Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

Çöküş ve Diriliş

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

Bizim son imparatorluğumuzun çöküşü, yüz elli yılı aşan bir süreç içinde gerçekleşti. Bütün hastalıklarına ve gerilemesine rağmen 1769’ya kadar dünyanın en büyük devleti olarak kabul edilen Osmanlı, o yıl patlayan Rus savaşı sonunda hezimete uğramış ve ikinci sınıf devlet seviyesine düşmüştü. Sonrası sürekli yenilgiler, yenilgiler ve eriyip gitme; yıkımı durdurabilmek için çabalar, çırpınışlar...  Bu uzun tarih dilimi, sözün gerçek anlamıyla,  bir “Felaketler Dönemi” idi.

İmparatorluğun çöküşü, sadece siyasî bir tasfiye, toprak kayıpları, harita üzerinde sınır değişmeleri değildir. Birinin yarası kapanmadan yenisi patlayan savaşlar dizisinde can veren milyonlarca genç insanın kaybı, milyonlarca ocağın sönüşü, göçler, ekonomik çöküntü ve yoksullaşma, düşman istilâsı altında ezilmektir. Dokuz yüz yıl boyunca sürekli tazelenen, beslenen “haçlı” kininin azgın öfkesine muhatap olmak, katliama uğramak, ırzına geçilmektir. Bir toplumu ayakta tutan bütün manevî direklerin çatırdayıp kırılması ve bütün çatıların, kubbelerin başımıza yıkılışıdır.

Bu acılı tarih, bir neslin kara kaderi değildi; dededen toruna, torunların torununa sürüp gitti. O kuşaklar, acılı kucaklara doğdular, acıyla beslenip yaşadılar, acılar içinde ölürken çocuklarına acı bir hayatı miras bıraktılar.

19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı’nın ayakta durabilmesi, büyük devletler arasındaki ilişkilere, yarış ve çekişmelere, dengelere göre davranmaya, hep tutunacak bir etek yakalayabilmeye bağlıydı. Birinden silleyi yiyince bir başkasının koltuk altına sığınmaktan başka çare yoktu. Bunun bedeli de son derece ağırdı; imparatorluğun bütün ekonomik kaynakları yabancıların kontrolü altına geçmişti. Sözün özü, artık Osmanlı gerçek anlamıyla bağımsız devlet değildi, sömürge ülkesiydi. Kıskaç gittikçe daha çok sıkıyor, kan kaybı artıyor, devlet güçten düşüyor ve yavaş yavaş can çekişiyordu.

20. yüzyıl başlarında, yaklaşan büyük çöküşün kâbusu içindeki aydınlar, bir arayış ve çırpınış içindeydi. Zengin, güçlü ve baş döndürücü bir gelişme içinde olan Avrupa’ya karşı içlerinde biriken aşağılık duygusu; onların iliklerine kadar işlemişti. Kendi ülkelerinde bilim yok, hiç bir teknik birikim yoktu. Gerilik, cehalet, sefalet, kıtlık, açlık, salgın hastalıklar içindeki bir ülkenin çocukları olmak ve genç yaşlarında kudretli Avrupa’yı tanımak; onların ruh dünyasında derin yaralar açmıştı. Avrupa, aynı zamanda kendi devletlerini hırpalayan, parçalayan, sömüren düşman demekti. İmparatorluğun son yüzyılında padişahlar başta olmak üzere devlet adamları ve aydınların tamamı, Avrupa’ya karşı hem hayranlık hem de nefret duyuyorlardı.

Üstelik bir başka yara vardı: Osmanlının yaklaşan yıkılışını gören içerdeki gayri Türk toplumlarda günden güne azgınlaşan ayrılıkçı kaynamalar, ayaklanmalar birbirini kovalıyordu. Yunan, Sırp, Bulgar, Ermeni ayaklanmalarından sonra Arap ve Arnavut bağımsızlık hareketleri başlıyordu. Ne yüzyıllarca birlikte yaşama hukuku ve kültürü, ne din kardeşliği gibi kavramlar; gayri Türk tebaayı, çöken imparatorluğun yağmasına dalmaktan alıkoymuyordu.

İşte o dönemin Türk aydınları, bütün bu acılarla yoğrulmuş, gerçeklerle yüzleşmiş, dünyanın nasıl döndüğünü kavramış, uçurumun kenarında kendini kurtarma yol ve yordamını bulmuştu: Kendine güvenmek, kendine dayanmak, kendinden başka dostu olmadığını kavramak; kısacası kendine gelmek...

1200 yıl önce, Orkun’da dikilen taşa kazılmış Bilge Kağan’ın çığlığı da buydu:

“Türk Milleti! Ökün!...”

Çöküş neslinin içinde bulunduğu bu ruh hâlinden fışkıran çare, Türk Milliyetçiliği oldu... Türk milliyetçiliği, sosyolojik ve kültürel temelleri yanında, tarihin mayalayıp yoğurduğu, Türk milletinin temel değerlerinden kaynaklanan bir düşünce biçimi, dünyaya bakış metodudur. Bazı ulemâ-yı cehlin buyurdukları gibi 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bazı aydınların, oyalanmak için icat ettikleri zamanın modası bir oyun değildir.

***

Birinci Dünya Savaşı sonunda İmparatorluk çöktü. Bu büyük yıkımı yaşayan, aralıksız savaşlar ve çalkantılar içinde akla sığmaz kayıplar veren çöküş nesli bitkindi, yorgundu.

Balkan bozgunu sırasında yangın yerine dönen yurtlarından kaçan, yaya yapıldak yollara dökülen Rumeli Türkleri, ayakta durabilen son eve sığınma telaşıyla Anadolu’ya can atmışlardı. Şimdi ise düşman gelip oraya da dayanmış; bahçesine, avlusuna dalıyor, evin içine doluşuyordu.

İşte o zaman yapılabilecek son şey yapıldı; ölüm kalım savaşına tutuşuldu. Çöküş nesli, dört yıl daha vuruştu, didindi, çırpındı ve son ev Anadolu’yu düşmandan kurtardı.

İstiklâl Savaşı sonrasında patlayan güven duygusu, harap ve bitkin memleketin üstünde umut yüklü yeller estiriyordu. Fakat on yıl sürekli savaşlar içinde genç nesillerini kaybetmiş millet bitkindi. Tarım ve iş hayatı kurumuş haldeydi. Yeni bir devletin ve düzenin kurulmasındaki zorluklar, yeni yönetimin omuzlarına yükleniyordu.

“Çöküş Nesli” dediğimiz, İmparatorluğun kucaklarında ölümünü yaşayan o fedakâr ve inançlı nesil; şimdi Cumhuriyet’in kurucularıydı. Artık “Diriliş Nesli” oluyorlardı. Onlar için ümitsizlik, çaresizlik yoktu; her zorluğu, her engeli aşacaklardı...  

Onlar; Mustafa Kemal Paşa’yla birlikte rahmetle anılacak binlerce, on binlerce öncüler, safkan Türk Milliyetçileriydi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni mayalayan, biçimlendiren, temel değerlerini kazandıran fikrî ve siyasî hareket, Türk Milliyetçiliğidir.

***

Tarihin akışına uyarak, sohbetimizi, büyük çöküşü yaşamış bir neslin, diriliş bayrağını yükseltişinde bağladık.

Onlar, bir yanlarıyla hep “Çöküş Nesli” olarak yaşadılar. O çöküş acıları, sızıları yüreklerinden hiç silinmedi.

Bu hatırlatmayla sözü düğümlerken içimde türküler akıyor. Hangisini dinleyelim?  

“Çıkayım gideyim Urumeli’ne / Arzuhal vereyim Beylerbeyi’ne...”

 “Şol Revan’da balam kaldı, yavrum kaldı...”

“Kırım’dan gelirim, adım Sinan’dır...”

“Sokakları mermer taşlı / Güzelleri kalem kaşlı, Cezayir...”

“Kerkük’e Paşa geldi / Âlem temaşa geldi...”

“Akma Tuna akma, ben bir dertliyim...”