Özel Haberler

...

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ALTIN BEYNİ: PEYAMİ SAFA

Cumhuriyet döneminin çok yönlü bir aydını olarak fikir alanında verdiği eserleriyle Türk kimliğine yön veren, Türk edebiyatının en önemli romancılarından olan, toplum hayatındaki aksaklıkları tespit edip bir sosyolog edasıyla eserlerine yansıtan bir büyük Türk aydını Peyami Safa’yı vefatının 62. yılında saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz.

Çocukluğu

Peyami Safa, 2 Nisan 1899 tarihinde Gedikpaşa’da dünyaya gelmiştir. Annesi Server Bedia Hanım, babası ise Serveti Fünun şairlerinden, etrafınca “anadan doğma şair” olarak da bilinen İsmail Safa Bey’dir. Babasının yakın arkadaşı olan Tevfik Fikret, Peyami Safa’nın adını koymuştur. Tam adı Osman Peyami Safa’dır. Peyami Safa’nın babası, 2. Abdülhamit döneminde sürgüne gönderilen sanatçılar arasında yer almıştır. Hal böyle olunca ailesi ile yeteri kadar ilgilenememiş ve sürgünde iken vefat etmiştir. Henüz bir buçuk yaşında babasını kaybeden Peyami Safa, ağabeyi İlhami Safa ve annesi ile birlikte zorlu yıllar geçirmişlerdir. Meraklı bir çocuk olan, okumayı ve araştırmayı seven Peyami Safa, okulunda arkadaşları ve öğretmenleri tarafından hemen fark edilmiştir. Henüz okuldayken çok çalışkan bir öğrenci olduğu için okul müdürü Saffet Bey onu çeşitli konferanslara götürmüştür. Okulda iki lakabı vardır. İlki, “Şair Bey” ikincisi ise “Sivrisinek Sultanı”. Şair Bey olmasının sebebi okuyup daima yazma çalışması yaptığından, Sivrisinek Sultanı olması da epey cılız ve vücut olarak güçsüz bir çocuk olmasındandır.

Her çocuk gibi, o yaşlarda ilgi duyduğu meslekler zaman zaman değişmiştir. Önce doktor olmak istemiş sonrasında ise boks sporuna merak salmış aynı zamanda da resme büyük ilgi göstermiş, üstelik resim konusunda epey de başarılı olmuştur. Felsefe ve metafizik kavramlarına meraklı bir yönü olan Peyami Safa, henüz ilkokul çağında bu konular ile ilgili merakını kendi ifadeleriyle şöyle anlatır: “Altı yedi yaşımda iken her gece yatağa girdiğim zaman beynime sataşan bir fikir vardı ve uykumu kaçırırdı. Her gece düşünürdüm ve kendi kendime sorardım: “Ben dünyaya gelmeseydim ne olurdu?” Şuurumun dışında kalan bir dünyayı kendi kendime bir türlü izah edemezdim ve meseleyi başka türlü koyardım: “Bu dünya hiç olmasa ne olurdu?” Yokluğu, hiçliği, olmamış olanı kavramaya çalışan, bu yumruk kadar küçük beyin, kendi kendinden cevap alamayarak, bir damla şuuruyla sonsuz karanlıklarda büyük meçhulü izaha yeltendiği için üzülürdü; fakat her gece bu muammayı halletmeye çalışmaktan üşenmezdi.” Edebiyat öğretmeninin altıdan yukarıya not vermediği Peyami Safa, edebiyatı Türk milletin hizmet etmek için güzel bir vasıta olarak kullanmış ve çocukluğundan itibaren üzerine düşündüğü “dünyaya gelme sebebini” bulup, hakkını vererek yaşamıştır.

Çocukluğundaki Zorlu Yıllar

Dokuz yaşında başlayan kemik hastalığı, Peyami Safa’yı yedi yıl esir etmiştir. Ağır şartlarda geçen hastalığı dolayısıyla okuluna devam edemeyen fakat kendisini geliştirmekten de asla vazgeçmeyen, mücadeleci bir Peyami Safa… Doktorların koyduğu teşhis sağ kolundaki tüberkülozdur. "Edebiyat, dokuz yaşımda başlayan ihtiraslarımdan biridir." diyen Peyami Safa, yaşadığı bu sıkıntılı hastalık sonucunda Türk edebiyatına Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu kazandırmıştır. Hastalığın vermiş olduğu o zorlu yılları kendisi şöyle anlatmıştır:

"Dokuz yaşımda başlayan hastalık ve on üç yaşımda başlayan hayatımı kazanma zarureti, beni edebiyattan evvel, kendimi anlamaya ve yetiştirmeye mecbur bir insanın, tamamıyla hayati zaruretlerden doğma bir terbiye, psikoloji ve felsefe tecessüsü ile doldurdu. On dokuz yaşıma kadar hem kendime, hem de muallimlik ettiğim mekteplerde çocuklara bir rehber olarak yaşadım. Harb-i Umumi ortasında, on beş yaşımda muallimlik ediyordum."

On Beş Yaşında Muallimlik

Muallimliğe alınma macerasını kendi anılarında şöyle dile getirir: "Bir Rehber-i İttihad-ı Osmani vardı. Birkaç muallim istiyorlarmış. Bir mektup yazdım yaşım küçük ama imtihanla muallimliğe talibim, dedim, cevap aldım. Mektep müdürünü bir handa buldum. Beni görünce gülerek, ' Siz çok küçüksünüz, sizi muallim değil, idadiye talebe bile alamayız, kanuna muhaliftir, dedi. Fakat adamcağız orijinal işler yapmayı severmiş, bizi yüz on kuruş aylıkla muallim yaptı."

Peyami Safa için, her şeyden önce insan ruhu ve eğitimi, insanın kendisini geliştirmesi önemliydi. Öğretmenliği şiddetle istemesinin sebeplerini burada bulabiliriz. İnsanın kendini terbiye etmesi onun için aslında eğlenceli ve merak uyandırıcı bir durumdur. Bunu hiçbir zaman hayatında sıkıcı bir hale getirmemiştir. Öyle ki henüz öğretmenliğinin ilk yıllarında kendisini okulun arkasındaki tepeden yan üstü aşağı bırakıp yuvarlanır; ne yaptığını soranlara ise "Seciyemi terbiye ediyorum." dermiş.

Yıllar sonrasında 1959 yılında Marmara Üniversitesinde öğrencilere yaptığı bir konferansta mücadelenin ne derece kıymetli olduğunu, fakir ve zorluklar altında öğrenci olan gençlere şöyle anlatır:

" Aranızda hastalara, fakirlere, kimsesizlere hitap ediyorum. Sizin kırbaçlayıcı, koşturucu, çalıştırıcı ve yaratıcı yoksulluk gibi bir haminiz ve dostunuz var. O sizi her türlü başarısızlık, sıhhatsizlik, himayesizlik ve kültürsüzlükten koruyan bir enerji kaynağıdır. Kendinizi sağlam, zengin ve arkalı farzediniz; öyle çalışınız. İstediğiniz her şeyi elde edeceksiniz, sırtınız yere gelmeyecek."

Sakın Bu Kitabı Okumayın!

Yusuf Ziya Ortaç'ın Peyami Safa hakkında: "Ekmeksiz kaldığı gün oldu, ümitsiz kaldığı gün olmadı." Diyerek onun her daim ümitli ve üretici olduğunu vurgulamıştır. Ergun Göze ise Peyami Safa’nın bu yönünü aşağıdaki ifadelerle anlatmıştır:

"Çocukluğunda yaşadığı kıtlık yıllarında annesine yardımcı olmak üzere, kurabiye yaptırıp satmak aklına gelir. Annesi kurabiyeleri yapar: Peyami alır ve satılması için Acem'in kitapçı dükkanına koyar. Akşam heyecan içinde uğradığında kurabiyelerin koyduğu gibi durduğunu görür ve çok üzülürdü." Küçük Peyami'nin kurabiyeleri satmak için niçin mahalle bakkalını değil de bir kitapçı dükkanını tercih ettiği bilinmiyor. Ama bugünden baktığımızda, bu bilerek ya da bilmeyerek yapılan tercihin onun bütün hayatının yönünü işaretlediğini görüyoruz. Nitekim, kitapçı dükkanının peşini bırakmamıştır. Daha sonraki yıllarda yazdığı, birkaç formalık bir hikâyeye "Sakın Bu Kitabı Okumayın!" başlığını koyarak yine aynı kitapçının vitrinine koyar. Kitabı siyah bantla da sarmalamış, tecessüsü açan en büyük anahtarın bir kilitten ibaret olduğu kaidesini o yaşta keşfetmiş olmanın mükafatı olarak, az sayıda bastırdığı ilk eserini birkaç günde bitmiş görmenin hazzına ermişti."

Yazı Hayatı

"Cesaret, çok defa bir anlık hamleden ibarettir. Oradan sonra ümit, enerji ve zafer birbirinin peşinden gelir. Ümitsizlerin çoğu ümitlerini değil cesaretlerini kaybetmişlerdir. Onu bulmaları çok mümkündür. Bir adım ileriye fırlasın, yeter, oradadır." diyen Peyami Safa, dört yıl süren öğretmenlik hayatından sonra 1918'in sonlarına doğru kardeşiyle birlikte çıkardıkları Yirminci Asır isimli akşam gazetesi ile ömrünün sonuna kadar devam edeceği basın hayatına girmiş olur.  Bu gazetede aynı zamanda "Asrın Hikayeleri" başlığı altında yazdıklarını yayımlamaya başlar. Peyami Safa, aynı yıl Alemdar Gazetesi'nin açtığı hikâye yarışmasında ödül almıştır. Böylelikle 1920 ile 1930 arasında yüzü aşkın hikayesi yayımlanır. Halkın pek sevdiği polisiye romanlarından masallar, hikayelere kadar yazmıştır. Bu eserlerini ise Server Bedi takma adıyla yazmıştır. Cingöz Recai adlı seri polisiye romanları zamanında 70.000 tiraja ulaşmıştır. 1937 yılında verdiği bir mülakatta Server Bedi ismiyle ilgili şöyle demiştir:

"Server Bedi benim müsveddemdir. Üstünde az düşündüğüm, az çalıştığım, mesuliyetten nefsime beraat kazandırmak için kullandığım bir maişet imzası..."

Kırk iki yıl süren yazı hayatında birçok eser vermiştir. İki yüz otuz beş eserinin içinde romanları, hikayeleri, masalları, fablları, gazete yazıları ve bunların kitaplaşmış hallerini görmekteyiz.

Döneme Dair Görüşleri

Toplumun nabzını daima elinde tutan, yüreğinde hisseden ve tedavisi için söyleyeceklerinden, yazacaklarından asla çekinmeyen Peyami Safa, içinde bulunduğu yayın hayatından bir dönem şikâyette bulunmuştur. Özellikle harf inkılabından sonra kaldırımlarda sergilenen eski kitapları görünce üzülmüş ve serzenişte bulunmuştur. 1930 yılında vermiş olduğu bir röportajda bu konu ile ilgili sert eleştirilerde bulunmuştur. Yapmış olduğu eleştiri aslında harf inkılabının kendisine değil, yeni çalışmaların devam etmemesine ve bir anda uğranılan kopukluğa bir eleştiridir. Bu durumun mutlaka telafisinin yapılması gerektiğini şöyle ifade etmiştir:

"Yeni harfleri kabul eden bir inkılap, eski harflerle yazılmış Türk kitaplarını yeni nesillere okutmanın çaresini bulmaya mecburdur. Bu vazife de, bana değil o inkılabı yapanlara düşer." O da halihazırda liselerde Osmanlıca derslerinin devam etmesi kanaatindedir.

1934 yılında ağabeyi İlhami Safa ile birlikte Hafta dergisini çıkarırlar. Peyami Safa, aynı yıl Yahya Kemal ile dostluk kurmuştur. Yahya Kemal kendisi için: " İsmail Safa'nın en güzel eseri Peyami'dir." demiştir. Aynı zamanda Suut Kemal Yetkin, Mümtaz Turhan gibi ilim ve fikir adamları bu dergi etrafında buluşmuşlardır.

Milliyetçi Duruşun Timsali

Dostları, hiçbir yazısında milliyetçi ve maneviyatçı duruşunu çizgisini bozmadığını dile getirmiştir. Komünistlerin, Peyami Safa'dan nefret etmelerinin temel sebebini ise fikrini ısrarla ve müthiş bir zekayla savunmasında bulabiliriz. Öyle ki vefat ettiği gün Moskova'da bayram ilan edilmiştir. Hisleri kuvvetli olan Peyami Safa, üniversitelerin karışık olduğu bir dönemde Adile Ayda'ya komünistler için şu ifadeleri kullanmıştır: “Dikkat edin, sizi günün birinde bir kaşık suda boğacaklar."

Yazılarında özellikle milliyetçi gençlerle meşgul olmak gerektiğini, aşırı solun gençlik üzerinde tahribat yapmasına müsaade ortamının verilmemesi gerektiğini belirtmiş ve kendi faaliyetleri de daima milliyetçi gençleri yetiştirme ve yönlendirme üzerine olmuştur.

Marksistler, en çok Peyami Safa'ya saldırmışlar fakat aynı zamanda bir hayli de çekinmişlerdir. 1939'da yazdığı bir yazıda: " Milliyetçi misiniz? Türk birliğinin, bütün hücreleri ve uzuvları birbirine organik münasebetlerle sımsıkı bağlı tek bir gövde halinde yaşamasını mı istiyorsunuz? Arabozucu, bölücü, ayırıcı parti ve sınıf kavgalarına müsamahanız yok mu?.. İnsanlığa çıkan yolun millet ve sizce Türklükten başka bir şey olmadığına mı inanıyorsunuz? Bütün sollara, solaklara ve solumtraklara göre siz, alçak bir mürtecisiniz!.. İmdi söyleyeyim: Tepemden topuğuma kadar milliyetçiyim. Bana faşist diyen rezil vatansızın dili kurusun (ve kuruyacak.) Bunu böyle bileler."

Evlilik Ve Oğlunun Ölümü

Annesinin vefatından sonra büyük acı ve yalnızlık çeken Peyami Safa, Kıbrıslı zengin bir ailenin kızı ile nişanlanır fakat kısa bir süre sonra nişanı atar. Bir akşamüstü gazeteden çıkarken "Klapten Gelen Sesler" adlı hikâye yazan ve bunu gazeteye getiren bir kadın ile tanışır. Bu kadın, evlenecek olduğu Nebahat Hanım'dır. Bir oğulları olmuştur ve adı Merve'dir. Eşinin psikolojik rahatsızlığı Peyami Safa'nın hayatında derin yaralar açmıştır. Evliliği ile ilgili olarak " İnsan, yalnızlıktan kurtulmak için evlenir, ama büsbütün yalnız kaldığını anlar." ifadelerini kullanmıştır.

27 Şubat 1961 günü, Erzincan Askeri Hastanesinden açılan bir telefonla oğlunun uzun süren bir hastalık sonucunda yaşamını yitirdiğini öğrenir. Bu süreçte çok metanetli duran Peyami Safa, oğlunun ardından 15 Haziran 1961'de gecesi vefat eder.

Hem Türk edebiyatına hem de Türk Milliyetçiliği hareketine sıkı sıkıya bağlı olan Peyami Safa'yı belki de en iyi anlatan Galip Erdem olmuştur. Şöyle söyler: " Öyle bir çalışma gücü, o zayıf vücudun öylesine dev bir enerjisi vardı ki, tasavvuru bile güçtü. Çalışma şartları son birkaç yılı müstesna, daima berbattı. Hiçbir zaman tam bir huzura, refaha ve emniyete kavuşamadı. Kırk iki yıllık yazı hayatında istirahat edebildiği günler pek az oldu."

Rahmet ve minnetle anıyoruz...

Alternate Text
Aylık Türk Dünyası Raporu
Tarihte Bugün
Karikatür