Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-111

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Dünyanın Savaşı

Öncülüğünü İngilizler, Fransızlar, özellikle Türk yurtlarına yönelik olarak Ruslar, İspanyollar, Portekizliler, Hollandalılar, Danimarkalılar, İtalyanlar yapmış olmak üzere hemen bütün Avrupalılar, on beşinci yüzyıldan sonra Avrupa dışında kalan dünya coğrafyasının kanını iliğini emecek bir politika izlemeye başladı. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika (özellikle Orta ve Güney Afrika), Türkistan, Hindistan, Avusturalya, Yeni Zelanda gibi kıta ve ülkeler sömürgeleştirildi. Bütün bu ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginlikleri, Avrupalıyı doyurmak ve Avrupa sanayisinin hammaddesi olmak üzere sömürüldü. Bütün bir Afrika kıtası Avrupalı köle tüccarlarının ticaret alanına dönüştü, buralarda toplanan siyah insanlar, hiçbir insani ölçü ve değer gözetilmeksizin köleleştirildi, yüzyıllar boyu bütün kıta sömürüldü. Aynı durumu Amerika kıtasının yerlileri yaşadı ve bu iki bahtsız kıtada dehşet verici soykırımlar uygulandı, yerli halk hemen bütünüyle yok edildi. Avrupa zenginleşti, sanayileşti, silahlandı, bilimde ve teknikte dünyanın öteki bölgeleriyle korkunç bir fark oluşturdu. Sömürgecilikte Orta ve Doğu Avrupa kıyı Avrupası kadar yararlanamadı ve aynı oranda da geri kaldı. Bizim Deli Petro olarak adlandırdığımız ancak belki de Rusların yetiştirdiği en büyük devlet adamı olan Büyük Petro, Rus devletinin yönünü belirleyici hamleler yaptı, oluşturduğu bilim ve eğitim kurumlarıyla Rusya’yı âdeta var etti. On dokuzuncu yüzyılda aynı şeyi, Almanları birleştirerek bugünkü Almanya’yı oluşturan Bismark da Almanya için yaptı.

On dokuz ve yirminci yüzyıllarda dünyanın bölüşülmesi, egemenlik alanları oluşturulması çabaları, dünyayı korkunç bir savaşa doğru sürükledi ve 1914 yılının Haziran ayında Avusturya-Macaristan taht adayının Bosna’da bir Sırp tarafından öldürülmesi, yangın için fitili ateşledi ve İttifak Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan katıldı) ile İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya ve Sırbistan, daha sonra İtalya, Yunanistan, Portekiz, Romanya ve ABD katıldı) dehşet verici bir boğazlaşmaya girişti. Bütün dünyanın birbirine girdiği bu boğazlaşmada on milyon civarında asker öldü, sivil kayıplar ise yedi milyona yakındı. Bu savaşta 65 milyon asker seferber edilmişti. Ülkemiz bu savaşa yaklaşık iki buçuk milyon askerle katılmış, 375 bin civarında askerini şehit vermiş, 202 bin civarında askeri de esir düşmüştü. Savaş için pek çok neden sayılabilir ama Avrupalının doymak bilmez iştahı, o güne dek kişioğlunun yaşadığı en korkunç felaketin ve kıyımın baş nedeni olmuştu.

Savaşa Giriyoruz

Osmanlı, yaşadığı ve büyük devlet özelliğini bütünüyle yitirdiği iki büyük savaş, pek çok insan ve büyük toprak kayıpları üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra daha yıkıcı, daha öldürücü bir savaşla yüz yüze kaldı.

Devlet, yüzyıllar süren bir gerileme ve toprak kayıpları yaşamış, yöneticiler kötü gidişi durdurmak için çaba göstermiş ancak bir türlü çağı yakalamayı başaramamışlardı. Özellikle eğitim kurumları yenilenmeye, çağın koşullarına uygunlaştırılmaya çalışılmış ve hemen her düzeyde pek çok eğitim kurumu açılmıştı. Ordunun çağdaşlaştırılması, çağdaş silahlarla donatılması, ulaşımda birtakım yenilikler yapılması, sanayileşme çabaları ve bunların toplum ve devlet hayatı üzerinde etkileri görülmüştü.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarından 2. Abdulhamit ile başlayarak devlet Almanya ile ilişkileri gelişmeye başlamış, Avrupa’nın bu yeni gücü, Osmanlı yöneticileri tarafından âdeta bir denge unsuru olarak görülüp öteki Avrupa ülkelerine karşı kullanılma yoluna gidilmişti. Almanya da kendi yararları doğrultusunda konuya yaklaşmış ve karşılıklı çıkarlar gözetilerek yakınlaşmalar olup birtakım ortaklıklar kurulmuştu. Özellikle ordunun çağa uygun duruma getirilme çabalarında Almanlardan yararlanma yeğlenmiş, Çanakkale Boğazı’ndaki tabyalar Alman toplarıyla kurulmuş, başka pek çok cephede de benzer biçimde davranılmıştı.

Devleti yönetenler başlangıçta savaşa girme yanlısı olmadıklarını açık biçimde ifade etmişler, İttihatçıların yayın organı olarak bilinen Tanin gazetesi de savaşa girmemek gerektiği konusunda yayınlar yapmıştı. Herhalde bu savaşın dışında kalmanın mümkün olmadığı sonucuna varmış olmalılar ki önce İngilizlerle anlaşma ve İtilaf Devletleri arasında yer alma çabasına giriştiler ancak özellikle küçük Balkan devletleri karşısında yaşanan büyük hezimetten dolayı Osmanlı ordusunun bir savaş yeteneği olmadığını düşünen ve “Şark Meselesi”ni artık sonlandırmayı amaçlayan İngilizler, Türklerin bu önerisini kabul etmediler. Almanlar ise Osmanlı’nın Boğazları kapatarak Rusya ile öteki İtilaf devletlerinin irtibatını keseceğini, Halifelik makamının İslam dünyasındaki etkisi dolayısıyla İngiliz ve Fransız sömürgelerinde isyanlar çıkarılabileceği gibi düşünceleri göz önüne alarak Osmanlı’yı kendi yanında savaşa sokmanın yollarını aramaktaydı. Sonuçta padişahın da onayı alınarak Almanya ile son derece gizli tutulan bir anlaşma imzalandı ve Türkiye, tarafını belirlemiş oldu. Bazı tarihçilere göre bu anlaşmanın imzalanmasında İngiltere’ye sipariş edilen iki zırhlı denizaltının parası da ödendiği halde verilmemesinin de payı vardır. Bu sırada iki Alman denizaltısı Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya alındı ve çok bilinen olaylar arka arkaya yaşanmaya başlandı. İngilizlerin parasını aldıkları halde vermedikleri iki gemiye karşı Almanlardan iki gemi gelmiş ve Goben ve Brasleu olan adları Yavuz ve Midilli olarak değiştirilmişti. Basına gemilerin satın alındığı haberi yansımıştı.

Osmanlı’nın Almanlar yanında savaşa katılma ihtimali, İtilaf devletlerini endişelendirmiş ve onları anlaşma yolları aramaya itmişti. Devlet, onlarla anlaşılabilmesi için kapitülasyonların kaldırılması, Yunanlıların işgal ettikleri toprakları boşaltması, Mısır sorununun çözülmesi, Rusların içişlerine karışmaması, Rus saldırılarına karşı güvence verilmesi gibi koşullar ileri sürmüş ancak kabul görmemişti.

Devlet için bağımsızlık sorunu durumuna gelen kapitülasyonların kaldırılması, her fırsatta dile getiriliyor ancak Batı bir türlü buna yanaşmıyordu. Almanların Fransa’ya saldırdığı bir sırada Bakanlar Kurulu 9 Eylül 1914’te kapitülasyonların kaldırıldığını duyurdu. Bu karar, Almanya da dahil olmak üzere bütün tarafların öfkesine neden oldu ancak savaş koşullarından dolayı durumu kabullenmek zorunda kaldılarsa da savaş sonrasında durum eskiye döndü ve kapitülasyonlar ancak Lozan ile kaldırılabildi.

Osmanlı ordusunda göreve getirilen başta Liman von Sanders olmak üzere Alman subaylar, devletin bir an önce savaşa girmesi için çaba gösteriyor ancak devlet içindeki bir grup buna karşı ciddi bir direniş gösteriyordu. Sonuçta bütün direnmelere karşın savaş yanlılarının isteği oldu ve Karadeniz’de Osmanlı donanması ile Rus donanması çatıştı, Rusya, Osmanlı’ya savaş ilan etti ve böylece Osmanlı 2 Kasım 1914’te savaşa girmiş oldu.

Cepheler Ve Savunma Savaşları

Savaş başladığında iki milyon kilometre kareden fazla genişliği olan Osmanlı Devleti’nin savaşabilecek durumdaki eğitimli asker varlığı, 400 000 civarındaydı ancak savaş sonuna kadar silah altına alınan asker sayısı 2 850 000’i bulmuştu. Geniş bir coğrafya ve uzun sınırların varlığı, Osmanlı ordusu için savaşın başta gelen zorluğunu oluşturmaktaydı. Suriye ve Irak Cepheleri, özellikle Ermenilere karşı iç cephe, Anadolu’da yıllardır yurttaşları hayatından bezdiren çetelere karşı mücadele zorunluluğu, Boğazlar ve Çanakkale Cephesi, Galiçya, Dobruca ve Makedonya Cepheleri, Arabistan ve özellikle Yemen Cephesi, Kafkasya Cephesi, yorgun ve bitkin Türk ordusunun, Türk’ün bu topraklardaki varlığını sürdürebilmesi için varlık yokluk mücadelesi vermek zorunda olduğu cephelerdi.

Bu savaşta Türk ordusu, Balkan savaşındaki dağınık ve disiplinsiz görüntüsünden uzaklaşmış, yeni bir heyecan ve ruh kazanmış olarak cepheye koşmuştu. Subay kadrosu, genç olmasına karşın cepheden cepheye koşmakla büyük bir deneyim kazanmış ve bu savaşın millet için ne anlama geldiğinin de ayırdındaydı.

Kafkas Cephesi’nde Ruslarla yapılan savaşta iki taraf da korkunç kayıplar vermiş ancak Türk ordusu için tarihî bir hezimet yaşanmıştı. Burada yaşanan acıların nedeni, Ruslardan daha çok ordunun kış koşulları için gerekli donanıma sahip olmayışı ve salgın hastalıklar idi. Orta, Doğu ve Güney Anadolu’da dış düşmandan çok uzun süredir Batılı emperyalistlerin oyuncağı durumuna gelmiş olan Ermeniler, 1000 yıllık Türk yurdunda birlikte yaşadıkları komşularına silah çekmiş ve korkunç katliamlarda bulunmuşlar, çocuk, yaşlı, kadın demeden binlerce insanımızın kanına girmişlerdi. Devlet, bu duruma bir önlem olmak üzere Ermenileri yaşadıkları yerlerden alıp yine kendi sınırları içinde başka bölgelere, özellikle bugünkü Suriye’ye yerleştirmişti. Tehcir yani göçürme adı verilen bu olay, Ermeniler ve onları tahrik eden emperyalist güçler tarafından Ermeni kıyımı olarak dünya kamuoyuna sunuldu ancak bu, bizim için yapılması zorunlu olan bir savunma hareketiydi ve yapıldı. İttihatçıların bu hareketi, on yıllardır savaşlarla Türk nüfusun eridiği, kalanların ise perişan durumda olduğu Anadolu’nun Türkleşmesinde son derece önemliydi. Bu adımın bütünleyicisi de Cumhuriyet’in ilanından sonra uygulanan mübadele, yani karşılıklı değişim oldu. Her iki olayda da istenmeyen durumların yaşanmış olması mümkündür ancak belirtildiği üzere bütün bir milletin geleceğini ilgilendiren bir durum söz konusu olduğundan yapılması gereken yapılmıştır.

Galiçya, Kanal Harekatı, Suriye Cephesi ve ötekilerin her biri, pek çok yiğitliklere, Türk askerinin kahramanlıklarına sahne oldu ancak özellikle Sarıkamış, Çanakkale ve Yemen Cepheleri, destanlaşan mücadelelerin, yaşanan yoksullukların ve yoksunlukların, acıların örneğine dönüştü. Çanakkale’de yaşanan boğazlaşma, en yalın ve açık olarak Mustafa Kemal’in “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum.” buyruğunda görülür. Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine armağan ettiği şiir, orada yaşananların güzel bir özeti niteliğindedir. Ayrıca Mehmet Niyazi’nin Yemen’i ve Çanakkale’yi konu alan romanları, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Geldiler, Gördüler, Gittiler adlarını taşıyan Çanakkale üçlemesi romanı, konunun edebiyatımızdaki yansıması olarak düşünülüp okunulması gereken edebî metinlerdir. Halkın yüreğindeki ve gönlündeki duyguların söze dökülmüş biçimi olan Sarıkamış, Yemen ve Çanakkale türküleri de Türk milleti katında bu üç cephenin özel oluşunun yansıması, aziz şehitlerine ve gazilerine gönül armağanıdır.

Bu savaşlarda verilen kayıplar konusunda ciddi bir karmaşa yaşanmaktadır. Özellikle şehit sayılarının abartılması ve bununla son derece gereksiz bir övünmeyle sıkça karşılaşılır. Savaş için cepheye giden asker, her şeyi göze alarak gider ve durumun gereği olarak şehit de olabilir, gazi de olabilir ancak sayıları abartma, nasıl bir psikolojinin sonucudur anlaşılmaz. Bu konuda ordunun arşivleri en sağlıklı, en doğru bilgileri barındırmaktadır. Çanakkale’de 253 000 şehitten söz edilir ancak bunun aslı astarı yoktur. Benzer bir durum Sarıkamış için de söz konusudur. Orada da 90 000 askerin donarak öldüğünden söz edilir ama kayıtlar bunun da doğru olmadığını söyler.

Savaş uzadıkça beklenmedik gelişmeler olmaya başladı. Bunlardan biri, ABD’nin savaşa katılması, öteki ise Rusya’da komünistlerin ihtilal yaparak yönetimi ele geçirmesiydi. Bu durum, Doğu Cephesi’nde bir rahatlamaya yol açtı ve kısa süre içinde Sovyetler Birliği savaştan çekilip iç sorunlarıyla uğraşmaya başladı.

İngilizlerin Araplar içindeki faaliyetleri, onları Osmanlılar aleyhine sürekli kışkırtmaları sonuç verdi ve Osmanlı’nın karşı faaliyetlerine karşın Arap ülkelerinde düşmanlarla savaşan Türk ordusuna yönelik saldırılar, arkadan vurmalar, ihanetler olmaya başladı. İngilizler, en iyi yaptıkları işi yapıyor, Türk’ün yüzyıllardır “kavm-i necip” olarak gördüğü, her türlü tehdit ve tehlikeden koruduğu, hiçbir yükümlülük yüklemeden her türlü ihtiyacını karşıladığı “din kardeşlerini” Türk’e karşı kışkırtıyor ve Araplara bağımsızlık sözü vermek yoluyla onları isyana sevk ediyor, bunda da başarılı oluyordu. İngilizlerin bu faaliyetlerinin sembol ismi Lawrens adlı Arap giysileriyle dolaşan bir casus idi. Şerif Hüseyin üzerine plan kuran İngilizler, bu kişiye bağımsız bir devlet vaat etmiş ve onu cephede savaşan Türk ordusunu arkadan vurmaya ikna etmişti ancak bütün Arapların bu hareket içinde yer aldıklarını düşünmek doğru olmaz. Osmanlı’nın, özellikle Kuşçubaşı Eşref ve Mehmet Akif’in karşı faaliyetleri sonucunda, Araplar içinde gerçekten devlete bağlı pek çok kişinin var olduğu da bilinmektedir.

Sovyetler Birliği’nin savaştan çekilmesi Doğu Cephesi’nde Türkiye lehine birtakım gelişmelerin yaşanmasına neden oldu ve neredeyse bugünkü sınırlarda egemenlik sağlandığı gibi bağımsız Azerbaycan devletinin kurulması için de gerekli çalışma ve girişimler yapıldı. Nuri Paşa komutasındaki ordu, Bakü’ye girdi.

Savaş Kaybedildi

1918 yılında Alman orduları Fransız cephesinde büyük bir saldırıya geçti ancak başarısız oldu. Daha sonra İngiliz ve Fransız güçleri karşı saldırıya geçerek Almanları bozguna uğrattı. Aynı yılın sonbaharında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ardından Bulgaristan savaştan çekilme isteğini iletti. 5 Ekim’de ise Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devletleri, ABD başkanına başvurarak savaşın, daha önce belirlenen koşullara uygun olarak sonlanması isteğinde bulunup yenilgiyi kabul ettiklerini ilan etmiş oldular.