Konuk Kalemler

Tüm yazıları
...

Madde ile mânâ savaşına farklı bir pencereden bakış: Sokakta

Okan Balkan

İnsan tabiatı icabı düşünür: Aslolan mana mı yani ruh mu yoksa madde midir? Bu sorgulamayı bazen fikir alışverişiyle bazen okuyup araştırarak, ama çoğu zaman kendi iç dünyasında tefekkür ederek yapar. Bir sonuca ulaşanlar için mesele yoktur fakat kararsız kalanların bilinçaltında amansız bir madde-mana savaşı yaşanmaya devam eder. Tabiî bu mücadele zamanla kişiler, toplumlar, hatta uygarlıklar arası bir hâl alır ki Bahaeddin Özkişi’nin Sokakta eseri materyalizmin, maneviyatın hüküm sürdüğü topraklara yaptığı istilayı sade bir sokak evreninde anlatır. Gelişim ve ilerlemenin anahtarını Batı’ya kaptırmış bir toplumun -düştüğü aşağılık psikolojisiyle- birçok ferdinin hızla kendi değerlerine yabancılaşması, öz kültürünü hor görmeye başlaması, üstüne üstlük dinî ve millî değerlere saldırmaları bu sokakta yaşanan bir cinayetle başlayan olaylar silsilesi eşliğinde anlatılır. Elbette savaş tek taraflı yaşanmaz. Kurtuluşu hâlâ kendi özünde arayan ve kültürel zenginliğinin bilincinde olanlar -sayıca azalsalar dahi- sokağın maneviyat cephesinin savunucuları olmaya çabalarlar.

Tespihçi, komiser (tespihçinin oğlu) ve onun çocukluk arkadaşı, sonradan eklenen doktor manevî kıymetlerin müdafileri olarak yerlerini alırlar. Manevî kıymetleri aşağılayan, Batı uygarlığının her şeyini üstün gören ve kötüsü maneviyatçıları gerici ve çağ dışı görenlerin başında ise sokağın meşhur konağında yaşayan Küçük Bey, komiserin arkadaşının abisi, ölen imamın karısı ve çamaşırcı kız gelir. Bu noktada mekânların da bu savaşta karşılıklı yer aldığını belirtmeliyiz. Mescit ve caminin müdavimleri azalsa da evliya türbesi, mateyalistlerin bile önünden geçerken ister istemez hürmet gösterdiği bir mekân olarak mana cephesinin son kalesidir. Bu satırları yazarken merhum Erol Güngör’ün Türk Toprağı-Evliya Mezarı ilişkisiyle ilgili sözü geldi aklıma. Belki yazar da bu sözden esinlenmiştir, kim bilir? Öte yandan gizemli olayların döndüğü Küçük Bey’in şatafatlı konağı ise türbenin karşısında konumlanır ki düğüm burada çözülecektir. Evliya mezarında dahi olsa bu mücadelede sapasağlam dururken kitabın tamamında büyük harflerle “ONLAR” şeklinde yazılan ve çok sonra bunların ne olduğunu anladığımız varlıklar da evliyanın aksine kötülerin tarafında bulunur. Kötüler üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptıkları için şu an kazanmakta olan onlardır. Sokağın eski havası yoktur. Hele tespihçi öldükten sonra hepten inisiyatif onlardadır. Yalnızca komiserin çocukluk arkadaşı kalmıştır karşılarında. Daha birçokları vardır ancak onlar önemli değildir. Bunun sebebini Küçük Bey şöyle açıklar: “...Ona bağlı görünenler çoğunlukla zayıf ve fikirsizdirler. Onlar kuvvetliye uyarlar. Tehlike karşısında bir kenara çekilir, bizi sokmayan yılan bin yaşasın gibi laflar ederler. Solucan hayatlarını böylece sürdürürler.” (s.96). Yani tipik iyilerin kötüler kadar cesur ve çalışkan olamaması durumu bu romanda da karşımıza çıkıyor.

İyi karakterlerin ağzından bu mücadelenin tarihî köklerine inen yazar, materyalistlerin Eski Yunan’dan güç aldığını savunur. Onlar, insanın manevî ihtiyacını din yerine resim, heykel ve şiirle kapatmaya çalışan; mitolojilerindeki tanrıları dahi ahlaksız olan; Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanı dünyayla avutan sistemin müdavimleridir. Fakat İslam’ın altın devirlerinde yaşayan İbn-i Sina, Farabi gibi bilginler de Eski Yunan’dan yararlanmışlardır. En azından konuya değinilmişken buna da bir şerh düşülmeliydi, diye düşünüyorum.

Aslında bu iki cephe belki dünya kurulduğundan bu yana çarpışmaya devam ediyor. Ancak yazar Tanzimat Devri’nden eserini kaleme aldığı 70’li yıllara uzanan bir sorundan -daha çok bizim düştüğümüz durumdan- yola çıkarak kısa ama oldukça yoğun bir roman oluşturmuş. Ayrıca polisiye unsurlarla da bezenmiş olan bu eser, 1975 Peyami Safa Roman Yarışması’nda “Başarı Ödülü” almıştır.