Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

Ah şu ‘şimdiki gençler’

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

Hamamönü’nde bizim Hüseyin’in yerinde çay sefâsı sürerken hoş bir sohbetin rüzgârına kapıldık. 1980 öncesinin fırtınalı yıllarını ‘devrimci’ ateşiyle yaşamış olan ‘Marksist’ bir arkadaşla o dönemi konuştuk. Söyledik, dinledik, gülüştük, üzüldük; kırk yıl öncesinin çetin yollarında gezinti yaptık. Birbirimizi anlamadığımız hiçbir konu yoktu. Onu zevkle dinledim. Benim ona söylediklerimi kısaca özetleyelim:

“…Sizler, Marksizm’i bilmeden, okumadan, anlamadan bir akıntıya sürüklendiniz. Tanımadığınız, görmediğiniz, bilmediğiniz bir modeli ülkemizde gerçekleştirmek için yola çıktınız. Slogan büyüsü, arkadaş çevresi ve mensubiyet kuşatması dışında bir duygu ateşine sahip olmanız de mümkün değildi. ‘Emperyalizme karşı savaş’ iddianız ise, büyüklerinizin izin verdiği bir sınırlamaya sahipti. Ülkücüler ‘esir Türklere bağımsızlık’ deyince kan beyninize sıçrıyordu. Rus ve Çin emperyalizminden söz edilmesine asla tahammül edemiyordunuz. Yani siz, kapitalistlerin emperyal zulmünden şikâyet ederken, sosyalist rejime sahip ülkelerin emperyal pençesindeki milletleri, kendi soydaşlarınızı bile gözünüz görmüyor, inkâr ediyordunuz… Ülkücüler ise, kapitalizmi övmediler, savunmadılar. Sizin Sovyet Rusya’ya ve Çin’e duyduğunuz aşk ve bağlılığa benzer biçimde Batı’ya bağlılık duymuyorlardı. ‘Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin / Her şey Türklük için!’ sloganları, onların Türk omurgalı duruşunu gösteriyordu…

Sonuç olarak şu tespiti yapmalıyız: Türkiye’deki sol hareketlerden bugüne kalan bir tek miras vardır: PKK ve benzeri bölücü hareketler… Çünkü 1970’lerde en aktif ‘sol örgütler’ in asıl dinamizmini ‘bölücülük’ biçimlendiriyordu. Bölücü çeteler ‘sol örgüt’ kılığındaydılar. Nitekim 1975’ten itibaren başlayan ayrışma, giderek ‘sol örgütler’ arasında kanlı bir çatışmaya dönüştü. 1980 sonrasında ortada sadece PKK ve yancıları kaldı. Yani bizim tatlı solcularımız, ‘emperyalizme karşı savaş’ sloganı atarken, emperyalizmin oyuncağı olup, bölücü yangına odun taşıyan hamallar oldular. O yılların ‘devrimci’ adanmışları olan insanlarımız, bu gerçekle yüzleşmeli…

Ülkücüler, ‘ütopya cenneti’ gibi hayalî senaryoların düşlerini gerçekleştirmeyi değil; dünü, bugünü ve yarını olan Türk milletinin dertlerini dert edinmişlerdi. ‘Büyük Türkiye’yi inşa etme hevesleri ve hırsları vardı. Türk dünyası gerçeğinin uzak hedeflerine kilitlenmişlerdi. Kendi doğruları ve yanlışları ne kadar çok ve ağır olsa da; yol doğruydu, kıble doğruydu. Onların kanat açtığı rüzgâr, kaynağı meçhul ve gelip geçici bir esinti değildi. Onlar, Türk milliyetçileriydi…” 

***

Aynı akşam, 1980 öncesinin ülkücü gençlerinden bir grupla sohbeti kaynatıyorduk. Birçok konuda aykırı düşünceler, farklı yorumlar, bazen alevlenen zıtlaşmalar ve muzip sataşmalar arasında çayları götürüyorduk. Söz, bugünün Türkiye’sinden, siyasî yozlaşmadan, ‘meşrulaşan yolsuzluk’ hastalıklarından, iç ve dış politikada görülen savrulmalardan, devlet idaresinde hukukun çoraklaşmasından… Kısacası, oylumdan oyluma akıp gidiyordu. Ülkenin bu günkü halinden hoşnutluk ifade eden tek söz duyulmuyordu. Kırk – elli yıl öncenin delikanlıları, durumdan endişeli, yarınlardan kaygılıydı.

Böyle bir ortamda ‘bizim mahalle’ nin durumu hakkında konuşmamak olur mu? Türk milliyetçilerinin içinde bulunduğu sosyal hastalıklardan, kültür ve sanat alanındaki yetersizliklerinden, siyaset alanında içine sürüklendikleri bataklıktan bahsedildi. Son yıllarda sürekli körüklenen, politik boşboğazlıkla kaynatılan fitne üzerinde düşünceler dizildi.

Gelecek için endişeler dile getirilirken, söz gelip ‘şimdiki gençler’ e dayandı: Okumayan, cahil, sorumsuz bir genç nesil yetişmişti. Bize benzer hiçbir yanları yoktu…

***

Gençlerimizi beğenmemek, küçümsemek, yaşlılık hastalığıdır. Kendi gençlik yıllarını anlatırken hep öğünen, kendilerini Köroğlu destanının kahramanı gibi hikâye eden ve “Şimdiki gençler...” diye söze başlayıp, onları hep hor gören ‘mâzinin delikanlıları’ bu hastalığın kurbanlarıdır.

Elbette bu hastalık, bizim neslin hastalığı değil. Babalarımız bizi beğenmiyordu; sürekli uyarılar, azarlamalar, acı tenkitler ve bitmez tükenmez öğütler dinlemek zorundaydık. Onlar da bize söylediklerini duya duya yetişmişlerdi.

Yüzyıllar öncesinde yazılmış, dinî, felsefî, sosyal ve siyasî konulu; nesiller arası ilişkilerden söz eden bütün eserlerde aynı hastalık kendini gösterir. Yeni neslin terbiyesinden, ahlâkından, insanî davranışlarından dert yanmak, kalıplaşmış bir halde tekrarlanır: “Şimdiki gençlerin hâli kötüdür. Saygısız, terbiyesiz, tembel, anlayışsız, cahil bir kuşak yetişmiştir. Kadınlar yüzü açık gezmede, büyüklerden utanmamakta, töre bilmemektedir…”

Bunları kaleme alan yazarların, bu ifadeleri döktürdüğü günkü yaşlarını merak etmeye gerek yok; mutlaka olgunluk çağları içindedir. Kaybettiği, çok gerilerde kalmış o ışıltılı, hareketli, coşkulu günlere dönme ümitsizliği; geçmişte yaşadıklarını sürekli hatırlamak ve şu anki haliyle kıyaslamanın verdiği acılı çaresizlik, öfkesine hedef yapacağı birilerini arıyor. Kendi kaybettiklerine sahip olan ‘şimdiki gençler’ i düşman olarak hissediyor. Sanki bunlar, onun gençliğini çalmışlar ve sahiplenmişler…

On asır önce yazılan Kutadgu Bilig’de, bir yaşlının, şu ‘zemâne gençleri’ hakkında söyledikleri de aynı hastalığın dile getirdiği örneklerden biridir.

“Kamuğ edgü bardı, törü öngdi iltti

Kişi songı kaldı, ne edgü bulayı…”

(Bütün iyiler gitti, kanunu ve iyi gelenekleri beraber götürdüler.

 İnsan artığı kaldı, iyileri nasıl bulayım...)

Ve devam ediyor:

“İnsan kılığında dolaşanların hepsi adam ise,

Evvelkiler melek mi idiler, ne bileyim.”

‘Mâzinin delikanlıları’ bugünün delikanlılarını çekiştirip, bir daha dönmeyecek günlere duydukları hasreti birazcık teselli edebilirler. Fakat gerçek çok farklı: ‘Şimdiki gençler’ birçok alanda, 40-50 yıl önceki gençlerle kıyaslanmayacak ölçüde bilgi donanımına ve üstünlüğe sahipler. Bizim, o yaşlarda iken hayâl edemeyeceğimiz ufuklar, onların elinin altında. Onlar, bilgi çağının çocukları. Elbette onlar, bizim gençliğimize benzemeyecekler.

Rahmetli Dündar Taşer Ağabeyimizin, 1969 yılında, bizim nesil ülkücüleri “İpeğe sarılmış çelik!” diye tarif eden yazısını okuyunca, ayaklarımız yerden kesiliyor ve kasım kasım kasılıyorduk. Onlar, rahmetli Türkeş, rahmetli Gün Sazak Ağabey, rahmetli Galip Erdem Ağabey ve diğer büyüklerimiz; ülkücü genç nesil hakkında hep güven duygusu yüklü sözler kullanmaya gayret ederdi. Gençleri asla küçümsemez, onlara hor bakmazlardı. Teşvik eder, yol gösterir, uyarır, destek olmaya ve yetiştirmeye gayret ederlerdi. Onların nice yanlışlarını, eksiklerini, çiğliklerini, yozluklarını, hastalıklı hallerini yakından biliyor, görüyorlardı. Ama o büyüklerimiz, büyük olmanın, ağabey olmanın yüklediği derin ve ağır görevin idrakinde insanlardı...

Gençlerimizin, kızoğullar ve eroğullarımızın yolu açık olsun...