Ömür Kızıl

Tüm yazıları
...

SIĞINMACILARLA KİMERAYA DOĞRU

İletişim: omurpasha@hotmail.com

Ömür Kızıl

Türkiye, bilindiği üzere uzun süredir dünya üzerinde en fazla sayıda sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumuna gelmiş durumdadır. 2020 yılı verilerine göre 84 milyon olan ülke nüfusunun, yaklaşık yüzde onu kadar (çoğunluğu erkek) sığınmacı nüfusa ev sahipliği yapıldığı tahmin ediliyor. Esasında bu kadar büyük yabancı bir kitlenin, bir millet içerisinde konuşlanmasına izin verilmesi o milletin fertlerince kabul görecek bir durum olmaktan uzaktır. Pekâlâ, ne oldu da Türk milleti, uykuya yatıp bu kadar büyük yabancı bir kitlenin en derinlerine kadar nüfuz etmesine sessiz kaldı. Hala da kalmaya devam ediyor? Söz konusu duruma açıklık getirmeye ne tek başına sosyoloji ne sosyal psikoloji ne de psikoloji disiplinlerinin imkânları el vermiyor. Ancak aranan cevap disiplinler arası bir niteliğe sahip olan etnogenetik disiplin içerisinde saklı olabilir. Eğer öyleyse etnogenezin sunduğu cevabın Türk milleti için hiç de iç açıcı bir niteliğe sahip olmadığını ve çok büyük bir tehdidin kapıda olduğunu üzüntüyle de olsa açık yüreklilikle ifade etmek gerekmektedir.

Etnogenez, bir etnosun ortaya çıkışından, passionerliği kaybetme safhasının etkisiyle yok oluşuna kadar devam eden süreç olarak tanımlanabilir. Bu tanım içerisinde geçen etnos, çağrıştırdığı anlamın aksine bir ırk bütünlüğünden ziyade orijinal bir davranış kalıbı çerçevesinde tabii olarak şekillenen toplumu tarif etmek için kullanılmaktadır. Dolayısıyla etnos kavramı, yalnızca sosyal veya biyolojik kategorilere indirgenemeyecek elementer bir kavram olarak nitelendirilebilir. Buradan yola çıkarak bu yazıda ele alınan örneklem bağlamında “Türk milleti” bir etnos olarak tarif edilebilir. Tanımın anlaşılırlığı açısından, içerisinde geçen passionerlik (ihtiras) ifadesine de değinmek gerekmektedir.

Gumilev, passionerliği etnos ve süper etnosların ortaya çıkışında ve gelişmesinde rol oynayan psikolojik ve sosyo-psikolojik kökenleri olan bir faktör olarak ele almaktadır. Bir etnosun ilk ortaya çıkışı, belli orandaki passioner insanların faaliyetleriyle aniden olmaktadır. Beyliklerin, devletlerin veya etnosların ortaya çıkışı bu şekilde gerçekleşmektedir. Passioner birey, içgüdüsel olarak kendini koruma doğasıyla hareket eden passionarist (ihtiraslı) davranış dürtüsüne sahip bir ferttir. Tarihteki ve günümüzdeki örnekleriyle serdengeçti karakterlerdir. Bu safhayı passioner bireylerin toplum içerisindeki sayısının hızla arttığı yükseliş safhası izlemektedir. Daha sonra ise akmatik safha ve passionerlerin sayısının azaldığı kırılma safhası gelir ve süb-passionerler, passioner bireylerin yerini alır. Süb-passioner, daha az kendini koruma içgüdüsüne sahip passioner fertlerdir. Süb-passionerler özellikleri sebebiyle ya etnosun bütünüyle yok olmasına yol açarlar ya da dıştan gelecek bir istila hareketi sırasında hiçbir varlık gösteremezler.

Etnos, doğumundan ölümüne kadar toplum içerisindeki passioner ve süb-passioner bireylerin oranlarına bağlı olarak farklı aşamalardan geçer. Konuyla ilgisi olduğu için bir önceki yazıda değindiğimiz bu aşamaları hatırlamakta yarar var. Bu aşamalar sırasıyla (1)etnos üyelerinin birbirleriyle ve bölgenin coğrafi koşullarıyla kaynaşması, ardından passioner patlamanın gerçekleşmesiyle (2) etnik formasyon ve yükseliş safhası (0-150 yıl), (3) etnik var oluş (150-450 yıl), (4) doruk (450-600 yıl), (5) kırılma (600-750 yıl), (6) atalet (eylemsizlik) (750-1000 yıl), (7) obskürasyon (çözülme-silinme) (1000-1150 yıl), (8) hatıra (1150-1500 yıl) ve ardından mazinin unutulduğu ve yeni bir etnos kombinasyonuna dönüşülecek olan homeostaza geçiş. Sürecin sonunda etnosa mensup tüm bireylerin yok olması gerekmemektedir, farklı etnosların bileşimiyle yeni bir etnos ortaya çıkabilmektedir.

Türkiye Türklüğü açısından Türk tarihini göz önünde bulundurduğumuzda, yukarıdaki safhalardan hangisinde olunabileceğine yönelik çıkarımlarda bulunulabilir. Buradaki en büyük referans noktası etnosun passioner faaliyetleri olacaktır. Türkiye Türklüğünü bir millet olarak ortaya çıkaran süreci, Anadolu’nun Türkleşme süreciyle birlikte ele almak gerektiği açıktır. Buna göre Türk boylarının Anadolu’ya gelip yerleştiği ve daha sonra burada ilk teşkilatları kurdukları 11. ve 12. yüzyılın etnogenezin ilk iki aşaması (etnos üyelerinin birbirleriyle ve bölgenin coğrafi koşullarıyla kaynaşması/etnik formasyon ve yükseliş safhası) olarak alınması mümkündür. Anadolu’da kurulan beylikler, yurt tutma çabaları, bayındırlık faaliyetleri, Selçuklu sancağı altında birleşme bu dönemin en karakteristik özellikleridir. 13., 14., 15. ve 16. yüzyıllar ise etnosun bir varlık olarak ortaya çıktığı ve zirveyi gördüğü üçüncü aşamaya işaret etmektedir. Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkması ve bölgedeki tüm Türk topluluklarını tek sancak altında birleştirmesi, kültür ve medeniyette zirveyi görmesi, passioner itkiyle Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlemesi bu dönemin özelliklerini yansıtmaktadır.

16. ve 17. yüzyıllar ise yukarıda sayılan aşamalardan dördüncüsü olan “doruk” noktasına işaret etmektedir. Bu dönem Osmanlı Devleti’nin gücünün zirvesinde olduğu aşama olarak tarif edilebilir. Burada devletin kurumsal gücünün etnos yerine kullanılmadığını, yalnızca onun birlikteliğinden doğan gücün bir işareti olarak değerlendirildiğini hatırlatmakta fayda var. Zira kültür ve medeniyetteki (teknosferdeki) gelişmelerin, bazen etnogenez aşamalarının değerlendirilmesinde hatalara yol açabileceğini göz önünde bulundurmakta fayda var. Dolayısıyla burada vurgulanan devlet gücü, etnosun birliğini perçinleyen bir gösterge olarak ele alınmıştır.

Sonrasında ise 18. yüzyılda muhtemelen “kırılma” safhası başlamaktadır. Bu dönemde etnos, passioner itkisini kaybetmeye başlar ve peşinde koştuğu ülküleri (örn. i’lâ-yı kelimetullah) kovalama gücü azalır. Bu kırılmanın ardından atalet aşaması gelmektedir. 19. yüzyıldan günümüze kadar devam eden sürecin atalet aşaması olduğu söylenebilir. Ancak burada Türkiye deneyine özgü bir gelişme bulunmaktadır. 20. yüzyıl başlarında passioner tarihi karakterler tarafından idare edilen Türk İstiklal Harbi ve akabinde milliyet asabiyesinin topluma sirayeti Türk milleti açısından yeni bir heyecan ve atılım ruhunu doğurması açısından adeta bir can suyu olmuştur. Ancak bu etkinin çok kısa bir süre gözlenmesi, tabandan desteklenmekten ziyade passioner gücü yüksek bireylerin önderliğinde (örn. Mustafa Kemal Atatürk) gerçekleşen bir hareket olduğu izlenimini doğurmaktadır. Gumilev’in “Passioner Endüksiyon” adını verdiği, passioner bireylerin bu özelliklerini çevrelerine bulaştırmasının etkisiyle bu süreç önderlerin ardından bir müddet daha devam etmiş ve akabinde toplum içerisindeki passioner sayısı düzenli şekilde azalmaya devam etmiştir. Günümüzde de bu süreç halen devam etmekte ve passionerlerin toplum içerisindeki oranı muhtemelen hızla azalmaktadır. Buna mukabil süb-passioner oranı ise artmaktadır.

Yukarıda Türk milletinin, 19. yüzyıldan günümüze etnogenez süreçlerinden “atalet” aşamasında olabileceğine yönelik tahminde bulunulmuştu. Burada Türk İstiklal Harbi’nin, bu aşamaya uygun düşmeyeceği yönünde izlenimler oluşabilir. Ancak Gumilev’in, Türk İstiklal Harbi’nden bağımsız şekilde ulaştığı genelleştirmeye göre bir dış tahrikin, örneğin yabancı işgalin yol açtığı reaksiyonlar ile passionerliğin yol açtığı olaylar arasında ciddi farklar vardır. Bu reaksiyonlar, bir kural olarak kısa sürelidir ve dolayısıyla sonuç getirmezler. Passionerler ise kendilerini bir ideale adarlar ve işi ya sonuna kadar götürürler ya da bu ideal uğruna hayatlarını kaybederler.[2]       

Son zamanlarda sosyal medya ve televizyon kanallarında Suriyeli, Afgan ve Pakistanlı sığınmacılarla ilgili hoşnutsuzluk ve sorun kaynaklı haberler sıkça görülmeye başlandı. Özellikle sosyal medyadaki paylaşımlarda Türk milletinin sığınmacılardan kaynaklı olumsuz olaylara, saldırılara, tacizlere vb. nasıl bu kadar duyarsız kaldığına dair yakınmalar ve sorular ortaya çıkmaktadır. Yukarıda Türk milletinin içerisinde bulunduğu etnogenez aşamasına dikkat edildiği takdirde bu durumun muhtemel sebebine yönelik bazı tahminlere üzücü bir şekilde ulaşmak mümkündür.

Büyük popülasyonlardaki farklı etnosların bir başka etnos içerisine sokulması, Gumilev’e göre süper-etnik boyutta yok oluşa götüren kimerik kompozisyonlar yaratır.[3] Bu kısma doğrudan Gumilev’in ifadeleriyle bakalım;

“Yeni ve yabancı bir etnik bütünlük bu sistemin içine girdiğinde, kendi ekolojik nişini bulamayacağı için hayatını landşaftın değil, bölge sakinlerinin hesabına idame ettirmek zorunda kalır. Bu sıradan bir komşuluk değil, aksine bir kimera, yani iki farklı ve uzlaşmaz sistemin bir bütünlük içinde kombinasyonudur. Zoolojide bir hayvanla bağırsaktaki bir kurdun kombinasyonuna kimerik konstrüksiyon denilir. Hayvanın vücuduna yerleşen parazit, gerekli gıda ihtiyacını dikte ederek ve zoraki şekilde ev sahibinin kanına yahut safrasına karıştırdığı hormonlarıyla organizmanın biyokimyasını değiştirerek onun hayat sürecine katılır… Güçlü, passioner gerginliğe sahip etnik sistemler, elbette çevrelerine yabancı unsurların sokulmasına izin vermezler…”[4]

Türk etnosu ise izin verdi. Bu durum, yukarıdaki etnogenez aşamalarına yönelik değerlendirmelerimize ne yazık ki destekleyici deliller sunmaktadır. Toplum içerisindeki passioner fert oranının düşüklüğü bu durumun en önemli sebeplerindendir. İçerisinde bulunulan atalet aşamasının sonrasında ise genel bir kaide olarak (eğer hala başlamadıysa); obskürasyon (silinme), hatıra ve yeni bir etnosa dönüşüm süreci olan homeostaz aşamalarının başlaması olasıdır. Bu tip bir kimera ise süreci hızlandırabilecek, Türk’ün varlığına kasteden bir etnoparazitizm manzarası sergilemektedir.

Vicdan insana yaraşır, devletlerin duyguları ve vicdanı olmaz; ulusal çıkarlarını ve vatandaşlarını koruyan hukukları olur.

Ey Türk, kendine dön…

 

[1] Aydın, O. (2021). Gumilyov’un etnogenez ve passionarlık kuramlarının simbiyotik ilişkisi. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 22(40), 227-251.

[2] Gumilev, L.N. (2016). Etnogenez Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri. (Çev: D. Ahsen Batur). İstanbul: Selenge Yayınları, s.286.

[3] Kimera, aslan başlı, keçi vücutlu ve ejderha kuyruklu bir iblistir. Mecazi anlamda organik olarak birleşmemiş elementlerin kombinasyonu anlamındadır. (Gumilev, a.g.e., s.334).

[4] Gumilev, a.g.e., s.334-335.