Ömür Kızıl

Tüm yazıları
...

HAMASETİN ÖTESİNDEKİ TURAN

İletişim: omurpasha@hotmail.com

Ömür Kızıl

Türk Konseyi, 12 Kasım 2021 tarihinde gerçekleştirilen toplantıda “Türk Devletleri Teşkilatı” adını alarak pek çok çevrede “Turan” olgusunun hatırlanmasına vesile oldu. Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkiye’nin hâlihazırda üyesi olduğu uluslararası örgütün gözlemci ülkeleri ise Macaristan ve Türkmenistan olarak dikkat çekmektedir. Afganistan ve Ukrayna’nın da ilerleyen süreçte gözlemci olması beklenmektedir. Üye ülkelere, gözlemcilere ve olası gözlemcilere bakıldığında akıllara gerçekten de Turan coğrafyası gelmektedir. Batıda Avrupa Hunlarının bakiyesi Macaristan, Oğuz Türklerinin ikinci vatanları Trakya, Anadolu (Türkiye) ve Kafkasya (Azerbaycan) ile kuzeyde Kırım (Ukrayna); Doğu’da ise Türkistan (Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Afganistan). Bu bölgeler, Türk kültür coğrafyasının büyük bir kısmını kapsamakta olsa da Batı Trakya, Balkanlar, Güney Azerbaycan, Türkmeneli, Doğu Türkistan; Rusya Federasyonu içerisindeki Tataristan, Başkurdistan, Yakutistan, Adige ve Altay gibi özerk bölgelerden oluşan kayıp vatanlar, tarihi Turan coğrafyasının Türk Devletleri Teşkilatı dışında kalan kısımlarını oluşturmaktadır.

Türk Devletleri Teşkilatı, kayıp vatanlar ve bu coğrafyalarda yaşayan Türkler için ne yapabilir diye düşünüldüğünde; uluslararası konjonktürün sunduğu reel politiğe göre şu aşamada çok fazla beklentiye kapılmamak gerektiği söylenebilir. Ancak meselenin psikolojik boyutu düşünüldüğünde; bu teşkilatın, (Türk Devletleri Teşkilatı, kayıp vatanlarla ilgili politikaları reel politiğe dönüştürene kadar yok olmazlarsa) kayıp vatanlardaki Türk kültür havzaları için geleceğe dönük bir umut kaynağı olacağı söylenebilir.

Turan veya Türk birliği ile kastedilmek istenenin ne olduğuna göre Türk Devletleri Teşkilatı’nın bu meseledeki konumu değerlendirilebilir. Turan veya Panturanizm fikrinin ortaya çıkıp güçlenişi, milliyetçiliğin tüm dünyada yükseldiği 19. ve 20. yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Ancak bilindiği üzere, bu fikrin ortaya çıktığı coğrafyalar (Macaristan, Türkistan, Türkiye vd.), aynı tarihlerde büyük badirelerle karşılaşmış ve mevcudiyetlerinin derdine düşmüştür. Dolayısıyla Turan, (İlk ve Orta çağlardaki büyük bozkır devletlerini saymazsak) uygulanma imkânı bulunamamış bir fikir ve ideal olarak zihinlerde kalmıştır. Farklı dönemlerde Türk ve Macar aydınlar tarafından taşınıp yeni kuşaklara aktarılan fikir bugün hala kendisine taraftar bulmaktadır. Her türlü romantizmin ve hamasetin ötesinde Turan’ı bugünün şartları ile idrak etmek, bu fikrin imkân ve kabiliyetlerinin değerlendirilebilmesi açısından önem taşımaktadır.

Siyasal ve toplumsal her türlü birlik hareketi, farklı niteliklerdeki grupları bir araya getirecek bir bağa ihtiyaç duyar. Siyasi birlikler için bu bağ genelde çıkar ilişkileri üzerinden yürümekte olup; birlik, tüm taraflarının çıkarlarına hizmet ettiği sürece varlığını sürdürür. Yaklaşık 200 yıldır uluslararası ilişkilerin temel prensibi olan “ulusal çıkar” ilkesinin, devletlerarasındaki ittifaklar ve düşmanlıklar üzerindeki rolü bu bağlamda değerlendirilebilir. Siyasi birlikler, genelde hükmeden küçük bir zümre veya grup tarafından kurulan ittifaklar olup; ittifakı manen idrakten yoksun kitlelere tepeden inme şeklinde dayatılan ve eğer toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek politikalarla desteklenmezse genelde toplumda taban bulamayan geçici birliklerdir. Çıkarlar çatıştığında eski müttefiklerin en azılı düşmanlara dönüştüğü, tarihin sayısız deneyiyle sabit bir gerçekliktir. Dolayısıyla siyasi birlikler, mahiyeti hızlı bir şekilde değişebilen ve toplumsal birliklere göre daha kısa süreli olgular olarak tanımlanabilir.

Toplumsal birlikler ise insan topluluklarının, maddi ve manevi, asgari biyolojik ve kültürel müşterekler üzerinden gerçekleştirdiği birlikler olup siyasi birliklerle karşılaştırıldığında tabandan gelen bir oluşum oldukları söylenebilir. Bu sebeple kitlelerce benimsenmesi daha kuvvetli ve uzun süreli olmaktadır. İnsanlığın en eski dönemlerinden günümüze kadar sosyal organizasyonun geçirmiş olduğu süreç, toplumsal birliklerin siyasi oluşumları ve birlikleri de meydana getirdiğini ve süreç içerisinde değiştirdiğini göstermektedir. Aile ve kabile/aşiret/boy düzeyindeki evrimsel psikolojik asabiyet türleri, tarihi süreçte insanların sergilemiş oldukları ilk toplumsal bağı teşkil etmiştir. Sonrasında din asabiyeti, daha büyük insan topluluklarını birbirine bağlayan bağ olmuş ve yüzlerce yıl boyunca yönetim şekillerinden, uluslararası ilişkilere kadar pek çok alanda belirleyici olmuştur. Orta çağın sonları ve Rönesans’ta ilk nüveleri belirmeye başlayan milliyet asabiyeti ise özellikle 19. yüzyılda hâkim asabiyet türü haline gelmiş ve insan topluluklarını ortak dil, tarih ve coğrafya ekseninde milli kültür bağıyla birbirlerine güçlü bir şekilde kenetlemiştir. Bu bağ, 20. yüzyıl boyunca da başat asabiyet türü olarak hâkim olmuştur. Ancak 20. yüzyıl içerisinde milliyet asabiyetinin üzerinde bir asabiyet türünün daha doğmakta olduğuna dair gelişmeler yaşanmıştır. Avrupa Birliği ve NATO gibi insan hakları, demokrasi, ortak pazar, ortak güvenlik gibi değerler etrafında birleşen; Avrupalılık ve Avrupa kültürünün asgari müştereklerini paylaşan milliyet üstü bazı oluşumlar ortaya çıkmıştır. Milliyet üstü kültür/bölge asabiyeti olarak tanımlayabileceğimiz bu asabiyet türünde; yukarıda bahsedilen teşkilatlanmaların altında ortak bir Avrupalılık ve Batılılık anlayışıyla devletler ve insan toplulukları üzerinde milliyet bilincinden ayrı bir bağ inşa edilmiştir. NATO her ne kadar siyasi ve askeri bir güvenlik örgütü olsa da ortaya çıkışında ve gelişiminde demokratik yönetim anlayışının egemen olduğu değerler sistemi etrafında şekillendiğini hatırlamakta fayda var. AB ise Avrupalılık kimliğini yalnızca devletlerarasındaki siyasi birlikteliklerin bir aracı olmaktan çıkarıp, onu tabana yani topluma ulaştırmayı gaye edinen çeşitli eğit-politik faaliyetler de yürütmekte ve milliyet üstü kültür/bölge asabiyetini güçlendirmektedir. Ancak bu oluşumlar, başarılı olacaklarsa bile henüz erken evrelerinde olduklarını göz önünde bulundurmakta fayda var. Eğer milliyet üstü kültür/bölge asabiyeti, insanlar arasında milliyet bağının önüne geçecek kadar etkili olacaksa, şu an geçiş sürecini tecrübe ediyor olmalıyız. Ancak bu tarihi deneyin başarısız olma ihtimali de oldukça güçlü bir olasılıktır. Zira dünya daha önceden de şimdilerde AB veya NATO’nun barış konusunda sağladığı istikrar süreçlerinin benzerlerinden geçmiş ardından gerçekleşen savaş ve çatışma patlaması eskisinden daha güçlü olmuştur. Örneğin 1814’deki Viyana Kongresi’nden sonra (Kırım Savaşı sayılmazsa) Avrupa bilinen en uzun barış dönemini yaşamıştı. 1854 Kırım Savaşı’na kadar kırk yıl boyunca Avrupa devletleri birbirleriyle savaşmamış; Kırım Savaşı’ndan sonraki altmış yıl boyunca aynı barış dönemi tekrarlanmıştı. Ancak bilindiği üzere bu barış sürecinin sonunda önce Birinci Dünya Savaşı, ardından da İkinci Dünya Savaşı yaşanmıştır. Avrupa’nın şimdiki deneyinin başarılı olup olmayacağını yine tarih gösterecektir. Ancak milliyet üstü bir toplumsal bağ oluşumunun emareleri güçlüdür. Avrupalılık kimliğinin, bir Alman veya İngiliz milli kimliği gibi olmayacağı açıktır. Bu, milliyet idrakinin verdiği toplumsal bağdan farklı bir bağdır. Dolayısıyla milliyetçilik çağının başlarında Avrupa’nın farklı milletlerini mezcederek, ilerleyen asırlarda bir Amerikan kimliği yaratmayı başaran ABD deneyinden farklı bir durum ile karşı karşıyayız.

Şimdi bu olguları göz önünde bulundurarak Turan toplumsal bağının mahiyeti üzerine düşünülebilir. Turan bazı asgari müştereklerde buluşan bir ulus üstü birlik mi, yoksa ortak kültürü, dili, tarihi ve coğrafyayı paylaşan bir ulusal birlik mi olacaktır? Bunun için Türk Dünyası’nda milliyet bilincinin gelişim tarihine odaklanmak gerekmektedir. Türk Dünyası tabiri her ne kadar yeknesaklığı çağrıştırsa da Türk kültür coğrafyası bütün bir manzaradan ziyade, yapboz parçalarından oluşan bir manzaraya benzemektedir. Türklerin yaşam tarzı, hareket ve intibak kabiliyeti bu husus üzerinde etkili olmuştur. Geniş coğrafyalara yayılan Türk toplulukları farklı coğrafyalarda farklı siyasi teşkilatlanmalar ortaya koymuş, farklı kültürlerle karşılaşmış ve kaynaşmıştır. Bu sebeple bugün Turan coğrafyası dediğimiz yerin farklı muhitlerinde farklı kültürel evrim süreçlerinden geçmiş farklı insan toplulukları ortaya çıkmıştır. Bu topluluklar, milliyetçilik çağını (kimisi gecikmeli olarak olsa da) neredeyse eşzamanlı ama farklı tecrübelerle deneyimlemiş ve müstakil mikro milli kimlikler inşa etmişlerdir. Bu husus üzerinde Turan coğrafyasının büyük bölümünün 19. ve 20. yüzyıllarda yabancı güçler tarafından işgal altında tutulmasının da perçinleyici bir etkisi olmuştur. Günümüzde Turan Coğrafyasının bağımsız ve işgal altında olan coğrafyaları yukarıda sayıldığı için burada tekrarlamaya gerek yoktur. Ancak bu coğrafyalarda teşekkül etmiş olan Türk, Tatar, Özbek, Türkmen, Kırgız, Kazak, Azeri vb. kimlikleri mezcederek yeni bir ulusal kimlik (milliyet asabiyeti) oluşturmak mümkün görünmemektedir. Türkiye Türkleri genelde “hepsi Türk, hepsi Türklüğü kabul eder, benimser, Türkiye’nin bayrağı altında toplanır” gibi empatiden yoksun duygusal bir yaklaşımla meseleye yaklaşmakta ve Turan’a inananların da çoğu bu birliği milliyet asabiyetinin bir ürünü olacak gibi düşünmektedirler. Panturanizm fikrinin doğduğu yıllarda (19. yüzyıl), Turan birliği konusunda başarı sağlanmış olsa durum böyle olabilirdi. ABD deneyinde olduğu gibi bu sayılan topluluklar milliyetçilik çağını birlikte aynı siyasi oluşum içerisinde idrak etselerdi, yeni ortak bir milliyet asabiyetini inşa etmek belki mümkün olabilirdi. Ancak günümüzde, iletişimin(1) iki asır öncesiyle kıyaslanamayacağı kadar gelişmiş ve gelişmekte olduğu bir dönemde, milyonlarca insanı bir milliyetten başka bir milliyete dönüştürecek eğit-politik stratejilerden ve kapasiteden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla Turan’ın, ancak milliyet üstü asgari kültürel veya bölgesel müştereklerde buluşabilen topluluklar tarafından inşa edilebileceği öngörülebilir. Türk Devletleri Teşkilatı’na da bu minvalde bakılması, Turan’a giden yolda bu teşkilatın rolünü ve önemini doğru şekilde kavrama konusunda yol gösterici olabilir.

Türk Devletleri Teşkilatı, söz konusu milliyet üstü kültür/bölge asabiyetini inşa edebilmek için Türk Dünyası Eğitim Politiğini bu emellere göre hazırlamalı, Türk Dünyası’nın farklı coğrafyaları arasındaki eğitim, iletişim ve ulaşım imkânlarını geliştirmeli, Türk Dünyası’nın farklı bölgeleri arasında entegrasyonu hızlandırmak için ortak pazar şartlarını geliştirmelidir.(2) Zira milliyet asabiyeti de; milliyet üstü kültür/bölge asabiyeti de en temelde bu imkânlar üzerinde gelişim göstermektedir. Toplumsal süreçlerin çok uzun sürede gerçekleşen evrelere sahip olabileceği ön kabulünden hareketle (300 bin yıllık insanlık tarihi açısından çok yeni bir olgu olan) milliyetçilik olgusunu da henüz yeterince gözlemleyememiş, deneyimleyememiş olabileceğimiz olasılığının bilincinde olarak, belki orta veya uzak gelecekte, yukarıda gerçekleşmesini mümkün görmediğimiz gelişmeler de yaşanabilir. Bu sebeple şu aşamada en azından milliyet üstü kültür/bölge asabiyetinin oluşumu için çalışmalar gerçekleştirilmesi Türk Dünyası’nın geleceği açısından önem arz etmektedir.

Türk kültür ve medeniyeti, yaklaşık dört-beş asırdır üretme gücü zaafa uğramış, yorgun ve çöküş içerisinde olan bir medeniyettir. Türk Dünyası’nın muhtelif coğrafyalarında yaklaşık bir-bir buçuk asır önce ortaya çıkan milliyet asabiyetinin verdiği heyecan ve motivasyon, bu çöküş sürecinin ivmesini yavaşlatmış ancak durduramamıştır. Bu durum üzerinde milliyet asabiyetinin ortaya çıkışıyla eş zamanlı, hatta bazı coğrafyalarda ondan da önce Türk yurtlarının birçoğunun (Balkanlar, Kafkasya, Kırım, Türkmeneli, Türkistan vd.) esir konumuna düşmüş ve katliamlara, asimilasyonlara maruz kalmış olması da etkili olmuştur. Milliyet asabiyeti idrak edilmeden karşılaşılan dış tehditler karşısında, pek çok muhitte Gumilev’in etnogenez teorisindeki “obskürasyon”(3) safhasını hatırlatan durumlarla karşılaşılmıştır. Türkiye gibi bağımsızlığını koruyan bir bölgede de millet, maddi varlığının neredeyse tamamına mal olan ölüm-kalım savaşından çıkarak varlığını ancak devam ettirebilmiştir.

Burada bahsedilen çöküşü, Türk medeniyetinin içerisindeki sübjektif kriterler açısından düşünmemek gerekir. Dünya genelinde teknosferin gelişmesine bağlı olarak insan düşüncesine hâkim olan refah ve gelişme arketipine göre; elbette bir asır öncesine nazaran bilimsel birikimimiz ve teknolojik varlığımız daha üstündür. Fakat bir medeniyetin çöküşü veya yükselişi, onun diğer medeniyetler karşısındaki göreceli konumunu tayin edecek objektif kriterler ile ancak belirlenebilir. Kültürel, felsefi, bilimsel ve teknolojik üretim kabiliyetlerimizin, diğer medeniyetlerin karşısında ne durumda bulunduğu, bu yerin tayin edilmesini sağlayabilir. Felsefi ve disiplinler arası derinlikten yoksun, kuram üretemeyen “yarı aydın” Türk intelijansiyası, bu çöküş sürecinin hem sebebi hem de ürünü konumuna yerleşmiş şekilde kabuğunu kıramayan kısır bir döngünün içerisinde kalmıştır. Türk medeniyetinin çöküş sürecinden kurtulabilmesi ve yeniden yükselişe geçebilmesi için mevcut ataleti yıkacak ve sosyal momentumu güçlendirecek yeni bir heyecana ve motivasyona ihtiyacı vardır. Şu an için ufukta bu heyecanı verebilecek olası gelişmelerden en güçlüsü olarak, Türk Dünyası içerisinde milliyet üstü kültür/bölge asabiyetinin güçlendirilmesi görünmektedir. Aksi takdirde çöküşün derinleşmesi ve en nihayetinde Türk medeniyetinin mahvı kaçınılmazdır. Türk Devletleri Teşkilatı, bu misyonu yerine getirebilir.

 

(1) İletişim teknolojilerinin milli ajitasyon, milli bilincin oluşumu ve korunması açısından önemi için bkz. Hroch, M. (2011). Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, İstanbul: İletişim Yayınları.

(2) Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için Milli Devlet Gazetesi’nde yayımlanan “Türk Dünyası Eğit-politiği” yazı dizisine bkz.

(3) Obskürasyon Safhası: Gumilev’in etnogenez teorisinde etnosun çöküş sürecine girdiği safhadır. Bu safhadan önce etnos yükseliş, akmatik, kırılma, atalet safhalarından geçer. Obskürasyon safhasını, rejenerasyon ve relikt(bakiye) safhalarının takip etmesiyle etnos son bulur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Gumilev, L. N. (2003). Etnogenez Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri. Çev. Ahsen Batur, Selenge Yayınları. İstanbul.