettirebilmek için, yalan, kandırma, istismarlar gerekir ama, bunlardan daha önemlisi, “yandaş” gerekir. Yukarıdan aşağıdan, olanlara aldırmayan, dahası bunları fırsat bilen yandaşlar, ya menfaatin mahkûmu, ya kader istismarının ve kutsal adam istismarının kurbanı olmuşlardır. Çalıyorsa, çalışıyor ya, hırsızlık-yolsuzluk yapıyor ama iş görüyor ya diyenler, ülkemize mahsus tipler midir, bilmiyoruz. Menfaat için siyasi lidere açıkça ilan-ı aşk eden iş adamı, başka yerde var mıdır, bilmiyoruz. Yandaş temin etmek o kadar kolay bir iş değildir. Bürokrasi, akademik kadrolar da bu işi yüklenmişlerdir. Kadrolaşmak için, alınacak elemanlara avlayıcı sorular yetmemiş, garantiye almak için mutlaka mülakatlar eklenmiş, seçim buna göre yapılmıştır. Milletin parasını yine millete bağışlama gibi komedi üreten, devlet kurumları, medyanın yandaş takımı, hepsi, körü körüne ya da menfaat için yandaş olmanın utanmazlığını sürdürüp gitmektedirler. Hırsızlık yapan iktidar tarafından mı yönetilmek istersin, yoksa vesayetçi iktidar tarafından mı diye sorsalar, hırsızlık yapanı tercih ederim diyen, milletvekili yapılmıştır, iş başına getirilmiştir. Asıl tefrika yapanları savunup, muhalefet edenlere, tefrika yapmayın diyen yandaş akademisyenler eksik olmamıştır. İş başındakiler öyle bir taraftar oluşturmuştur ki, yandaşlar, peygamberi savunur gibi siyasileri savunmuşlar, ona peygamberî, hatta ilahî vasıflar yüklemişlerdir. Dönek yandaşlar, sosyal medyanın konusu olmuştur. Bir zamanlar, bugünkülere sövüp sayanlar, tam dönüş yapanlar bugünün ileri yandaşları olmuşlardır. Buna “siyasi hidayet mi, iktisadî hidayet” mi demelidir?

İnananlar dinden (dini bilenden) bir şeyler bekledi. İnanmayanlar bile dini bilenlerden bir şeyler ümit etti. Din uzmanlarının vermesi gereken ahlak dersini ateistler verdi. Bu acı gerçekler yaşandı. Az da olsa, vicdanını yitirmemiş din uzmanları gür sesle gerekeni söylediler ama, siyasi-idari fırtınalara galebe çalamadılar. Camilerde, radyo ve televizyonlarda güzel vaazlar dinlendi. Bu toplumun içinde yaşamayan, adeta başka bir dünyada yaşayan insanlar için güzeldi bunlar. Olaylar, masallardaki olaylar, kahramanlar masallardaki kahramanlar gibiydi. Yukarıda asılı durmaktan kurtulup yere bir türlü inmediler. Meselâ Ebû Zer’den söz edenini hiç gördünüz mü? Ben görmedim ve duymadım. Meselâ İ. Âzam Ebû Hanife’nin siyasetçi-idareciden çektiği zulmü anlatan olmadı. İbn Haldun’un asabiyet teorisinden söz eden bir cami va‘zı dinleyen var mı? Bırakın bunları Hz. Peygamber’in hayatını doğru dürüst anlatan oldu mu? Uydurma ve masal katma tercih edildi. Tarihte olduğu gibi, İslamın özüne, hedefine uymayan “siyasetin dini” hep öne çıkarıldı. Dinin istismarından, siyasete ve menfaate alet edilmesinden, tekrar tekrar söz etmekten artık utanıyorum.

İyi şeylerin önünü açmadılar. Kinin, nefretin önünü açtılar. Cumhuriyet felsefesinin yıkımının önünü açtılar.

Yanlışı düzeltme, tamir etme, eksiği tamamlama, yapıcı tenkit yerine, şahsi menfaatleri, makam ve mevki aşkını, yolsuzluğu meşrulaştırmayı egemen kıldılar. Bölme ve ayrıştırma dahil, birçok çarpık tavırları, hak ve hukukun karşısına çıkarıp muhakeme edecekleri yerde, şahsi ikbal ve siyasi menfaatlerin güdümüne verdiler.

İstismarı, yalanı, kandırmayı, hile-hurdayı adeta bir sistem haline getirdiler. Yaptıkları üç-beş iyi şeyi, pahalıya ödetmeyi bildiler, siyasi çıkara çevirmeyi, başa kakmayı başardılar.

Başörtüsü ve sakal gibi görünümleri, bir devrimmiş gibi gösterip, hukukî ve demokratik gerçek gelişmelerin önünü bunlarla tıkadılar. Oysa şapka devrimi, kravat devrimi mi olurmuş diyorlardı.

Toplumun derin sinesinde bulunan bazı yaraların tamirine yanaşmadıkları gibi, artışına bile sebep oldular. Bu gibi konularda hep küresele teslim oldular. Fuhuş arttı, cinayetler, özellikle kadın cinayetleri çoğaldı, boşanmalar arttı, kültür ve kimlik her geçen gün aşındı.

İlginç ahlakî zaaflar sergilediler, yaptıkları yanlışları, bir müddet sonra başkaları yapmış gibi tenkit ettiler. Yüksek binalar yapıp, sonra bunları yapanları kınamak, tefecileri azdırıp faizle mücadele eder görünmek gibi.

Türkiye, siyasi, idarî, sosyal, iktisadî, dinî, ahlaki bunalıma girdi. Durumun birer birer ve birebir, sağlam delilleri bulunmaktadır. Kendi sözleriyle, görüntüleriyle, sağır sultanın duyduklarıyla, kayda geçmiştir.

Yoğun bakıma giren hastanın epikrizi budur. Bu rapordan sonra esas meseleye gelelim. Biraz değişik üslupla da olsa, bilinenleri tekrarladık. Esas mesele, hastanın yaşatılması ve sağlığına kavuşmasıdır. İşte bu alanda, ortaya çıkan kahramanlar, nefes almakta zorlanan Türkiye’nin akciğerlerine oksijen verdiler. Tenkit ettiler, doğrusunu söylediler, kötülükleri arşivlediler, tarihe mal ettiler. Milletin sağlıklı kalmasını, kendisine dönmesini istediler, vurguladılar. Bu görevlerine devam etmektedirler. Doğrusunu söylememek boğulmaya, doğruyu söylemek nefes almaya hizmet eder. Nefes aldırttılar. Kimdi bunlar? Gerçeği gören her vicdan sahibi. Vicdanı rahatsız olan her yazar, bilim adamı, gazeteci, milliyetçi gençlerin dergileri. Yazamadıklarımdan, bilemediklerimden, unuttuklarımdan özür dileyerek, öne çıkanları söylemek zorundayım. İki gazete Yeniçağ ve Sözcü gazetesi ve muhterem yazarları, çürütmenin karşısına arslanlar gibi dikildiler. Hiçbir şey yapmadılarsa, bu gazeteler ve yazarları, yapılan çarpıklıkların, kötü niyetlerin, bozgunculukların, hainliklerin günlüğünü tuttular, geleceğe ibret malzemesi sundular. Şüphesiz fazlasını yaptılar. Milliyetçi gençler yayınladıkları Yeni Ufuk, Milli Devlet dergileriyle, bozulan zihinle vicdan sağlığını korumaya çalışmaktadırlar. Ha, bunların neleri neleri var tanıyor musun, diyenleri, diyecekleri biliyorum. Geçin bu lafları. Böyle düşünenleri, bunu söyleyenleri başa yazarak, bu satırları yazanı da ikinci sıraya koyarak, şahsi hata ve günahı olanları listeleyin bakalım, himalaya dağına kadar uzayıp biter mi? Hatasız ve günahsızları yazın bakalım, liste bomboş kalır. Geçin bu lafları. Önemli olan, göz göre göre, milli, dini, insanî, vicdanî kanatmalara karşı çıkan kahramanlıklardır. Yüklüğünü dolduranlar, bunlara arka çıkanlar, nemelazımcılar yanında dik durup, doğruyu söyleyebiliyor musunuz? Bana bunu söyleyin. “Artık yıkımın bir düzen-iktidar sorunu olduğunu kavramıyorlar” diyenler, “hataları ile yüzleşmiyor, kaçıyor ve kadere sığınıyorlar” diyenler, “benden olan-olmayan öteki ayırımı yapıp iki Türkiye oluştu, biri diğerini yiye yiye bitiremedi” diyenler kimlerdir? Çürütme görevlerini, çıraklık, kalfalık, ustalık dönemlerine göre ballandırarak anlatanlar, bu yazarların gözünden kaçmadı. Nemelazımcı davranmadılar. Eğer, insanlık denizinde, vicdan, adalet, insaf, sağduyu denen bir şeyler varsa, ben bu yazarları övsem ne olur, övmesem ne olur. Esasen onlar görevlerini yaptılar. Biz sadece herkese nasip olmayan bu görev aşkını dile getiriyoruz.

Bir zamanlar, yeni çıktığında Yeniçağ gazetesi için yazdığım satırları, şimdi Yeniçağ ve Sözcü gazeteleri için tekrar edeceğim. “Memleket bir baştan bir başa maddî-manevî yanarken, şahsî menfaatlerini millet menfaatinin üstünde tutanlar şimdilik günlerini gün edebilirler. Bu durumda uyanık olmak, dik durmak, kendini bilmek lâzımdır. Haksızlığa uğramamanın tek yolu bilinçlenmektir. İşte bu bilinci taşıyan ve taşıtmak isteyen, az da olsa emsalleriyle birlikte, Yeniçağ ve Sözcü gazetelerinin yazarları, yalnızca birer yazar değil, sağlam geleceğin mimarları olmaya çalışmışlar, milli birer kurum temsilcisi haline gelmişlerdir.

(Bu yazı 4 Mart 2023’ten önce yazılmıştır.)