Mustafa E. Erkal

Tüm yazıları
...

BAZI ÜLKE MANZARALARI MORAL BOZUCU OLMAMALI

Mustafa E. Erkal

Son senelerde sosyal dokumuzda bize has özelliklerimiz hem zayıfladı hem sulandırıldı hem de fonksiyonları değişti. Bu değişme birlik ve beraberlik şuurunu olumsuz etkiledi. Ekonomik krizlerin içine düştük. Bu kriz ve sorunlara doğru teşhis konmadığı takdirde çözümler de etkisiz kalır. İktisadi sorunlar sadece iktisat bilimi ile sınırlı değildir. Toplumda farklı kesimleri değişik etkileyecek sonuçlar doğurabilir. Nitekim, son yıllarda bazı davranış bozuklukları, örf adetlerden uzaklaşma, ahlaki değerlerin başkalaşması, artan boşanmalar, kadına yönelen çirkin saldırılar. Dikkat çeker olmuştur. Hayat şartları ve sosyal ilişkilerdeki daralma insanlarımızı tekleştirdiği gibi ağır bir stresi hisseder hale getirmiştir. En ufak bir pürüzde fertleri kavgaya itilmekte, ardından vurdu kırdı görüntüleri ortaya çıkmaktadır. Bir tavuk öldürür gibi, insanlar öldürülmektedir. Manevi değerlerin etkinliği de zayıflamıştır. Artan israf ve lüks, yolsuzluklar, adam kayırmalar, fertlerde vatandaşlık şuurunu zayıflatmış; Türk milletine mensup olma şuurunu zayıflatmış etnik mezhep ve hemşerilik duygusunu gereğinden fazla ön plana çıkarmıştır. Demokrasimiz kötü bir deney geçirmiş, demokratik değerler fertlerin gözünde basitleşmiştir. Türk insanının manevi değerlere ihtiyaç duyduğu bir ortamda bu değerleri istismar edenler kötü örnek olmuş, sapma davranış ve fikirler ilgi çekmiştir. Sosyal kontrolün özellikle zayıflaması değişik kuruluş ve kurumları aşırı bağımsızlığa sürüklemiş, Sayıştay raporları kontrolsüzlüğün ve kamu kaynaklarını istismarın kontrol dışı örnekleriyle dolmuştur.

Davranışlarımızda gayri meşru ve hukuk tanımaz şekilde “biz böyle uygun görüyoruz” anlayışı, liyakatin yerine sadakatin geçmesi toplumda başı boşluğu artırmıştır. Fikir ve düşünce açıklama hürriyetinin bazı sınırlar içine hapsedilmesi, bazen yasalara uygun gerçekleri açıklama, kışkırtma ve nefret duygularını körükleme sayıldığı için insanlar yazmaktan ve konuşmaktan çekinir olmuşlardır. Demokratik parlamenter sistemden uzaklaşma, tek adam egemenliğine kayış bunda etkili olmuştur.

Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla gerektiği gibi işletilememesi STK’ların faaliyet alanını daraltmıştır. STK’ların görevi, doğru-yanlış yapılan her icraatın yanında yer almak olmamalıdır. İktidara yaklaşanlar destek bulmuş ve önleri açılmıştır. Bu küçültücü ve aşağılayıcı tasvip edilemeyecek işleri yapmayan STK’lar takdir edileceği yerde, iyi yönetilmemekle ve pasiflikle suçlanır olmuştur. Bu bakımdan toplumun çok önemli nefes alışlarını temsil eden STK’lar gerçekleri ortaya koyamadıklarından etkileri zayıflamıştır.

Bütün bunlara rağmen, yapılması gerekenler de vardır. İmar barışına rağmen, yeni kaçak binaların yapılması, hele bunların mesela bizim için çok önemli bir tarihi eser olan 462 yıldır İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin kalbinde bir mühür olan Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü bozan malum bir vakfın binasının yapılmasına karşı duyarsızlığın görülmesi ancak siyasilerin bundan rahatsız olduklarını açıklamalarından sonra herkesi harekete geçirebilmiştir. Şimdilik bu 3-4 katlı binanın yapılmasına göz yumanlar ancak siyasi bir dürtü ile karşılaştıkları zaman yasa dışı bir binanın ve Süleymaniye’nin görüntüsünün bozulduğunu fark edebilmişlerdir. Toplumdaki sosyal grupların davranışlarının güdümlü hale gelmesi demokratik anlayışla açıklanacak bir konu değildir. Bu ortam inisiyatif kullanma yerine güdülme ihtiyacını meşrulaştırmıştır. Vesayetlerin yıkıldığından bahsedenler acaba yönetim vesayetinin ortaya çıkışına ne diyebilirler?

Özelleştirmeler konusunda yıllardır gerçekleri dile getirmeye çalışıyoruz. Bu konuda insanlarımızın gerek medya gerek değişik yollardan siyasi tesirlerle beyin yıkama işlemine tabi tutuldukları bir gerçektir. Devletin elinden tesislerin yerli özele ve yerli özel vasıtasıyla yabancıların işgaline uğraması verimliliği artıracak, kamudaki hantallığı giderecek zannedilmiştir. Devletçilik eliyle üretime karşı olanlar Özelleştirme adı altında açık olarak yabancılaştırmaların ülkeyi ne hale getirdiğini bugün görebilmelidirler. Bir ara özelleştirme teslimiyet olarak ortaya çıkmış demokratikleşme ve çağı yakalamak kabul edilmiştir. Oysa çoğu özelleştirme asıl faaliyet alanı dışına çıkarılmış ithal hastalığı karşısında mal ve hizmet üretenler üretemez hale sokulmuştur.

Bir ara Cargill vasıtası ve baskısıyla şeker fabrikalarını özelleştirerek güzelleştirdik! Son günlerde şeker neredeyse karaborsaya düşecekti. Şimdi şeker fabrikalarını açmaya çalışıyoruz. Kâğıt fabrikaları da maalesef aynı özelleştirme oyununa kurban edilmiştir. İthalatı kutsallaştırarak yerli üreticiyi terbiye edeceğini zanneden çarpık anlayış, çiftçiyi topraktan, iş insanlarını da işyerinden uzaklaştırmıştır. İşyerleri kapanmış veya sığınmacılar dahil yabancılara satılmak durumunda kalmıştır. Okullardan andımız kaldırılmış, gelir dağılımı bozukluğu ve yoksullaşma okul terklerini yükseltmiştir. Gelir dağılımı bozulmuş, işsizlik artmış, ekonomik kriz toplumu ve aileyi parçalayacak noktaya gelmiştir. Bu ve benzerlerini ortaya çıkaracak, sesi çıkacak kimse ve medeni cesaret de kaybolmuştur. Aldırmama ve bana ne zihniyeti insanları sadece egolarıyla hareket etmeye sürüklemiştir.

Siz bir dönem birçok ihtiyacı karşılayan Eminönü’ndeki yerli mallar ve Sümerbank mağazasını acaba hatırlar mısınız? Beykoz kundura fabrikasının öksüz halini Boğaz’ın sularından hiç gördünüz mü? Sanki İkinci Dünya Harbinden yeni çıkmış harap bir Berlin manzarası gibi karşınızda durmaktadır.

Yabancılar dayattı biz tarıma, üretime kota koyduk. Aman daha fazla üretmeyin dedik. Bazı yabancı savcılar hukuk danışmanı oldu; anayasada fikirleri alındı. Yargıdaki personel görgü ve bilgi geliştirmek için ABD’de eğitici seyahatlere çıktı.

Rakamlarla oynadık; ama sonunda enflasyonu %49 olarak açıklamak zorunda kaldık. Müdahale edilmemesi gereken ve anayasa garantisi altına alınmış kurumların içlerine iktidarları karıştırdık. Söz dinlemeyen yöneticileri kapının önüne koyduk. İç politikada yaptığımız yanlışları, bazen dış politikaya taşıyarak düşman kazandık. Ülke itibarını kırıcı olduk. İsrafın, yolsuzluğun, gösteriş tüketiminin zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Ülkeyi yöneten üst kademelerin buna karşı örnek olmalarını beklerdik. Devlet ile partiyi özdeşleştirdik. Devlet=Parti oldu. En üst makama itibar kaybettirdik. İç siyasette hiddet, şiddet ve adeta kan davası hâkim hale geldi. Kimse bir araya gelecek ortamı bulamıyor. Beyanatlarda seçilen cümleler hiç hoş değil; toplumu geriyor ve kamplaştırıyor. Tabii ki geleceğe olan güveni sarsıyor ve beyin göçünü artırıyor.

Türk lirasının değerini koruyalım dedik ama köprü, geçit, şehir hastanelerini dolarla garantili geçiş ve hasta ile borçlandırdık. KDV’yi %8’den %1’e indirdik. Geçici bir tedbir getirip üretimde maliyeti düşürücü temel girdileri ucuzlatamadık. İthalat hastalığı yarattık. Önümüzde yine anayasa konusu var. Millî kimliksiz, milliyetsiz, devletimizin kuruluş gerekçelerini inkâr eden, toplumu birbirine yabancılaştırıcı etnik yobazlık yine gündeme getirilebilir. Sevr şartlarına dönmek bazılarınca demokratikleşme ve çağdaşlaşma zannediliyor. Millî Mücadeleyi reddeden bazı sağ çevreler zor şartlarda zafer kazanan Cumhuriyet’in önderlerini suçluyorlar. Anlaşılan bunlar Türk’ün yenilgisini bekliyorlardı.

Keşke ülkemizde bu gibi çirkin manzaralar, Türkiye’yi zora sokan bu gibi yanlışlar olmasaydı da biz birçok alanda ve özellikle de savunma sanayiindeki başarılarımızı ve benzerlerini yazabilseydik. Bütün bu gibi olumsuzlukları aşarız; yeter ki yanlışta ısrar etmeyelim ve birbirimizin görüşlerine saygı duyalım.