Konuk Kalemler

Tüm yazıları
...

Rumeli’de Bizden Ne Kaldı?

Fatma Keskin

Yurtlarında azınlık  / Yurtlarından koparılan soydaşlarımıza ithâfen...

Saygıdeğer Hasip Saygılı Hocamız, 2009-2010 döneminde Kosova’da 18 ay Türk Kıdemli Subayı (NATO-KFOR Harekât Başkanı) ve Türk Temsil Heyeti Başkanı görevlerinde bulunmuş; yer yer harp tarihçisi, bazen de Türk Subayı olarak buradaki gözlemlerini, yerel halkı ve azınlık Türk halkıyla ilgili tespitlerini, değerlendirmelerini ve tecrübelerini kaleme almış ve bizimle paylaşmıştır.

Rumeli’de Bizden Ne Kaldı? Osmanlıların Balkan yarımadasına verdikleri coğrafî isimdir Rumeli. Malûmunuz; Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında, “Düvel-i Muazzama” dediğimiz Avrupalı büyük devletlerin çıkarları Osmanlı üzerinde çakışıyordu. Osmanlı Devleti bunun farkında olup denge politikası uygulayarak bir süre ayakta kalmaya çalıştı. Ancak bahsedilen bu devletler Osmanlı’yı “hasta adam” olarak görmüş, devletin zayıflayan siyasî ve ekonomik durumunu fırsat bilerek, tabiri caizse pastadan pay alabilmek için Osmanlı Devleti’ne bazen dostça, bazen düşmanca yaklaşmışlardır. Bu ikiyüzlü siyasetleriyle Balkanlarda Osmanlı’ya tâbi milletleri kışkırtmaları ve isyana sebebiyet vermeleri, savaşlarda birçok cephede aynı anda savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin savaşları kaybetmesi sonucunda da Rumeli toprakları kaçınılmaz olarak elden çıkmıştır. Türk milleti tarih boyunca bütün milletlere yardım etmiş, zor durumdaki milletlere kucak açıp onları korumuş müstesna bir millettir. Osmanlı Devleti fethettiği memleketlerde han, hamam, kervansaray, çeşme, köprü, türbe, cami gibi eserlerle buraları ihyâ etmiştir. Ancak Rumeli’de yaşayan Türkler, bilhassa “Türk’ten daha ziyâde Türk” olarak anılan Boşnaklar, bir zamanlar gölgesinde yaşadıkları devletin yadigârlarına sahip çıkmamakta ve artık millî değerlerine minnet duymamaktadırlar. Kitapta yazar, bizzat bölgede şahit olduğu hususlar çerçevesinde; buradaki Türklerin “Evlâd-ı Fatihân” olmakla övündüklerini ancak buna lâyık olmak için çaba sarf etmediklerini ve her şeyi Türkiye’den beklediklerinin üzerinde durmuştur. “Övünülecek bütün şahsiyetleri toprak olmuş bir toplum ne kadar sefil…” Elbette bu durum şanlı tarihimizle gurur duymayacağımız anlamına gelmez; tarihe sadece kendi gözümüzle bakarsak öznellikten öteye geçemeyip, yabancıların Türkler hakkındaki algılarını haklı çıkarmış oluruz. Kayda değer bir şeyler yapmayıp sadece atalarımızın şanlı zaferleriyle övünmek de Türklüğün tabiatına yakışmaz. Buna ek olarak yazar, yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetindeki toprakları kaybettiren süreçlerin millettaşlarımızda hâlen kan kaybını sürdürdüğü kanaatinde. Bölgede uzun vâdeli politikaların geliştirilmemesi ve sivil toplum örgütlerinin devreye sokulmaması bunun kanıtı gibi görünüyor. “Evlâd-ı Fatihân nasıl perişan olmuş?” diye soruyor yazar ve cevap veriyor:
“Bildiğim; millettaşlarımızın gözlerimle tanık olduğum üzere Kaşgar’dan Kabil’e; Bakü’den Priştine’ye hemen her yerde süründükleridir. Boş övünmeleri bırakıp meselenin varlığını kabul edersek belki çıkış yoluna yaklaşabiliriz.”

Bizim, yabancıların gözündeki malûm olan şu “Türkler hep atalarıyla övünürler; lâkin kendileri ilerlemek için çaba sarf etmez.” algısını çürütmemiz gerekir. (Yabancı yazarların, diplomatların seyahâtnâme ve hatıralarını okumanızı öneririm, işte o zaman yabancıların gözünden Türkler hakkında ne demek istediğimi anlarsınız.) Bu konuya istinaden Oktay Sinanoğlu’na hak vermeliyiz: “Atalarınla övünme, atalarına lâyık olmaya çalış.”

Nasihâtlere burun kıvırmayalım, onlardan ders almaya çalışalım, zîra gelecek için yön çizmemizde tarihimiz kadar önemlilerdir. Bir nasihât de Keçecizâde İzzet Molla’dan:

“Olma ınnîn-i mâarif racûl-i kâmil isen

İftihâr etme pederle ulemâ-zâde gibi”

(Kâmil adamsan marifet kısırı olma / Âlim çocuğu gibi babanla övünüp durma)

Kitabı okurken çok duygulandığımı, hüzünlendiğimi, yer yer de sinirlendiğimi ifade etmeliyim. Size de biraz aktarmaya çalışayım. Yazarın kitapta da bahsettiği menfur olay, 2018’de Kosova’da (539 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır) gerçekleşen Türk bayrağına saldırı düzenlenmesi… Ve bu çirkin olayı, uluslararası ilişkilerin çıkarları açısından yetkililerin saldırıyı kınamaktan başka bir şey yapmayıp âdeta geçiştirip üzerini örtmesi… Olayın çirkinliği kadar üzücü bir durum bu. Hani bayrak bir ülkenin namusuydu? Hani bayrağa yapılan saygısızlık temsil ettiği millete yapılmış sayılırdı? Biz atalarımızdan böyle öğrenmedik mi? Bu ve bunun gibi olaylar bir defalık değil elbette, bölgedeki millî ve kültürel yapılarımız yıkılırken ülkemizin ses çıkarmaması Rumeli’deki durumumuzu gözler önüne seriyor. “Türk kültür ve değerlerini biz yok sayar küçümsersek, Bosna, Kosova, Makedonya gibi Rumeli topraklarında ecdât yadigârı kültür eserlerimizi yok eden vandallara kızma hakkımız olur mu?” Kitabı okurken çok defa “Türkiye bu kadar âciz mi?” diye çok sordum kendime. Türk tarih ve kültürünün ihyâsı için Türk bilim insanlarına ve Türk devlet büyüklerine büyük görevler ve sorumluluklar düşmekte. Fikrimce şanlı ecdâdımızdan kalan kültürel mirasa sahip çıkmazsak, atalarımızla gurur duymanın ne anlamı kalır ki? Öyleyse makam sahibi olmakla iş bitmiyor, o makamın hakkını vermek, gereğini millî bir vazife olarak yapmak gerektiğini düşünüyorum. Yüzyıllarca Türklerin yaşadığı bu topraklarda, şimdilerde Türk karşıtlığına, Türklere ve kültür eserlerimize yapılan zulümlere Türkiye’nin yaptırım gücünün olmaması, gerek yurt içinde gerek yurt dışındaki kadroların tarihî ve millî bilince sahip olmaması, yetkili kişilerin görevlerini hakkıyla yerine getirmemesi, başkonsolosluk ve büyükelçilik gibi önemli makamlara liyâkatli kişilerin getirilmemesi durumu; dışarıdaki hak ve çıkarlarımızın zedelenmesi ve milletimizin olumsuz intiba bırakması açısından başlıca sorunlardır. Kitapta vurgulanan bu sorunların hâlen devam etmekte olduğunu görmek kendi adımıza acı verici bir durum. Yeri geldi çok âh çektim; çünkü bu tarihî Türk toprakları şimdilerde Türk düşmanlığını beslemekte. Sırplar, Bulgarlar Osmanlı’ya isyan etmelerinin tarihlerini yıl dönümleri olarak kutlarken; bizde ise bırakın Anadolu’ya girişimiz açısından önemli Malazgirt Savaşı’nı hatırlamak şöyle dursun, birçok insan millî bayramlarımızı samimiyet ve içtenlikle kutlamıyor bile. Birlik ve beraberlik içerisinde olması gereken Türkler birbirlerini desteklemiyor ve sonuçta hakkımız hukukumuz çiğneniyor. Bu durum tarihte de böyle, günümüzde de... (Ankara Savaşı, Dandanakan ve Yassı Çemen gibi savaşlar Türk’ün Türk’ü kırdığı savaşlar olarak bilinir.) Yeri geldi mi atalarından bahsedip Türklüğüyle övünen milletimiz, üstüne tarihi sıkıcı (Tanıdığım birçok insanın ifade ettiği üzere maalesef  tarihin sıkıcı görülmesi. Aslında herkesin bir geçmişi olduğu gibi ülkelerin, milletlerin, hattâ eşyaların bile bir geçmişi var. Tarih olmadan coğrafyanın, siyasetin, edebiyatın vs. olamayacağının düşünülmesi gerekir.) veya gereksiz görüp okullarda ders sayısının azaltılmasına ses çıkarmaz. Bildiğim kadarıyla her ülke kendi milli tarihini okullarda ülkemizden ziyâde öğretirken bizim durumumuz elbette dalgalı eğitim sisteminin bir yansıması. Bu durum da tarih derslerini okullarda teşvik etmenin yerine itibarsızlaştırdı. Tarih derslerinin daha da itibarsızlaştırılmasından endişeliyim.. Tarihtir bizi köklerimize bağlayan, geçmişimizi anlamada, geleceğimize yön çizmede önemli bir safha olan. Tarih, milletlerin hafızasıdır; milletler de insanlar gibi hafızalarıyla yaşarlar. Hafızasını kaybetmiş, geçmişini hatırlamayan bir insan düşünün, içinde bulunduğu ânı sağlıklı bir şekilde nasıl anlayabilir ve geleceğini nasıl biçimlendirebilir? Buna karşı çıkanlar olabilir; fakat bu hususta eğitimin daha millî olması kanaatindeyim. Günümüz sorunlarına çözüm bulamayışımız ve tarihteki bazı hataları tekrar edişimiz bu husustaki eksikliğimizden kaynaklanmakta. Bazen Ömer Seyfettin’in kendi döneminde çektiği ıstırapları  çekmiyorum desem yalan olur. Ki eğitimin, bu ülkede önem verilmesi, zaman kaybedilmeden el atılması gereken en önemli konu olduğunu düşünüyorum.

Kitapta görsel açıdan yazarın çektiği fotoğrafların eklenmesi anlatılanlar bağlamında artı bir değer kazandırmış. İnsanın insana saygısının olmadığı bir dönemde, Balkanlarda ve Avrupa şehirlerinde Türk karşıtı eli kanlı çetecilerin birçok heykeli sergileniyor ki, bu heykeller bizim tarihimize hakaret niteliğinde. Yüzyıllardır biz Türklere “barbar” diyen Avrupa insanı kendi barbarlığını görmezden geliyor. Bu duruma bürokratlarımız başta olmak üzere, kuruluş amacı yurt dışındaki haklarımızı korumak olan vakıf, dernek vs. kurum-kuruluşlar dur demiyorlarsa diplomasimiz geçmişten bugüne kadar yol kat edememiş demektir. Aynı şeyi Türkiye’de biz yaptık farz edelim, birilerinin gözüne batmaz mıyız ve yoğun diplomatik baskı sonucunda diktiğimiz heykeller kaldırılmaz mı?

Öte yandan Rumeli elimizden çıktıktan sonra Anadolu’ya yapılan yoğun Türk göçleri ve baskıya maruz kalan Türklerin muhtelif zamanlarda yaptığı göçlerle Rumeli’deki Türk nüfusu iyice azalmış,  böylece Türk nüfuzu siyasal, eğitim ve kültürel alanlarda da düşüşe geçmişlerdir. Askerimizin çekildiği, bayrağımızın indiği bu toprakları süratle terk ediyoruz. Kültürel mirasına sahip çıkmak, geçmişini, kültürünü gelecek nesillere aktarmak hepimizin millî vazifesi olmalıdır. Aksi takdirde tarihte başka milletlerin kültürlerinin etkisine girerek yok olmuş birçok topluluğun örneği aşikârdır.

Kitapta adı geçen; Arnavutlar tarafından Yakova’da boğazlanan Sadrazam Müşîr Mehmet Ali Paşa, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten yüzyıllar önce şiirleriyle, “Ne mutlu Türk'üm diyene” ifadesiyle kadı, şair, tarihçi, asker Suzî Çelebi ve Sırp ordusuna Müslümanlardan asker toplanmasına karşı çıktığı için görev yaptığı camide süngülenen Hafız Arif Efendi gibi şühedâmızın metruk kabirlerinin, yazarın gerekli makamlara resmi beyânlarına rağmen kılını bile kıpırdatmayan, ecdâdına kayıtsız kalan makam sahiplerince olduğu gibi bırakıldığı… Peki bunların veballeri nasıl ödenecek? Bir zamanlar bizim dediğimiz topraklarda Türk izlerinin yavaş yavaş silinmesi; hem tarihine, ecdâdına, kültür varlıklarına sahip çıkmayan, haklarını savunmayan, ilerlemekten çok gerilemeyi tercih etmiş azınlık vatandaşların hem de işinin gereğini yerine getirmeyen, kayıtsız kalmakla, makamlarını işgal etmekle yetinen birtakım kimselerin yüzündendir desek yalan olmaz herhalde…

“Gafil derler gaflet donun giyene

Er demezler yavuz nefse uyana

Kazanır kazanır verir ziyana

Hak yoluna bir puluna kıyamaz.”

(Prizrenli Ümmî Sinan Efendi)

Dikkatimi çeken bir başka husus ise; bu topraklarda tekke geleneğinin hâlen yaşatılıyor olması. Kosova-Prizren Melâmi Tekkesi’nin aynı zamanda bir kültür ve eğitim vakfı olması; bu çerçevede burada hafızalardan silinmek üzere olan bestelerin derlenmesi, unutulmuş güftelere uygun besteler yapılması, tekke ziyaretçilerine ilahiler, nefesler icra etmeleri; tekkenin şeyhinin de şair, bestekar, icrâcı, yazar ve tarihçi olması kültür yönünden aktif olduklarını göstermekte.

Yazarın bazı yazarlarla ve muhtelif dergi ve gazetelerde yaptığı çeşitli söyleşileri Balkan tarihimiz ve günümüz sorunlarına değinmesi açısından önemli. Ayrıca yazarın Makedonya, Bulgaristan, Sofya, Belgrad gezilerini kaleme alması ve bizimle paylaşması; gerek Balkanlarda son dönemlerdeki gelişmeler, gerek bölge halkının tavır ve davranışları, gerekse kültürel açıdan bende bir seyahâtnâme tadı bıraktı diyebilirim. Yazarın sık sık Rumeli’deki gözlemleriyle Türkiye insanımızın genel yapısını karşılaştırması, nerelerde hatalı olduğumuzu görmek açısından faydalı. Bu topraklarda artık güzel Türkçemizin, yöresel yemeklerden tutun, günlük konuşma ve yazmaya, şehirlerdeki adres levhalarına kadar unutulması içimizi acıtan başka bir vehâmet diyebiliriz. Türk milletinin tarihî ve millî bilince sahip olması, birbirine kenetlenmesi ve gelişmeleri sorgulaması, ilerlemek ve tarihî hataların tekrarlanmaması açısından önem arz etmektedir.


“Türk azdır diye bulma bahane

Odun bir şulesi bestir cihâne” (Suzî Çelebi)

(Kimse Türklerin azlığını gerekçe göstermesin  / ateşin bir kıvılcımı dünyayı yakmaya yeter.)
 

“Baş vererim bir taş vermen”

(Ölürüz; ama vatanımızın bir karışını fedâ etmeyiz.)

Yazarın görev yaptığı sırada Prizren’deki Sultan Murat Kışlası’nın ismine karşı çıkan Sıpların, “Türklerin kışlalarına Sultan Murat adını vermelerinin kendilerine hakaret anlamına geldiğini” bildirmesi, buna istinâden yazarın üzerine vazife bilip cesaret göstererek Sırp Ortodoks keşişine elektronik mektupla durumun nedenini sorması ve keşişin Sırp tarihiyle ne kadar donanımlı ve Türk karşıtı olduğu sezilen cevabî mektubu çok ilgimi çekti. 1389-I. Kosova Savaşı’ndan Türk ordusunun zaferle dönmesi ve Sıpların kralı Lazar’ın savaşta ölmesi üzerine Sıpların Türklere karşı bu kadar kindar olduklarını bilmiyordum. Ayrıca cennetmekân Sultan Murad’a zaferden sonra etek öpme bahanesiyle yaklaşıp savaş meydanında onu şehit eden Sırp Miloş Obiliç’in heykelinin dikilmesi ve padişahımızın şehit edildiği günün yıl dönümlerini bayram (Vidovdan Bayramı) olarak kutlamaları da bize hakaret değil mi?

Rumeli topraklarının kaybedilmesiyle “Aman Sultan Reşat gel bizi kurtar” ağıdı yakılmıştır. (Kosovalı İrfan Şekerci tarafından kayıtlara geçmiştir.) Oysa bu türkü yakılmazdan 4-5 yıl önce Rumeli’nin, şehirlerimizin düşmanla savaşılmadan verilmesi için Müslüman eşrafın toplu dilekçe verdiğine şahitlik etmesi, Türk milletinin topraklarda azınlık durumuna neden düştüğünü içler acısı bir şekilde anlatıyor. Dikkatimi çeken başka bir husus ise; karadüzen ya da gâvur sandığı denilen Prizren şehrine özgü bir sazla hâlâ tekkelerde türkü, nefes ve ilâhilerin seslendirilmesi… Bu durum çok hoş. Sazın ezgisini beğendiğim için buraya bir adres bırakıyorum, belki birilerinin keşfetmesine vesile olurum. (https://kirmizilar.com/...e-bir-melami-tekkesi)

Son olarak bu kitapla tanışmama vesile olan Oğuzhan Saygılı Hocam’a ve bu kıymetli kitabın yazarı Saygıdeğer Hasip Saygılı Hocam’a teşekkürlerimi iletiyorum. Yazarın cesur, milli bilince ve tarih bilincine sahip bir Türk olarak görevini canla başla yerine getirmesi ve anlattığı topraklarda görevi süresince aktif icraatlarda bulunmasına okuduklarımla tanık oldum. İnşallah bu kitapta değinilen gereği yerine getirilmesi elzem göndermeler gerekli yerlere ulaşır ve dışarıdaki millettaşlarımızın hakları korunur ve buralardaki Türk varlığı ilelebet devam eder. Ömrüm yeterse ve imkânlar el verirse, bir gün ben de Rumeli ve Türkistan topraklarını ziyaret etmek istiyorum. Rumeli’deki Türk izlerinin bugünkü hakikâtini görmek ve yetim bıraktığımız Türk kardeşlerimizi biraz olsun tanımak açısından bu kıymetli kitabı tüm okurlara tavsiye ediyorum. Okuyun okutturun. Kitapla ve sevgiyle kalın.

 

Bu yazı Kitap Şuuru intisabıdır.