Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-113

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Anadolu Silah Başına

Öncelikle Millî Mücadele konusunun işlendiği bölümlerde ana kaynağımızın Selahattin Tansel’in Mondros’tan Mudanya’ya Kadar adlı dört ciltlik muhteşem eseri olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu eser, günü anlamak ve o gün yapılanların değerini bilmek için mutlaka okunması gereken, belgelerle yazılmış son derece değerli bir kaynak eserdir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı 1919 yılının 19 Mayıs gününü, Türk’ün yüzyıllardır, tam bir başlangıç tarihi vermek gerekirse Karlofça’dan beri yokuş aşağı giden talihinin ve tarihinin yönünü yükselişe doğru değiştirdiği gün olarak kabul etmek uygun olur. Ateşkes anlaşmasına göre savaşın sonunda ordunun çekilmediği yerler Osmanlı toprağı olarak kalacaktı ancak ordularımızın terk etmediği bir yer olmasına karşın Mondros üzerinden birkaç gün geçmeden Musul’un İngilizler tarafından âdeta yangından mal kaçırırcasına işgal edilmesi, verilen hiçbir sözün tutulmayacağının, işgalcilerin birbirleriyle yarışırcasına ülkeyi işgal edeceklerinin, hatta bunun için yer yer birbirlerinin elinden kaparcasına bunu yapacaklarının göstergesi ve başlangıcıydı. Saray, başkentin bile işgal edilmesine karşın hâlen işgalcilerin merhametinden medet ummayı sürdürüyor, onlara hoş görünmenin yollarını arıyor ancak İttihatçı avından da geri durmuyordu. Çünkü bunu İngilizler istiyordu. Bu konuda saray ile İngiliz buluşmuş, ortaklaşmıştı. Türk halkı, Anadolu’nun hemen her köşesinde kesintisiz bin yıldır yaşadıkları toprakların düşman ayaklarıyla kirlenmesi, canlarına, mallarına, ırz ve namuslarına göz dikilmesi karşısında ilk şaşkınlığı atlatmaya ve yavaş yavaş örgütlenmeye çalışıyordu. Doğu ve güney illeri, Ermeni zulmünü zaten yaşamış ve çok büyük acıları görmüştü. Rumeli Türklüğü; Sırp, Bulgar, Yunan ve Arnavut çetelerin zulmünü yaşamış, yüzlerce yıllık ata-dede yurtlarını bırakıp darmadağınık, perme perişan biçimde ihmal edilmiş, yalnızca savaş zamanlarında akla gelmiş, yüzyılların yoksulluğuyla boğuşan, kapitülasyonlarla iliğine kemiğine kadar sömürülmüş Anadolu’ya sığınmıştı. Başta İstanbul olmak üzere hemen bütün Batı Anadolu’da yoğun bir Rumeli göçmeni vardı. Şimdi son sığınak da kafir ayaklarıyla kirlenecek, bir kişinin bir hayat içinde görebileceği bütün hainlikleri, zulümleri bir kez daha yaşayacak ve göreceklerdi. 15 Mayıs 1915 tarihinde İzmir’e çıkan Yunan ordusu, tam bir çapulcu ve yağmacı eşkıya gibi davranıyor, zulümde, ahlaksızlık ve alçaklıkta Ermeni çetelerini aratmıyor, askerlik onurunu ayaklar altına alıyordu. İşgalciler, özellikle de İngilizler, Kıyılarda başlayan Yunan işgalinin Anadolu içlerine doğru yayılmasına engel olmak bir yana âdeta teşvik ediyor, yaşanan zulümlere bütün dünya kör ve sağır kalıyordu.

Yunan İzmir’e ayak bastığında, daha önce Bükreş’te tetiği çekmiş olan Hasan Tahsin tarafından İzmir limanında atılan kurşun, bir işaret fişeğiydi ve Türk’ün kolay teslim olmayacağının da göstergesiydi. Taşı, toprağı, kuşu, kurdu, deresi, ırmağı, çayı, pınarı, ağacı, çalısı, dağı, tepesi, kenti, köyü, mescidi, camisiyle Türk olan Anadolu, teslim olmayacak ya devlet başa ya kuzgun leşe diyerek silaha sarılacaktı.

Başlangıçta mücadele çete savaşı görünümünde ortaya çıktı. Çünkü ordu henüz toparlanamamış, savaşın ve yenilginin sonuçlarıyla boğuşuyor, bir yandan da işgal altındaki İstanbul hükümetine karşın bir şeyler yapmaya, anlaşmanın hükümlerine uymamanın yollarını bulmaya, askerini terhis etmemeye, silahlarını teslim etmemeye ve başlayacak olan mücadele için kaçırıp saklamaya, her subay bulunduğu yeri tutmaya çabalıyor ancak bu durum işgalcilerin gözünden kaçmıyor ve sonrayı düşünen, buna yönelik etkinlikler içinde olduğundan kuşku duyulan subaylarla ilgili sürekli İstanbul’a şikayetler gidiyor ve İstanbul da onların yerini değiştirmeye, kontrol altında bulundurmak üzere İstanbul’a toplamaya, işgalcileri kızdırmamaya çalışıyordu.

Ülkenin hemen her yanında Müdafaayı Hukuk Cemiyetleri kurulmaya başlanmıştı. Bu cemiyetlerin kolayca kurulmasının arkasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgüt yapısının diri olmasının büyük etkisi ve katkısı olduğu bilinmektedir. Öne çıkan İttihatçıların çoğu tutuklanmıştı ancak Cemiyet’in tutuşturduğu ateş canlıydı ve yeni oluşumları ateşleyecek birikim, mücadeleyi örgütleyecek yetenekli kişiler az değildi. Konuyla ilgili olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın etkisini ve faaliyetlerini de hesaba katmak gerekir. O da zaten büyük ölçüde bir İttihat Terakki kurumuydu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, iyisiyle kötüsüyle tarihe karışmış bir örgüttür. Cemiyet’i ve mensuplarını bugünün koşullarıyla yargılamak adil olmaz. Bir kısım insanın konuya hâlen ideoloji gözlüğü takarak bakması ve kendi yalan yanlış düşüncelerini tarihe söyletmeye kalkışması, taraftarlarını mutlu edebilir ama bu davranışın ne ülkenin ne de toplumun geleceğine bir katkısı olur. Günün siyasal İslamcılarının yatıp kalkıp İttihatçılara sövmeleri ya bilgisizlikten ya günlük yarar sağlama endişesinden ya da beslenme kaynaklarının yerli olmamasından kaynaklanmaktadır. O günün koşullarını yaşayan ve o günün en öndeki aydınlarından biri olan Akif’in ve benzeri pek çok aydının bu Cemiyet içinde yer alması, onlara bir şey ifade etmez, yalnızca ezberlerine aykırı bir durum olarak görürler, Akif’in yanıldığını, kendilerinin ondan daha iyi bildiğini düşünürler. Çünkü aşırı bir bilgi kirliliği içinde yaşadıklarının ayırdında değillerdir. Yukarıda belirtildiği üzere konuyla ilgili İngiliz parmağını sürekli göz önünde tutmak gerekir. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinin büyük bölümü, devlet ve millet için ölümü göze almış kimselerdi. Tarih, ölümü göze almış bir kişiden daha büyük ve etkili silahı henüz kaydetmedi. Bir amaç uğruna ölümü göze almak ve gerektiğinde hayatını ortaya koymak, ondan vazgeçmek, kolay bir şey olmadığı gibi milliyetçilik gibi, vatanseverlik gibi yüce duygular için, yani kişiyle ilgili yararlar için değil, toplum için ölmek, o kişinin ruhunu göklere yükseltecek, onu kahraman sırasına sokacak bir durumdur. Bu duygu, bütün kültürlerde ve dinlerde yüceltilir ve milletler de böyle yiğit kişilerin kılavuzluğuyla gelecek yolculuğunda daha rahat yol alabilir. Hep söylemeye çalıştığımız üzere bu yolculuk elbette yalnızca silahla yürünecek bir yolculuk değildir; bilginin, kültürün, sanatın ve benzeri yüksek üretimlerin desteklemediği yolculuklar fazla uzun sürmez.

Direniş Hareketleri Ve Örgütlenme Çabaları

Hatay işgal edildi. Fransızlar Dörtyol’un Karakese Köyü’ne saldırdılar ve köylülerin karşı koymasıyla on ölü vererek geri çekildiler. Bu olay, Anadolu’daki ilk toplu direniş olarak tarihe geçti. Bu direnişten çılgına dönen Fransızlar bölgede cinayetlerini sürdürünce kardeşi öldürülen Kara Hasan dağa çıktı, kısa sürede çevresinde pek çok kişi toplandı ve Kara Hasan Çetesi, Fransızlarla vuruşmaya, onlara baskınlar vermeye başladı.

Mustafa Kemal Paşa’nın görev belgesinde Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeriyle Erzincan ve Canik müstakil livalarına gereken emirleri verebileceği, bu il ve sancaklarla sınırı olan Diyarbakır, Bitlis, Mamuratülaziz (Elazığ), Ankara, Kastamonu illeriyle kolordu kumandanlarının onun görev yapma sırasında kimseye danışmadan olacak başvurularını dikkate almaları gerektiği yazıyordu. Bu kadar geniş bir alanda bu denli büyük yetkilerle donatılmış olmak, görevin yalnız ordu müfettişliği ya da Pontus meselesiyle sınırlı olmadığı anlamına gelmekteydi. Bir kişiye bütün bu yetkilerin verilmesi, ondan farklı birtakım faaliyetlerin de beklendiği anlamına gelir. Onu bu yetkilerle görevlendirenler, belli ki muhtemel bir hareketin de örgütlenmesini, en azında bir durum tespitini de beklemektedir. Bu yetkiler, sultan tarafından mı verildi yoksa henüz işgalin etkisini tam hissetmeyen Türk Genelkurmayı mı bir biçimde planladı bilinmez ancak Anadolu’ya geçişin sultanın onayı olmadan mümkün olmayacağı açıktır. Paşa’nın Anadolu’ya geçişiyle ilgili tartışmalar da hâlen sürüp gitmekte, bir kısım insanlar sarayın planlı bir göndermeyi yapmış olacağını kabul etmemekte ve görüşlerine kanıt olarak da daha sonraki aleyhteki fetvalar ile görevden almaları, idam fermanlarını göstermekte, bir kısım insanlar ise her şeyin saray tarafından planlanmış olduğu düşüncesine inanmakta ve bunu savunmaktadır. Bizce başlangıçta bir anlaşma söz konusu olmuş ancak zamanla ipler kopmuş ve Anadolu, İstanbul’dan bağımsız davranma yolunu seçmiştir. Başka türlüsü mümkün de olmazdı, çünkü işgal altındaki bir İstanbul’un Anadolu’daki hareketi ne örgütlemesi ne de yönetmesi mümkündü. Yeryüzündeki gizliliklerin ve gizli fitnelerin piri olan İngiliz’in böyle bir durumu sezmeyeceği, öğrenmeyeceği, bildiği halde buna izin vereceği düşünülemez. Yunan galip gelseydi diyen soy özürlüler bile bunun böyle olamayacağını bilir.

Paşa, İngiliz kontrolünde olan Samsun’da fazla kalmadan Havza’ya geçti ve burada şehrin ileri gelenleriyle, ilgili kişilerle görüşmeler yapıyor, onlara “Düşmanın niyeti bizi mezarımıza diri diri gömmektir. Şimdi çukurun tam kenarında bulunuyoruz. Fakat son bir gayretle toplanırsak kendimiz kurtarmak mümkündür.” diyordu. Bu arada 7 Haziran günü ordunun Havza silah deposunda bulunan ve anlaşmaya göre işgalcilere teslim edilmesi gereken silahlar Paşa tarafından evlere taşıtıldı, İstanbul’a gönderilmek üzere yola çıkarılan 10 000 süngü kamasıyla 12 top kamasına ve bunları taşıyan hayvanlara el konuldu. Millî güçlerin ordunun silahları konusunda İstanbul da dahil olmak üzere ülkenin hemen her yerinde buna benzer pek çok olay yaşandı ve çoğu da başarıyla sonlandığı için her seferinde işgalciler âdeta küplere bindi.

İzmir’in işgali ve özellikle de bu işgalin Yunan gibi hiçbir ahlak ölçüsü olmayan, savaş hukuku bilmeyen, son derece insanlık dışı bir topluluğa yaptırılması, bütün ülkede büyük bir infiale yol açmış ve başta Batı Anadolu olmak üzere ülkenin hemen her yerinde bu işgal protesto edilmekteydi. Bu protestolarda kadın erkek herkes yer alıyor, özellikle il ve ilçe müftüleri önemli rol oynuyordu. Din adamlarının ön safta yer alması, halkı konunun içine çekmek açısından son derece önemliydi ve bu, büyük ölçüde başarıldı, Millî Mücadele karşıtı olan din adamları da olmakla birlikte büyük çoğunluk, özellikle Anadolu’daki din adamları öncü oldular. Bu arada İstanbul’da da büyük mitingler yapılıyor, işgaller protesto ediliyordu.

İşgal günlerinde hem İstanbul’da hem de Anadolu’da yapılanlar kısaca özetlenecek olursa:

1.Bütün ülkede önceleri birbirinden bağımsız bir örgütlenme ve halkı örgütleme faaliyeti görülür.

2. İşgal edilmiş yerler de dahil olmak üzere pek çok yerde protesto mitingleri yapılır.

3.Halkın silahlandırılmasının yolları aranır, işgal güçlerine teslim edilmesi gereken silahlar kaçırılıp saklanır ve büyük mücadele için hazırlık yapılır.

4.Ordu komutanları bulundukları bölgede mücadelenin alt yapısını oluşturmaya çalışır.

5.Çete savaşları başlatılır.

6.Bağımsız örgütler birleştirilmeye, güç birliği yolunda adımlar atılmaya çalışılır.

7.İlgi çekici bir protesto yöntemi geliştirilir ve İstanbul’dan İtilaf Devletleri yöneticilerine bir günde 130 000 protesto kartpostalı gönderilir.

8. Son aşamada da düzenli ordu oluşturulmaya çalışılır ve mücadele bütün bu aşamalardan geçerek başarıyla sonlanır.

Bütün bunlar, Türk’ü, Anadolu’yu ayağa kaldırır ve Selçuklu Anadolu’sunda yeni bir bağımsızlık mücadelesi başlatılır. Bu mücadelede önce Amasya Tamimi, ikinci olarak Erzurum Kongresi, üçüncü adımda Sivas Kongresi ve arkasından Ankara’da Millî Meclis’in açılmasıyla örgütlü mücadelenin kalbi oluşturulur. Bu arada Paşa Erzurum’da iken İstanbul hükümeti artık bir asker olmadığını bildirir ve idam fermanı boynunda asılı bir kişi olarak milletinin bağrına sığınır. Tam da bu sırada Doğu’nun efsane komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın “Emrinizdeyim Paşam!” demesi, ona büyük bir moral kaynağı olur. İki sözcükten oluşan bu ibare, bir milletin kaderinin değiştiği andır. Tarihte iki sözcüğün bir araya gelmesiyle ortaya çıkan benzer bir sonuç var mıdır bilinmez. Büyük ruhlar, sıkıntılı zamanlarda gerekeni yaparlar, burada da öyle olmuş ve iki büyük ruhun birlikte hareket etmesi Türk’e yeni bir hayat bağışlamıştır. Karabekir de büyük bir askerdir, zamanın iyi yetişmiş aydınlarından biridir. Nefsine kapılıp kendisi önde olmak isteyebilirdi ancak o, özelliklerini bildiği, yeteneklerinden haberdar olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın bu büyük sorumluluğu yüklenebileceğini ve altından kalkabileceğini düşünmüş, benlik sevdasına kapılmamış ve Türk kurtuluş mücadelesinin yolunu açmıştı.