Millî Devlet

Tüm yazıları
...

“KÜRT SORUNU” SÖYLEMİ, AYRILIKÇI SİYASETİ MEŞRULAŞTIRMAKTADIR

Yazar hakkında bilgi henüz girilmedi.

Millî Devlet

PKK terör örgütünün, 5-7 Mayıs 2025 tarihinde gerçekleştirdiği sözde 12. Olağanüstü Kongresi’nde aldığı kararlar, Türk kamuoyunda tartışmalara neden oldu. Bölücü terör örgütünün aldığı kararları ana hatlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerçekten de haklısınız. Hem tartışmalar hem de kafa karışıklıkları yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Türkiye’nin en köklü gazetelerinden Cumhuriyet’in 13 Mayıs tarihli manşeti, bu noktadan oldukça anlamlıydı. Koyu renkli, iri puntolarla “PKK Silah Bıraktı” manşetinin hemen üstünde dikkati zor çeken bir şekilde “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu Lozan’a ve Türk Devrimi’nin anayasası 1924 Anayasası’na savaş açtılar” ifadesi eklenmişti. Savaş açan bir örgüt, silah bırakıyor. Sosyal bilimlerde bir soruna verdiğiniz başlık çok kritiktir. Türkiye’de can yakan ayrılıkçı şiddeti, maalesef Türk milliyetçisi aydınların haricinde ki onların da neyi, ne kadar ürettikleri ayrı bir bahistir, farklı ekollerden gelen kesimlerin büyük bir bölümü “Kürt sorunu” ifadesini başlığa çekerek ele aldılar. Bu ifade bölgede olan biteni anlamlandırmak şöyle dursun iyi niyetle söylemleştirilen yaklaşımları bile gölgelemiştir. Türk güvenlik güçleri örgütün silahlı kanadını defalarca çökertmiş ama aydınlar; Türk milli kimliğine dair yaşanan kafa karışıklıkları yüzünden, zihniyet planında ayrılık tohumlarının önüne geçememiştir. Silahlı olmayan ama PKK’nın ideolojik dünyasının taşıyıcısı kuruluşlar eliyle kavramların istismarı, tarihin araçsallaştırılması yaşanmıştır. Silahlı kanattan ziyade ayrılıkçı siyasetin daha yıkıcı olduğunu söylemek mümkündür.

Nasıl yani hocam? Bunu biraz daha açabilir misiniz? Kürtçü-Bölücü terör örgütünün siyasi, sivil ve silahlı yapılarının olduğu bilinmekte. Türkiye’de ise propagandasını sivil ve siyasi yapıları üzerinden sürdürüyor. Bu konuda etnik bölücülük fikri Türkiye’de nasıl karşılık buldu? Konu sosyolojik midir yoksa siyasi ve ideolojik bir propagandadan mı ibarettir?

 Kökleri 1970’lere uzanmakla birlikte PKK’nın ses getiren eylemi 1984’te gerçekleştirildi. Türk askerine ilk kurşun sıkıldı. Şu coğrafyada Malazgirt’ten bugüne İslam’ın sancaktarı olmuş askere kurşun sıkan elin bölgede yaşayan insanın hangi meselesiyle ilgisi olabilirdi? Olmadığı o kadar açıktı ki kadın, çocuk demeden en büyük katliamlar örgüte militan vermeyen bölge insanına yapılmıştır. Sadece 1987 yılında 137 okul yakılmıştır. Bölge insanı olan biteni korkuyla izlemiştir. Köyleri basılan insanlar, kilometrelerce yol yürümüş, Apocuların zulmünü anlatacak bir muhatap aramıştır. Örgüt aynı günlerde yapıp ettiklerini tartışırken, Hakkâri sorumlusu, aslen Şırnak Belkevir köyünden olan Doğan isimli militan, kendi ailesinin bile söylediklerine inanmadığını, hiç kimsenin örgüte yardım etmek istemediğini belirtir. PKK, Tunceli’de 1987–1989 arasında zorla götürdüğü her genci elinden kaçırmıştır. Kimse militan olmak istememiştir. Diğer yerlerin de durumu bundan farklı değildir. 1990’a kadar Diyarbakır’da faaliyet gösteren militan sayısı 15’i geçmemiştir. Fakat ne olmuştur? Ayrılıkçı söylemler siyaset kanalıyla, basın aracılığıyla dolaşıma sokulmuştur. Haziran 1990’da kurulan Halkın Emek Partisi (HEP) ilk halkadır. Sol siyasetin popüler ismi Fehmi Işıklar, ilk genel başkanıdır ve “Kürt halkının ulusal hakları için BM’ye başvurmaktan” bahsetmiştir. 20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde, dönemin inkılâpçı, ulusalcı, sosyal demokrat partisi SHP ile ittifak sayesinde TBMM’ye 19 vekille giren bu partinin vekillerinden Leyla Zana, Sedat Yurttaş, Zübeyir Aydar meclis albümüne, bildiği yabancı dilin Türkçe; Hatip Dicle Türkçe, az İngilizce; Nizamettin Toğuç Türkçe, Arapça ve Farsça yazmışlardır. Self determinasyondan yerel özerkliğe, Kürtçe anadilde eğitimden, “Kürt, Türk, Laz, Çerkez sıcak Türkiye halkı” sayıklamalarına kadar Türk milli kimliğini inkâr eden her söylem dolaşıma sokulmuştur. Evliliğin dili, pazarın dili, ticaretin dili Türkçe; insanların zorlu eğitimlerden geçerek öğrendiği yabancı dil olarak görülmüştür. Bunlar söylenilmiştir ve maalesef entelektüel seviyede büyük bir tepki görmemiştir. İyi niyetle veya değil PKK ile hiçbir gönül bağı olmayan geniş bir siyaset ve aydın kadrosunun “Kürt sorunu” söylemi ayrılıkçı siyasetin imkânlarını, meşruluk zeminlerini artırmıştır.

PKK ile hiçbir gönül bağı yok ama “Kürt sorunu” söylemi ile ayrılıkçı siyasete zemin tanzimi… Bu nasıl bir ilişki?

Türk aydını, Batı’nın modernleşme tarihinde kilise tahakkümüne karşı yaşadığı sorunları Türk-İslâm kültür ve medeniyetine hoyratça iktibas etti. Mümtaz Turhan’ın “mecburi kültür değişmeleri” başlığı ile anlattığı yıkıcı teşebbüsleri ben biraz da böyle görüyorum. İspanya’nın Bask sorunu, Katalan sorunu; Birleşik Krallık’ın İrlanda, İskoçya meselesi var da bizim “Kürt sorunumuz” neden olmasın?

Kopyala, yapıştır anlayışı yani.

Aynen. Analitik bir mukayeseli bakış ara ki bulasın. Ya, oralarda merkezi devlet Bask bölgesine, Katalan bölgesine 16.asırda girdiğinde, ayrı bir siyasi birlik var, ayrı bir hukuk var, dil ve edebiyat var, eğitim felsefesi var. Özerk parlamentoyu besleyecek kültür, iman farklılıkları var. Hele İskoçya örneğinde Londra’yı zorlayacak bir edebi hayat var ki 17.asırda bu işler zirvede yaşanıyor. İspanya devleti, anayasasında, 20.yüzyılda Franco’nun zulüm yönetimi ardından, özerk bölgeleri tanımak durumunda kaldığında, zaten tarihen var olanı metne döküyor. Bizde olan nedir? 1071 Malazgirt, 1075’te İznik alınmış. Avrupalı seyyahlar ve tarihçilerin gözünde, diyar-ı Rum  “Turkia” olmuş. Osman Turan’ın Bizans vesikalarına dayalı “İğne atsanız Türk çadırından yere düşmeyecekti.” diye tasvir ettiği büyük muhaceret; fetih ve inşa…Kürt etnisitesi özelinde ayrı bir iman, ayrı bir hukuk, ayrı bir medrese geleneği var mı? 1514 yılındaki Çaldıran Zaferinden sonra 25 Kürt emiri Osmanlı hâkimiyetine gönül rızasıyla girmişlerdir. Yıkılan bir Kürt prensliği vb. ortalıklarda yoktu. Diyarbekir, “Kürdistan” değil, bir eyalet olarak teşkilatlandırılmış ve başına da Osmanlı sarayında / Enderun’da yetişmiş Bıyıklı Mehmet Paşa Beylerbeyi olarak atanmıştır. Tekraren Avrupalı seyyahların gözünde diyar-ı Rum  “Turkia” olmuştur. 16.asırda, 17 asırda ve sonrasında Bitlis emirinin çocuğu da Gazali’den besleniyor, İstanbul’da yetişen şehzade de. Ne Malazgirt’te Alparslan’ın ordusunda ne de Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlığında Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler… diye bir tasnifleme var. Allah aşkına Kanuni’nin Viyana’ya yürüyen ordusu Kürtçe, Lazca, Çerkezce, Boşnakça, Arnavutça… konuşan; birbirinden habersiz bir yığın mıydı? Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin müthiş ihtişamı ile Türkçe ve İslâm inancı etrafında oluşmuş azametli bir Türk millî kimliği var. Onun için Avrupalı tarihçi Müslümanlığı seçen Arnavut’a, Boşnak’a, Sırp’a, Hırvat’a Türk oldu diyor.

İyi diyorsunuz da hocam, 1921 Anayasası’nda yerel özerklik var, özellikle ayrılıkçı siyasiler son zamanlarda bu noktaya çok vurgu yapıyorlar. Her şey 1924’te başladı falan diyorlar.

Evet, çok güzel. 1921 nedir? Gökalp’in ifadesiyle galeyanlı bir dönemde millî mefkûreyi yüreklerinde duyan mudafaa-i hukukçuların eseridir. Balıkesir, Adana, Erzurum, Sivas’tan Trabzon’a uzanan, Gazi Paşa Samsun’a ayak basmadan teşkilatlanmaya başlayan mudafaa-i hukuk derneklerinin TBMM’ye akışının neticesidir. “Memalik-i Osmaniye” bile denmiyor. “Türkiye devleti büyük millet meclisi tarafından idare olunur.”(m.3) deniliyor. Aynı ifade Kasım 1918’de Kars’ta Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Teşkilatı Esasiyesi’nde de var: Türkiye (Türkiya) devleti. Rahmetli Bülent Tanör 600 adet yerel önder etrafında dönen ve yaklaşık olarak 1500 defa kurulan yaygın ve sık dokunmuş bir temsil ilişkileri ağına sahne olmuş 30 adet yerel kongreyi listeler. İstanbul’da siyasetin milletten koptuğu bir evrede millî mefkûrenin demokrasiyi ve Milli Mücadele’yi ateşlediği günler yaşanmıştır. Geçtim 30 adet yerel temsil ağlarını Erzurum Kongresi’nde, Sivas Kongresi’nde Kürt, Laz, Çerkez… tasniflemesi mi var da 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda olsun. Burada Erzurum’un il ve umumi kongresini zabıtlarıyla birlikte yayımlayan Fahrettin Kırzıoğlu’nu da rahmetle analım. Onun eserinden, bakınız Erzurum’un millî mefkûre sahipleri, 9 Mart 1919’da Vilayat-ı Şarkiyye Mudafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti adıyla dünyaya nasıl sesleniyor. Dikkat buyrulsun, Mustafa Kemal Paşa henüz İstanbul’da:

“Vilayati Şarikiyye’nin bir cüz’i mühimi olan vilayetimiz, tarihinin pek az bir ziya ile münevver bulunduğu günlerinde bile, Türk Aşiretleri’nin bir cevelangahı olmuştur. Ve İslamiyet ilk zuhurunda nurunu buralara kadar göndermiştir. Selçukiler ise buralarda muazzam İslam hükümetleri teşkil ederek Türk harsını ve İslam medeniyetlerini hâkim kılmışlardır. Bu toprakların hakiki sahiplerinin kimler olduğunu memleketin her tarafında tesadüf edilen çifteminareler, künbedler gibi ağabeydati diniye ve milliye pek sarih bir lisanla yarının hükmünü verecek olan hakimlere ifade etmektedir.”

Buna biz millî kimlik şuuru diyoruz. Soruya tekrar dönelim. Yerelin güçlü temsiline idari planda bir özerklik tahsis edilmiş. Hiçbir etnik kimlik atfı yok. Köpürtüle köpürtüle bir şeyler bulunmaya çalışılan 11.madde aynen şöyle: “Vilayet, mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dâhili siyaset, şer’i, adli ve askeri umur, beynelmilel iktisadi münasebat ve hükümetin umumi tekâlifi ve menafii birden ziyade vilâyata şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vazedilecek kavanin mucibince Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Zıraat, Nafıa ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının sâlahiyeti dâhilindedir.” deniliyor. Ne var bunda? TBMM kanunu koyuyor. Memleketin temel politikalarını, dış siyasetini, iktisadi, siyasi işlerini, askeri meselelerini yani millî devleti ayakta tutacak her işi TBMM üzerine alıyor. İllere de sen muhtarsın, hadi hoşlarına gidecek şekilde söyleyelim, özerksin diyor. Şurası Kürdistan coğrafyası, oradaki Kürtlere özerklik verdim, demiyor. Etnik hiçbir kimliğe atıf yapmıyor. Kazalar, ilin muhtariyetine dâhil edilmiyor (m.15), kaymakama bırakılıyor. İllerde vali de var. Genel, yerel ihtilafında vali devreye giriyor.(m.14) Bu da yetmiyor umumi müfettişlikler devreye giriyor (m.22-23). Etnik özerklik iddiaları, tarihin istismarıdır.

Bölücü terör örgütünün kendi tarih tezlerini dayatması nasıl yorumlanmalıdır? Bununla birlikte kamuoyunda “Kürt sorunu” barışçıl bir şekilde çözülüyor umudunu yayanların, Lozan’a dokundurmayız dediklerini gördük. Bu tepkiler nasıl anlaşılmalı?

12 Mayıs’ta, PKK’nın basına verdiği bildiriden okuyalım:

“Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı. Doğuşunda reel sosyalizmin etkilerini yaşadı ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini benimseyerek, silahlı mücadele stratejisi temelinde meşru, haklı bir mücadele yürüttü. PKK katı Kürt inkarının, buna dayalı imha siyasetinin, soykırım ve asimilasyon politikalarının egemen olduğu koşullarda şekillendi. 1978’den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye’nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı.”

Yukarıda çerçevesi çizilen tarihi süreç doğru değilse “Kürt sorunu” başlığı ile meseleye bakmak nedendir? PKK şunu diyor: Büyük bir Kürdistan vardı. Burada Kürt ulusu vardı. Lozan, bir emperyalist proje olarak Kürdistan’ı dört parçaya böldü. Türkiye’de kalan Kürtler Lozan ardından inkâr edildi. Biz de isyan ettik.” Tarihi olgular böyle olaydı “Kürt sorunu” başlığı mükemmelen otururdu. O zaman biz de önüne mikrofon uzatılan kimi siyasi muktedirlerin lügatsiz bir şekilde “Türkler ve Kürtler”, “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Boşnak…” gibi ucu bucağı belirsiz listelemelerini alkışlar; şunu da ekleyin, bunu da ekleyin diye nefesimiz patlatırdık.

Kürt, Laz, Çerkez… yok mu diyeceğiz hocam.

Hayır, yok demeyeceğiz. Gökalp’in “dili dilime, dini dinime” ifadesini tekrarlayacağız. Bunlar sosyolojik süreçlerdir. Bizim millî kimliğimiz Türkçe ve İslâm inancı etrafında Selçukludan bugüne kurulmuştur. Orta Asya mirasını inkâr etmiyorum. Ben o noktada Arvâsi gibi, Atsız gibi düşünüyorum. Anadili Kırmançi olan bir genç Diyarbakır’dan kalkar Bursa’ya gelir, bir Gürcü kıza âşık olur, evlenirler; çocuklarının anadili Türkçe olur. Oldu. Olmaya da devam edecek. Bin yıllık bir harçtan söz ediyorum. Osmanlı bir imparatorluktu, resmi dili Türkçe idi. Zaho’daki bir medreseden kalkarsınız, İstanbul’a gelirsiniz şeyhülislam olursunuz; fetvayı Türkçe yazarsınız. Lozan’da Lord Curzon bu süreçlerin tersine çevrilmesi için çok uğraşmıştır. Müslüman unsurlardan ulusal azınlıklar üretilmek istenmiştir. “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Arnavut; Alevi, Kızılbaş, Tahtacı, Yörük, Türkmen, Avşar…” diye sayılsın istenmiştir. En çok da Kürtlerle uğraşılmıştır. Millî Mücadele’nin en zorlu günlerinde, Haziran 1922, Özdemir Bey, Erbil, Kerkük ve Süleymaniye’de İngilizlere kök söktürmüş ve en büyük desteği Kürt aşiretlerinden almıştır. Bağımsız Kürdistan vaatleri bile Kürtleri ikna etmemiştir. Zaten, İngiliz, Kürdistan’a tevessül edecek bir kitle bulaydı, Lozan’da müzakere bile etmez, self determinasyon isterdi.

PKK Lozan’ı araçsallaştırıyor diyorsunuz yani…

Evet, olmayanı var sayıyor. “Doğuşunda reel sosyalizmin etkilerini yaşadı” diyor ya bildirge, aslında bu ifade bile PKK’nın Soğuk Savaş’ın son düzlüğünde sol örgütler yatağında üretilen, konjonktürel bir aparat olduğunu gösterir. Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması istenmiştir. Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte HEP kuruluyor. Aydınların büyük bir bölümü “Kürt sorunu” demeye başlıyor. Türk millî kimliğini inkar eden söylemlerle memleketin enerjisi toprağa gömülmüştür. Fikrî, imanî büyük hamlelerin önü kesilmiştir. Türk dünyasına yönelecek ufuklar karartılmıştır. Düşünsenize cumhuriyetin kurucu kadrosu ve ardından gelenler etnik grupların özel adlarını Türk kelimesinin ardı sıra sıralamazken 1990 sonrasında denklemin neresi değişti de bunlar yapılır oldu. Hele hele son on, on beş yıldır… Etnik ve dini ayrılıklar üzerine iç çelişkilere itilen bir ülke hiçbir medeniyetin ihyasına yönelemez. Bu da son sözümüz olsun.