Ömür Kızıl

Tüm yazıları
...

Zihinlerdeki firkat: Zamanı ve coğrafyayı bölmek

İletişim: omurpasha@hotmail.com

Ömür Kızıl

İnsan, en büyük varlığı olan akıl ve akla dayalı yaratıcılık yetisi ile diğer tüm canlılardan ayrılırken, bu yetinin ürünleri vasıtasıyla da içerisinde yaşadığı dünyayı öznel bir biçimde zihninde yapılandırmaktadır. Öyle ki çoğu kez zihinde üretilen ve epistemolojinin (bilgi felsefesi) konusu olabilecek olan dünya algısı, ontolojinin (varlık felsefesi) konusu olan Dünya’nın önüne geçmektedir. İnsanoğlu, varlığını açıklamakta müşkül duruma düştüğü pek çok olguyu, zihninde inşa ettiği imgeler vasıtasıyla temsil edip; varlığın, hakikatin aslından uzaklaşıp zihninde ürettiği temsili onun yerine geçirecek kadar ileriye gitmiştir. Dünya üzerinde yaşayıp, yaygın ve örgün eğitimin çıktıları ile ‘şenlenen’ her birey, üzerinde yaşadığı dünyaya ait insan ürünü temsilleri benimseyip sürdürme konusunda oldukça muhafazakârdır. Öte yandan bu temsiller aracılığıyla yaşama ve dünyayı bu temsiller aracılığıyla algılama, insanoğlunun biyolojik donanımının bir sonucu olarak kaderidir. Ancak burada önemli olan, bu temsilleri üretenin yine insan olduğunu idrak etmek ve yeri geldiğinde bu temsilleri manipüle edebilme yetisini/donanımını kazanmaktır. Esasında, propaganda dediğimiz olgu tam da bu sebepten dolayı, insanlar arasındaki mücadelelerin merkezinde yer almaktadır. Bu açıdan propagandayı, zihinlerde inşa edilen temsilleri manipüle etme sanatı olarak da tanımlayabiliriz. Propaganda, bu yazının, merkezine aldığı olgu açısından oldukça dar kapsamlı bir örnek olsa da zihinlerdeki temsili dünyanın değişebilirliğini göstermesi açısından önemlidir. Çünkü daha çok, insanlar arasındaki üst düzey bir senteze, ortak kabule işaret eden ‘genel temsiller’ açısından yalnızca rötuş denebilecek düzenlemeleri gerçekleştirmek üzerine kurulu bir sanattır.

İnsanoğlunun zihinlerindeki dünyanın kurulmasında, yaygın ve örgün eğitimin önemine yukarıda değinilmişti. Yaygın ve örgün eğitimin tarihi süreç içerisinde en yaygın olarak görüldüğü dönem, son birkaç yüzyıldır. Bu bahsettiğimiz dönem ulus devlet çağıdır. Zira zihinlerdeki temsiller ulus devleti doğurmuş, ulus devlet de varlığını zihinlerdeki temsiller üzerine inşa etmek suretiyle kendisine müstahkem bir mevkii kurmuştur. Bu müstahkem mevkinin en güçlü direnek noktaları ise milli tarih ve milli coğrafyadır. Ulus devletin vatandaşı, bu iki ana payandanın üzerine inşa edilmiş bir mercek ile dünyaya bakmaktadır. Bu unsurlardan milli tarih, diyakronik bir perspektifte zaman içerisindeki konumumuzu işaretlerken; milli coğrafya, üzerinde yaşadığımız ontolojik Dünya’nın yerine, zihnimizde yaşattığımız epistemolojik bir dünyayı yerleştirme görevini üstlenmiştir. Ulus devlet için bu hususlar elzemdir. Ancak, onlarca hatta yüzlerce yıla yayılan bu süreç, bazen kötü talihin tecellisi ile bazen de bilinçli müdahalelerle eksen kayması yaşayabilmekte ve milletin geleceğini, ideallerini ve hedeflerini akamete uğratabilmektedir. Eğer bu durum genel kitlenin bilinçli tasdiki ile belirlenmiş bir eksen kayması değil ise; hakikatte var olan, zihinlerdeki var olan ile uyuşmamaktadır. Uyuşmazlığın yarattığı dengesizlik, tarihi süreç içerisinde amaçsızca sürüklenen insan topluluklarına mezar hazırlama işinde pek maharetlidir. Adı sanı yok olmuş milletler ve devletler, bugün bu maharetin bir nişanesi olarak ancak arkeolojinin çalışma konusu olabilen maddi kültür varlıklarını sergileyebilmektedir.

Türk milleti, tarihi süreç içerisinde geliştirmiş olduğu medeniyeti, artılarıyla ve eksileriyle bugün ulus devletler çağında da yaşatmaktadır. Son birkaç yüzyılda, epistemolojik açıdan inşa ettiğimiz dünya algısı, Türkleri parçalamıştır. Bu bir devletin veya bir yönetimin yapabileceğinin çok ötesinde, büyük çaplı bir olaydır. Bahsi geçen parçalanmanın merkez noktası, ulus devletin temel unsurları olan milli tarih ve milli coğrafya alanlarında belirmektedir. Zihinlerdeki firkatın çıkış noktası tam olarak burası olsa da; bu sürecin şekillenmesi, yüzlerce yıla yayılan ve çok sayıda farklı kaynaktan beslenen ve kolay kolay manipüle edilemeyecek ontolojik temeller oluşturmuş bir yapıya sahiptir.

Söz konusu parçalanma, ‘fiziki coğrafi unsur’ faktörünü etkili kılan 11., 12. ve 13. yüzyıllardaki Büyük Oğuz Göçü ile başlamıştır (önceki Türk göçleri de benzer bağlamda düşünülebilir). Bu tarihi olay ile Türklüğün konsantre olmuş olduğu Türkistan coğrafyasının nüfusu, İran ve Anadolu’ya doğru yayılmıştır. Osmanlı Devleti’nin Rumeli fetihleri ve izlediği iskân politikası, Türk nüfusunu Balkan coğrafyasına doğru da açmıştır. İpek Yolu, bu göçün gerçekleştiği ilk dönemlerde Türkistan ve Anadolu coğrafyasını ekonomik ve kültürel açıdan birbirine bağlama konusunda önemli bir işlev üstlenmiştir. Bu sayede Anadolu ve Türkistan coğrafyaları iktisadi hayatın bir zorunluluğu sonucunda alışveriş içerisinde olmuştur. Ancak 15. yüzyılın sonlarında başlayıp sonraki birkaç yüzyılda devam eden coğrafi keşifler, dünya ticaretinin ağırlık noktasını değiştirince, İpek Yolu da eski şenliğini kaybetmiş ve iktisadi yozlaşma baş göstermiştir. Bu durum, ekonomik bağlarla birlikte kültürel bağları da koparma konusunda, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmemiş olduğu bir çağda oldukça etkili olmuştur. Böylelikle Türk dünyası, Anadolu ve Türkistan merkezli iki ayrı bölgeye ayrılmıştır. Bundan sonra fiziki coğrafi etkenlerin de etkisiyle Türkistan’daki Türk hanlıkları, Batıdaki gelişmelerden uzak müstakil bir kültür çevresi inşa etme yoluna girişmiştir. Anadolu’daki Türk devleti ise bulunduğu coğrafyada egemenlik mücadelesine girişerek, Avrupa’da belirlediği Kızılelmaların peşinden koşmuştur. Türkistan’ın 19. yüzyılda Rus ve Çin işgaline uğramasıyla, Türkistan merkezli Türk kültür havzası, doğal kültürel tekâmüle ek olarak kültürel asimilasyonun da yarattığı bir tahribatla, Anadolu’daki Türk kültür havzası ile arasındaki farklara yenilerini eklemiştir. Bu esnada siyasi, ekonomik ve bilimsel bunalıma girmiş olan ve Arap dünyası ile iç içe yaşayan Batı Türklüğü ise, kurtuluş reçetelerini Batı eksenli yeni fikirlerde ararken bu kültürel farklara yenilerini ekleme konusunda Türkistan kültür havzasından geri kalmamıştır. Yüzyıllara yayılan ve yukarıda kaba hatlarıyla anlattığımız bu süreç zihinlerdeki firkatı besleyen ‘müstakil kültürel tekâmül unsuru’dur.

20. yüzyılın hemen başında gerçekleşen olaylar, Batı Türklüğünün bağımsızlığının da tehlike altına girmesine sebep olmuş; Rus Çarlığı’nın geçirdiği sarsıntı ise Doğu Türklüğü’nün bağımsızlık ümitlerini canlandırmıştır. Türk dünyasının neredeyse tamamının, bağımsızlık için ayrı ayrı kamplarda verdiği bu varlık mücadelesi, zihinlerdeki firkatı besleyen ‘ortak kaderin yoksunluğu unsuru’dur. Zira az sayıdaki vizyon sahibi bazı önder isimleri, düşünürleri ve fedaileri dışarıda tuttuğumuzda, Türklerin bu dönemde bulundukları mahallerde birbirinden bağımsız şekilde ve sadece kendi bölgeleri için bağımsızlık mücadelesi verdiklerini söyleyebiliriz. Bu durum reel politiğin bir sonucudur. İşte tam da bu dönemlerde, Türkçülük düşüncesi güçleneceği bir sürece girmiş bulunuyordu. Ancak reel politiğin sunduğu ‘ortak kaderin yoksunluğu unsuru’, Türkçülük düşüncesini doğmuş olduğu ‘umum Türklük’ anlayışından kısa sürede uzaklaşabilen çeşitli fraksiyonlara ayırmıştır. Zihinlerde milli tarih ve milli coğrafya ile inşa edilecek olan ‘temsiller’, bu süreçten pek tabii olumsuz etkilenmiştir.

20. yüzyılın başında gerçekleşen olaylar, yüzyıllardır ayrı kalmış Türk coğrafyalarının bu ayrılığının sürmesine vesile olacak sonuçlar doğurmuştur. Türkçülük düşüncesinin, geniş kitlelere ulaşabildiği bu dönemde biraz daha elverişli koşullar olsa, bazı aydınların zihinlerinde teşekkül eden birlik fikri (Pantürkizm veya Panturanizm), reel politik ile buluşma imkânına kavuşabilirdi. Ancak, batıda Türkiye’nin istiklal savaşını vermek zorunda kalışı; aynı dönemlerde doğuda Azerbaycan ve Türkistan Türklerinin bağımsızlık girişimlerinin sonuçsuz kalması bu fırsatın kaçmasına sebep olmuştur. Bundan sonraki süreçte, büyük tehlike atlatan Türkiye ve gelecekleri için hâkimiyetindeki Türkleri asimile etmeye girişen SSCB ve Çin kendi ajandaları doğrultusunda ‘temsiller’ yaratma yoluna girmişlerdir. İstenen makbul vatandaşın, zihnine kodlanacak olan zamansal/tarihsel ve mekânsal/coğrafi temsiller, bu üç ülke açısından doğal olarak farklı şekillerde kurgulanmıştır. Milli kimliği güçlü bir şekilde biçimlendiren bu unsurlar, Anadolu, Kafkasya ve Türkistan Türklüğünün dünyaya bakış açılarını ve algılarını temelden etkilemiştir. Zaten asırlarca genelde yaşadıkları yakın çevre ile ilgili zaman ve coğrafya algısı ile yetinmek zorunda kalan Türk köylüsü ve göçebesi, yaygın ve örgün eğitimin nimetlerinden faydalanabileceği ve zihninde birlik fikrini yeşertebileceği bir anda farklı bir konjonktür tarafından şekillendirilen kimlikler inşa etmiştir.

Türkiye, atlattığı tehlikeli badirenin ardından kaybettiği nüfusu ve iktisadi kaynakları tahkim edebilmek için ulusal bir vizyon çizmek zorunda kalmıştır. Bu durum, Anadolu’da Türk varlığının devam edebilmesi için olmazsa olmaz bir politikanın sonucu olduğundan yadsınamaz. Ancak yeni kurgulanan zamansal ve mekânsal temsiller, Türk vatanını, Anadolu coğrafyası üzerinde inşa eden; Türk tarihini, Anadolu Türkünün tarihi olarak muhkem eden bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıktığından (ki bu kaybedilmesinden korkulan Anadolu’yu elde tutmak için bir reflekstir) ‘umum Türklük’ fikri açısından zihinlerde uzun yıllar devam edecek olan bir firkatı beslemiştir.

Aynı tarihlerde SSCB ise hâkimiyetindeki Türk topluluklarının kültürlerini inceleyerek, onları asimile edebileceği programlar hazırlama işine koyulmuştur (bu durum Çarlık zamanında başlamıştı). SSCB’nin bu girişimleri tamamen bilimsel girişimlerle desteklenmiş ve pedagoji bilimi içerisinde yalnızca SSCB’de kullanılmış olan etnopedagoji isimli bir bilim dalını ortaya çıkarmıştır. Çuvaş asıllı bilim adamı Volkov’a göre “etnopedagoji, geniş halk kitlelerince yeni yetişmekte olan nesilleri eğitme ve yetiştirme hususunda elde edilen tecrübe, bakış açısı ve genel olarak yaşadığımız hayat içerisindeki sosyal denge, aile ve milletin pedagojisini araştıran ilim dalıdır”(1). Bu suretle SSCB bünyesindeki neredeyse tüm toplulukların (Çuvaş, Tatar, Azerbaycan Türkleri, Gürcü, Türkmen, Kırgız, Özbek vd.) kültürel kodları üzerinde çalışılmıştır. SSCB etnopedagoji ve benzeri bilimsel faaliyetlerle eğitpolitik toplum mühendisliği uygularken, diğer yandan zorunlu göç uygulamalarıyla demografik toplum mühendisliğine de başvurmuştur. Böylelikle fiziki olarak ayrılan Türk dünyası, fikri olarak da parçalanmaya çalışılmış ve büyük ölçüde başarılmıştır. Türkistan’da yaşayan pek çok Türk topluluğunun zihinlerindeki firkat bu girişimlerin sonucudur.

Zihinlerdeki firkati ortadan kaldırıp yerine birlik fikrini inşa etmek için içi boş ve slogan mertebesindeki ‘kardeş noktürn’ünden kurtulup durumu tüm yönleriyle etüt ederek zihinlerdeki firkatı besleyen ve ontolojik açıdan varlık gösteren unsurlarla mücadele edilmelidir. Aksi takdirde sadece epistemolojik yeni temsillerin inşası suretiyle, fiili olarak varlık kazanmış unsurlardan (bu unsurlar yukarıda sayılmıştır) beslenen zihinlerdeki firkat asla ortadan kaldırılamaz. Türk dünyası ülkeleri ve uluslararası kuruluşları, sürdürmekte oldukları politika ve projelerde bu hususu gözden kaçırmaya devam ettikçe; gelecek nesillerin, firkatı besleyen daha fazla faktörle mücadele etmesi gerekecektir.

Türk Dünyası Eğitpolitiği bu zemin üzerine inşa edilmelidir. Bu süreçte SSCB’nin kültürel asimilasyon projesinin önemli bir unsurunu ihtiva eden etnopedagoji çalışmalarına aşina olan Türkistan ve Azerbaycan’daki eğitimciler ve sosyal bilimciler, Türkiye’dekilere göre bir adım önde kabul edilebilir. Ancak 1991’den günümüze kadar ortaya konulan politikalar, bu kabulün çok iyimser olduğunu gösterecek bir tablo çizmektedir.

 

(1) Akmatali Alimbekov (2007). Etnopedagoji ve Kırgız Etnopedagojisinin Temel Kavramları. Türk Yurdu, Sayı: 242.