Ömür Kızıl

Tüm yazıları
...

‘Büyük Türkiye’ veya ‘Büyük Türkistan’ idraki

İletişim: omurpasha@hotmail.com

Ömür Kızıl

İnsanın düşünme süreçlerinin, temelde sözel (verbal) ve mekânsal/uzamsal (spatial) düşünme adını verdiğimiz iki farklı düşünme stili tarafından şekillendirildiğini söyleyebiliriz. Herhangi bir husus üzerine kafa yoran insanın zihni, sürekli bu süreçlerin tazyiki altında meşgul bir vaziyettedir. Söz konusu düşünme stillerinin, insanın yaşadığı çevreye ve dünyaya ilişkin geliştirdiği algıyı da inşa ettiğini belirtebiliriz. Matbuatın gelişimi ve yayılımı ile birlikte, insan zihnine ‘enjekte’ edilmek üzere sözel ve uzamsal formattaki verilerin propaganda materyallerinde yer bulması, tamamıyla bu düşünme stillerinin algı inşasındaki eşsiz işlevinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla insanoğlu bu hususun farkındadır. Propagandanın bilinçli manipülasyonuna karşın, tarihsel süreçte doğal olarak tezahür eden ve biriken olay ve olgular da benzer algısal kaymalara yol açabilmektedir. İnsanoğlu her ne kadar bu husustaki özelliğinin ve zaafının farkında olsa da; bu farkındalık her zaman tedbir ile neticelenmemektedir. Zira insanoğlunun birkaç kuşağa yayılabilecek tecrübe farkındalık ölçeğini aşan derinlikte ve sürede hayat bulan olgular, tedbir alma olasılığı bulunan bir şuurun ortaya çıkışını da akamete uğratmaktadır. Binaenaleyh bu husus insan topluluklarının çeşitli olgulara yönelik algılarını tahribata uğratabilmektedir. Türklerin, yaşadıkları coğrafyaya ilişkin mekânsal algıları da benzer bir yozlaşmaya maruz kalmıştır. Bu yozlaşma, temelinde, sözel ve mekânsal düşünme ile şekillenen bir süreci ihtiva etse de; marazın ortaya çıkışı, bilinçli bir manipülasyonun ürünü gibi durmamaktadır. Dolayısıyla Türk’ün kendi zihninin ve düşünme süreçlerinin, bilinçsizce yarattığı insan ürünüdür.

Türklerin yaşadığı coğrafya bugün Türkiye ve sınırlarındaki kayıp vatanlar ile Kafkasya ve Türkistan coğrafyasındaki bağımsız Türk devletlerinde konsantre olmuştur. Bu coğrafyaların dışında Rusya, Ukrayna, Moldova, Afganistan, İran, Çin vb. pek çok ülke içerisinde yine Türk nüfusunun yoğun olarak yaşadığı ancak bağımsız siyasi idareye sahip olmadığı yerler de bulunmaktadır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Türklerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerin başında Türkiye ve Türkistan coğrafyası gelmektedir.

‘Türkistan’ kelimesindeki ‘-istan’ eki Sanskritçeden Farsça’ya geçmiş olup ‘bir şeyin çok bulunduğu yer anlamına gelmektedir.(1). Dolayısıyla ‘Türkistan’ ifadesi, muhtemelen Farsların ataları tarafından, Türk devletlerinin bulunduğu yer için ‘Türklerin yaşadığı yer’ anlamında kullanılmış olup günümüze geniş bir coğrafyanın adı olarak tevarüs etmiştir. Ancak ilk isimlendirmenin herhangi bir siyasi teşkilattan ziyade, kültürel bir coğrafyayı tanımladığı açıktır. Benzer bir durum ‘Türkiye’ ifadesi için de geçerlidir. Türkiye isminin de Türklerden önce Avrupalılar tarafından kullanıldığı bilinmektedir. İtalyanca ‘Turc’ kelimesine ‘-hia’ ekinin getirilmesiyle oluşturulduğu ve diğer Avrupa dillerine de İtalyancadan geçtiği düşünülmektedir. “Turchia” kelime anlamı olarak ‘Türk ülkesi’, ‘Türk ili’ gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelimeyi kullananlardan biri de ünlü İtalyan gezgin Marco Polo’dur. Avrupalılar tarafından hazırlanan bazı eski haritalarda, Türkistan coğrafyası için de ‘Türkiye’ ve ‘Büyük Türkiye’ gibi isimlendirmelerin kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla özünde ‘Türkiye’ ve ‘Türkistan’ yer isimlerinin aynı şekilde ‘Türklerin yaşadığı yer’ veya ‘Türk ili’ anlamlarına geldiğini ancak Türklerin farklı dil konuşan farklı komşuları tarafından verilen isimler olması sebebiyle farklı ekler (-istan ve –hia[-ye]) ile oluşturulan kelimeler olduklarını söyleyebiliriz. Aynı anlama gelen, ama farklı şekilde seslendirilen iki isim.

Tarihin tecellisi ile şekillenen pek çok farklı olay ve olgu ile desteklenen firkat, bu eş anlamlı kelimelere farklı hüviyetler yüklemiş ve ‘Türklerin yaşadığı yer’i iki ana kompartımana ayırma işinde sözel destek bulmuştur. Bu şu anlama gelmektedir; tarihin hiçbir döneminde, önünüze açtığınız haritalarda Anadolu’dan Kaşgar’a uzanan kesintisiz bir ‘Türkistan’ veya ‘Türkiye’ yazısı göremezsiniz. Oysa bu bahsi geçen coğrafya, tarihin çok büyük bir döneminde ‘Türklerin yaşadığı yer’dir. Yani tamamı Türkiye’dir. Diğer bir deyişle ise tamamı Türkistan’dır. Yekpare bir kültürü barındıran, yekpare bir coğrafyadır. Ancak geçmişten günümüze, Türk’ün kendi yaşadığı yere ilişkin mekânsal tasavvurunu inşa süreci, bu şekilde sözel düşünme vasıtasıyla bir bölünmeye maruz kalmıştır. Bu sözel ayrım; tarihi süreçte farklı Türk boylarının arasına giren coğrafi mesafenin dil üzerindeki yansımasıyla, dilde lehçe oluşumu şeklinde meydana gelen ayrışma ve bölünme ile eş zamanlı veya onun hemen ardından gerçekleşmiş olmalıdır. Kimliğin din üzerinden şekillendiği bir çağda, Sünni Anadolu ve Türkistan arasında, İran ve Azerbaycan’da filizlenen Şii bloku da iki coğrafyanın fiziki ve kültürel kopuşunda kasıtsız bir tesire sebebiyet vermiştir.

Cereyan eden tüm bu olay ve olguların yarattığı bölünmüşlük, Türk’ün zihnindeki mekân ve jeopolitik algısını günümüze sirayet edecek şekilde etkilemiştir. Ancak ‘Türklerin yaşadığı yer’(Türkiye veya Türkistan)’in çilesi bu kadarla sınırlı değildir. Siyasi ve bölgesel coğrafyanın modern zamanlarda yarattığı mekânsal algı tahribatı, yukarıda sayılanlardan geri kalmayacak bir mahiyettedir. Bu son etken, özellikle bağımsız Türk devletlerinin dışında kalan kayıp vatanlarda yaşayan Türkler açısından büyük olumsuzluklar yaratmıştır.

Coğrafya disiplininin en önemli mekânsal temsil araçları haritalardır. Siyasi coğrafya ve bölgesel coğrafya, ‘mekân’ı bu haritalar üzerinde çeşitli sınırlar ile bölerek canlandırmakta, örgün ve yaygın eğitim vasıtasıyla vatandaşlara aktarmaktadır. Fransız coğrafyacı Vidal de la Blache tarafından geliştirilen ve Dünya genelinde mekânsal verilerin analizini güçleştirdiği ve manipüle ettiği gerekçesiyle pek çok coğrafyacı tarafından eleştirilen ‘bölgesel coğrafya’, farklı coğrafyalarda olduğu gibi ‘Türklerin yaşadığı yer’e ilişkin mekânsal verinin analizini de güçleştirmekte ve bu suretle bazı Türk kültür havzalarını ortaya çıkaran konfigürasyonları işlevsiz kılmak suretiyle kayıp Türk vatanlarını görünmez hale getirmektedir. Mekânı, siyasi devlet teşkilatlarının sınırlarına göre temsil eden haritalar, kuşkusuz milli bilinç ve kimliğin yaratımı hususunda işlevsel araçlardır. Lakin bu işlevler gerçekleştirilirken, Türk milletinin siyasi hâkimiyetini kaybetmiş olmasına rağmen halen kültürünü yaşatmakta olduğu kültür havzaları temsilden yoksun bir hal almaktadır. Bu durum ise, ‘Türklerin yaşadığı yer’in fiili bölünmüşlüğünü; bağımsız olmayan Türkleri tamamen silmek suretiyle, bağımsız Türk devletlerinde yaşayan vatandaşların zihnine nakşetmektedir. Bugün zulüm altında inleyen kayıp vatanlara yönelik kayıtsızlığı da bu minvalde değerlendirebiliriz.

Türk’, ‘Azeri’, ‘Kazak’, ‘Kırgız’, ‘Özbek’ ve ‘Türkmen’ kimlikleri siyasi ve bölgesel coğrafya disiplinlerinin enstrümanlarıyla konsantre edilip güçlendirilirken; genel Türklük fikri ve kimliği aynı derecede zayıflatılmaktadır. Bu hal, halen devam ederken; günümüzün ulusal ve uluslararası konjonktürü bu durumu besleyecek bir evrimleşme sürecini sürdürmektedir.

İnsanoğlunun hem güçlü hem de zayıf olmasını sağlayan bir meziyeti vardır; kendi zihni ile yarattığı öznel olgulardan kendisini sıyırarak, onu kendi kabulünde nesnel hakikat seviyesine ulaştırmak gibi. ‘Türklerin yaşadığı yer’, diğer bir deyişle ‘Türkiye’ veya ‘Türkistan’ın başına gelen de ne yazık ki aynıdır. Türkler, sözel ve mekânsal/uzamsal düşünmenin en güçlü enstrümanlarını kullanarak, kendi yaşadıkları fiziki ve kültürel coğrafyanın yekpareliğine rağmen, zihinlerindeki mekânsal tasavvurları paramparça etmiş ve bir hakikatmiş gibi kendilerine zulmeden bu hayale sarılmışlardır.

Sınırları insan zihni çizer, sonra da bu sınırları kendisinden bağımsız nesnel bir hakikat mertebesine ulaştırmak suretiyle, kendisini manipüle etmeye meyyal bir hal ve tavır sergiler. İşte ‘Büyük Türkiye’ veya ‘Büyük Türkistan’ın önündeki en büyük engel, fiili güçlüklerden ve hatta imkânsızlıklardan dahi önce bu idrak sorunudur. Zira imkânsız olarak nitelendirilene, o hüviyeti veren de yine aynı idrak sorunudur.

(1) Özhazar, İ. ve Elbinsoy, İ. (2017). Modern Dönem İslam Ülkeleri 2. İstanbul: Tire Kitap, ss. 210.