Söyleşiler

Türkiye, Meselenin İnsani Yönüyle İlgilenmelidir Putin Hayranı Olduğu Sovyetler Birliği’nin Taktiğini Uyguluyor TÜRKMENLER, MUKAVEMET VE DİRENİŞ RUHUNU GÖSTERMELİDİR TÜRK MİLLETİ UYAN! DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOYKIRIM VAR! İran Türklüğünün Esas Gayesi, Millî ve Siyâsî Kimliğimizin Yeniden İhyasıdır Olayların Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Sebepleri Var ADI DEVLET OLSUN
Kudüs’ün hukukî statüsü, işgal edilmiş bir topraktır.

Kudüs’ün hukukî statüsü, işgal edilmiş bir topraktır.

​​​​​​​Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Akif Okur’a, Trump’ın attığı son adımı ve bunun uluslararası etkilerini sorduk.

ABD Başkanı Donald Trump’ın aldığı karara geçmeden önce meselenin dini ve tarihi geçmişini hatırlamak adına Kudüs’ün Müslümanlar için ve diğer semavi dinler açısından önemini anlatır mısınız?

Tabi Kudüs insanlığın anlam haritasında çok özel bir yere sahip. Biz uluslararası gelişmeleri anlamaya çalışırken yalnızca jeopolitik haritalara bakmamalıyız. Aynı zamanda insanların gönlünde ve yüreğinde ki haritalara da bakmalıyız. Kudüs bu anlam haritası bakımından önemli ve pek çok özelliklere sahip bir yer. İslamiyet açısından bakıldığında, Müslümanların bir dönem kıblesi olmuştur. Hz. Peygamber buradan, Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya gelmiş ve miraca yükselmiştir. Yine Kudüs Hz. Ömer’in emanetidir ve Haçlı Seferleri buraya yapılmıştır. İslam tarihinde Selahattin Eyyubi gibi kahramanlar burada verdikleri mücadele ile temayüz etmişlerdir. 1517’den itibaren de dört yüz yıl boyunca Osmanlı-Türk hâkimiyetinde kaldı. 1917 Aralığında biz Kudüs’ü kaybettik fakat verilen mücadele çok büyüktür. Şunu ifade etmek isterim;  bizim Kudüs’ten çekilişimizden günümüze kadar geçen yaklaşık yüz yıl boyunca Arap İsrail çatışmalarında hayatını kaybeden Arapların sayısı, buna 6 Gün Savaşları, 73 Savaşı da dâhildir ve 92 bin kişi kadardır. Yalnızca 1. Dünya Savaşı’nda Sina ve Filistin cephelerinde Türk ordusunun kaybı bunun üzerindedir. Türkiye açısından da Kudüs’ün bizim için böyle bir anlamı var. Hristiyanlık açısından da mühim çünkü Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ve defnedildiği yerin orada olduğuna inanılıyor. Musevilik bakımından da Süleyman Mabedi oradadır. Museviler Mısır’dan Hz. Musa ile çıkıp oraya gelmişlerdi. Sürgüne gönderildiklerinde de yine buradan çıkarılmışlardı gerek Babil gerek Romalılar tarafından gönderildikleri sürgünlerinde. Bu yüzden üç büyük semavi din açısından çok önemlidir.

Genel olarak ‘Filistin Sorunu’nu ve Kudüs’ün statüsünü 1967’den ve hatta 1918’de başlayan ilk Yahudi yerleşimlerinden itibaren ele alacak olursak meselenin uluslararası siyaset denklemi nasıl oluşmuştu?

Şimdi aslında orada çok ilginç bir hadise var. Osmanlı Devleti’nden ayrıldıktan sonra, egemenliğin sahibini bulamadığı tek toprak Filistin’dir. Filistin 1917’ye kadar fiilen ve hukuken Osmanlı toprakları arasındaydı. Filistin 1917’den sonra işgal edildi ama işgal, uluslararası hukuka göre bir egemenlik getirmiyor. İngiliz yönetimi de Milletler Cemiyeti adına bir manda yönetimiydi. Yani tam bir İngiliz yönetimine de geçmemişti. İngilizler o bölgede egemenliğe resmen sahip olacak unsurları devletliğe hazırlama görevi icra ediyordu. Dolayısıyla geçici olarak oradaydılar. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti iki aşamalı bir plan yaptı. Biri, birleşik bir Filistin’i ön görüyordu, Müslüman veya Yahudi değil, başkenti Kudüs olan tek bir devlet. İkinci plan ise iki ayrı devleti öngörüyordu. Bu ikincisi lehine tavır alındı. O sırada da Kudüs’e BM Genel Kurulu’nun 181 sayılı kararıyla özel statü verilmesi düşünüldü. Nedir bu statü? Kudüs, Filistin topraklarından ayrı olarak bir uluslararası denetimde, BM’nin yönettiği bir statüde olması için. Fakat tabi 1948’den sonra çatışmalar başladı ve akabinde 1949 yılında Ürdün’le bir ateşkes yapıldı. İsrail bu sırada Batı Kudüs’ü işgal etmişti ancak bu da fiilen tanınmamıştı. Fiilen bir ateşkes vardı ve bu hukuken egemenliğin el değiştirdiği manasına gelmiyordu. 1951’e kadar BM, Kudüs’ün uluslararası statüye sahip bir şehir olması için yürüttüğü faaliyetlere devam etti. Daha sonra 1967 savaşını görüyoruz. 1967 Haziran ayında hem doğu Kudüs hem diğer Filistin toprakları İsrail tarafından işgal edildi ancak bu işgalin de Doğu Kudüs’ün statüsünü değiştirmeyeceğine dair art arda BM kararları geldi. İsrail’in Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye hakkı yoktur, burada sadece geçici işgal statüsü vardır ve bu işgal sona ermelidir şeklinde kararlar alındı. 1980’de İsrail Kudüs’ü başkent ilan ettiğinde yine alınan kararlar var ve bu kararlarda Kudüs’te diplomatik temsilcilik açan ülkelere burayı terk etmeleri çağrısı yapılıyor. Sonraki dönemlerde de meselenin gündemde olduğunu, Kudüs ve diğer işgal edilmiş bölgelere nüfus taşındığını, yeni yerleşimler yerleri kurulduğunu görüyoruz. Bunların hepsinin gayri kanuni olduğunu sürekli BM kararlarında görüyoruz. Sonra Madrid süreci dediğimiz bir süreç başladı 1993’te. İsrail ve Filistin yetkilileri bir ön anlaşma yaptılar ve müzakerelere devam kararı verdiler. Bu süreç sürekli tıkandı. O süreçte de öngörülen mesele şudur; Kudüs’ün statüsü nihai anlaşmalarla çözümlenecektir. Ondan önce Kudüs’ün statüsü hakkındaki tüm oldubittiler kanun dışı, hukuk dışıdır hükmünde olmak üzere. En son karar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 2016 Aralık’ta alındı. Obama’nın son günleriydi. ABD toplantıya katılmadı, dolayısıyla veto etmedi. Diğer 14 ülke de oy birliğiyle Doğu Kudüs dâhil, 1967 Haziranından sonra İsrail’in işgal ettiği tüm topraklarda işgalci olduğunu, buralarda yeni yerleşim yerleri yapmaması gerektiğini, buraların statüsünü değiştirmemesi gerektiğini vurguluyor. Dolayısıyla Kudüs’ün hukuki statüsü işgal edilmiş bir topraktır.

Geçtiğimiz günlerde ABD başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştı. Trump’ın bu kararına yalnızca İslam dünyası değil, aynı zaman Avrupa Birliği, Rusya gibi güçler de karşı çıkmıştı. Çok açık bir provokasyon olarak değerlendirilen ve atılan bu adımda kararlı görünen Trump, ne yapmaya çalışıyor?

Önce şunu söyleyelim, bu işin birden çok veçhesi var. Amerikan iç siyaseti ile ilgili boyutları var. İslam Dünyasının hali hazırdaki vaziyeti ile ilgili boyutları var. Buradan geleceğe doğru Ortadoğu’da yapılmak istenenlerle ilgili boyutları var. İlkinden başlarsak, Trump seçimlerden önce Amerika’daki Siyonist örgüte, (Amerikan Siyonist Örgütüdür adı) önemli temsilcileri üzerinden Kudüs’ü başkent olarak tanıyacağına dair söz verdi. Bugün ki New York Times gazetesinde bununla ilgili bir haber var. Musevi bir kumarhane sahibi, siyasete de büyük bağışlar yapan bir isimden bahsediliyor. O seçimlerden 10 gün önce Trump ile görüştüğünü ve bu sözü açıkça aldığını, aldığı sözü de Amerikan Siyonist Örgütü’ne bildirdiğini söylüyor. Dolayısıyla seçimden önce seçimleri kazanabilmek için destek ararken verilmiş bir söz var. Fakat tabi iktidara geldikten sonra önüne konulan dosyalar var. Bu meselenin ne kadar netameli olduğu, Amerikan milli çıkarlarına aykırı sonuçlar doğuracağı söyleniyor. Gerçekten de hem Amerika’nın içine hem de devlet aygıtına bakıldığında karşımıza şöyle bir manzara çıkar: Bir tarafta etkin İsrail lobisi var diğer tarafta da bu meselenin iki devletli bir çözüme kavuşmasını gerekli gören geniş kitleler vardır. Bunların içinde de Musevi gruplar vardır ve meseleye Amerikan ulusal çıkarları açısından bakanlar da. Ortadoğu’da yeni bir çatışmaya girmenin Amerika için hiçbir menfaati getirmediğini söyleyenler de var. Mesela derler ki bizim İsrail ile aramız zaten iyi, böyle bir karar almasakda İsrail ile aramız yine iyi olacak ama bu kararı alırsak ilave olarak üzerimize nefret toplayacağız. İslam dünyasındaki çıkarlarımız zedelenecek. O yüzden bu kararı almakta menfaatimiz yok diyorlardı. Devlet görüşü bu yöndeydi. O yüzden bu kararı almadı Trump. Fakat iç politikada iyice sıkışmaya başladı. İyice sıkışınca bu sefer güçlü organize gruplara dayanarak ayakta kalmaya çalışıyor. Burada da yine karşımıza İsrail lobisi çıkıyor. O yüzden bu kararın alınmasında iç politik saikler pay sahibi. Fakat tek başına bu yeterli değil. Nedir o? Arap Baharı sonrasındaki dönemde Ortadoğu’da oluşan husumetler de önemli. Niçin? Çünkü İslam dünyası kendi içinde çok parçalı ve kavgalı hale düştü. Geçmişte İsrail’in karşısında bulunan ülkelerde iç savaş var. İşte Suriye ve Irak’a bakın. Parçalanmış ve zayıf düşmüş vaziyetteler. Ya da yine iç karışıklıklardan iktidar kavgalarından dolayı İsrail’e yanaşmış vaziyetteler. Darbe sonrası Mısır’ın İsrail ile ilişkileri çok iyi. Suudi Arabistan’da genç veliaht Selman’ın iktidara gelişi ve Suud-İsrail ilişkilerinin ısınmaya başladığını görüyoruz. Şöyle söyleyelim biraz önce ben bir rakam vermiştim. Demiştim ki Osmanlı’nın bölgeden ayrılmasından bu tarafa Arap-İsrail savaşlarında 92 bin kadar Arap, 24 bin kadar Musevi öldü. Sadece Suriye iç savaşında, beş yılda dört yüz binden fazla insan hayatını kaybetti. Dolayısıyla bölgede yeni ve derinleşmiş çatışmalar, mezhep çatışmaları var. O yüzden de öfkeli bir kısım nutuklar atılsa da İsrail’i sıkıştıracak bir şey olmayacağını düşünüyorlar. Bir başka tarafında da şu var; İsrail iki şey istedi Trump’tan. bunlardan biri Kudüs’ün başkent olarak tanınması, diğeri de İran’ın Suriye-Irak alanından çıkarılması. İkisine de Amerikan devletinin içinden muhalefet vardı. Yani Amerika’nın yeni bir savaşta Ortadoğu’da ulusal bir çıkarının olmadığını söylüyorlardı. Şimdi bu fitili yakılan süreç ikinci gelişmenin de önünü açabilir. Nasıl? Suriye ve Irak’ta sahadaki Amerikan askerlerine yönelik saldırılar olursa o zaman Ortadoğu’da savaşa devam etmek isteyen bir iktidar bunları bahane göstererek müdahalesini sürdürebilir ve genişletebilir. Bu ihtimal de masanın üstünde duruyor. O yüzden de tabi bu açık provokasyonun bölgesel sebepleri var. İslam dünyası ile ilgili sebepleri var. İç politikayla ilgili sebepleri var ve yakın jeopolitik konjonktürle, İran ve Ortadoğu’daki diğerleriyle ilişkileri var. Tabi şunu da söyleyelim, Ortadoğu’da şöyle bir süreç var; meşru devlet yapıları güç kaybederken örgütler kuvvetleniyor. Devletlerin belirli bir coğrafyayı korumaktan belirli bir nüfusu korumaktan sorumlu devletlerin İsrail ve ABD ile doğrudan çatışmaları kolay değil. Örgütlerin böyle koruma sorumlulukları olmadığı için ve değişik saldırılar düzenleyerek prestij kazandıkları, kuvvetlendikleri için bu meselelerde halkın hissiyatını kullanarak etki ve nüfuz alanlarını genişletiyorlar. Şimdi bunun üreteceği bir sıkıntı da var Ortadoğu’da. O da nedir? Örgütlerin kuvvetlenişi bu kuvvetleri doğrudan İsrail’in karşısına dikmiyor tam tersine hangi ülkenin içinde palazlanıyorlarsa oradan iktidar kavgası başlatıyor ve oradan iç çatışmayı daha da derinleştiriyor. Dolayısıyla Ortadoğu sosyolojisinde daha önce örneklerini gördüğümüz bu sürecin yeniden hızlanacağını görebilir ve düşünebiliriz.

Sayın Okur, yine bu mesele ekseninde değerlendirecek olursak, bölgede son dönemde iyice perçinlenen İran-Katar karşıtlığı üzerinden okunan Mısır-ABD-Suudi Arabistan ittifakı ve sizin de bahsettiğiniz Müslüman devletlerin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal durum beraber ele alındığında ABD’nin bu provokasyonu ve bölgedeki dengelerin seyri nasıl şekillenir?

Amerikalıların bunlarla yakın ilişkileri var ama bunlar böyle yekpare blok gibi her yerde hareket etmiyor. Mesela Suudi Arabistan, Mısır’ın Yemen’e askeri destek vermesini istedi, Mısır bunu kabul etmedi. Benzer bir biçimde Katar’a yönelik ablukada Mısır yer aldı ama aynı keskinlikte İran’ı hedef almadı. O yüzden de bu ülkeler aynı safta duruyorlar ama her zaman adımlarını uygun atarak bir hedefe doğru yürüyemiyorlar. Fakat sizin de işaret ettiğiniz gibi bir hat oluştu. Arap sokağı tekrar alevlendiğinde bunu göğüslemek kolay mı olacak Suudi Arabistan ve Mısır için?  Bunun da altını çizmek lazım. Biraz evvel söylediğim örgütlerin güçlenmesi sürecinin doğrudan hedef alacağı ülkeler arasında bunlar yer alıyor. Zaten değişik toplumsal hoşnutsuzluklar var bu ülkelerde. Amerika’nın aldığı bu karar sonrası dönemde İsrail ile ilişkileri çok sıkı götüren yönetimler ve bir taraftan da İsrail ile Amerika’ya çok öfkeli bir Arap sokağı... Dolayısıyla önleri mi açıldı yoksa hareket kabiliyetleri mi sınırlandı? Onları daha sıkıntılı bir süreç bekliyor. Bu soruyu iyi tartmak lazım ve gelişmeleri iyi gözlemlemek gerekiyor.

ABD’nin aldığı bu kararı, İsrail için, Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD hâkimiyetiyle beraber oluşan ‘Yumuşak Hat’ ile beraber değerlendirdiğimizde nasıl bir sonuç çıkar?

PKK terör örgütünün ve Irak’ın kuzeyindeki Barzani iktidarının İsrail’le çok yakın ilişkileri ve münasebetleri var. O yüzden de tabi İsrail’in bölgede kuvvetlenmesiyle bunların stratejileri arasında bağlantılar oldukça mevcut. Hele hele biraz evvel ifade ettiğim gibi Suriye’de ikinci bir savaşın sahnesi açığa çıkarsa, Suriye’de veya Lübnan’da veya Gazze’de ikinci bir saldırı dalgası başlarsa burada cepheye sürülecek gruplardan bir tanesinin Suriye PKK’sı olması hayli muhtemel.

Türkiye için ABD’nin Kudüs kararını ve Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD üzerine artık varlığı su götürmez olan Rus-ABD ortaklığını beraber değerlendirdiğimizde Türk dış politikasını neler bekliyor?

Tabi çok çalkantılı bir dönem bekliyor. Çünkü aktörlerin niyetleri belirsizlik taşıyor. Birtakım planlar var ama bunlar çok istikrarlı değil. Türkiye’nin çektiği en büyük sıkıntı yanı başında istikrarsız bir kuşağın olmasıdır. Bu istikrarsız kuşağın daha da kabaracağını görüyoruz. Bunlarla baş etmek ve milli menfaatlerimizi koruma gayretinde olmak hiç te kolay değil. Bu işlerin üstesinden gelmek çok kolay olmasa da burada diplomasiye önemli görevler düşüyor. Türkiye’nin aktif diplomasi izlemesi gereken bir dönemdeyiz. Her ne kadar İsrail-ABD bloğu bu çirkin kararı almış olsalar da bunun karşında isyan eden geniş insanlık âleminin olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin de elindeki imkânlarla girişeceği diplomatik hamlelerden vazgeçmemesi lazım. Bir taraftan da önümüzdeki dönemin bir savaş çağı olacağının tekrar altını çiziyoruz. Çok oynak bir coğrafyada çok değişen ittifakların olduğu bir coğrafyada karşımızdaki meselenin mahiyetine uygun hazırlıkları yapmayı ısrarla sürdürmemiz gerekiyor. Bu çerçevede birlik beraberliği korumamız önem taşıyacak.

Diğer Söyleşiler