Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

Gelecek, tarihin üstünde yükselir

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

Ankara’nın yaz akşamları güzelleşmeye başladı. Açık havada, dingin bir ortamda, çay sefasına ve sohbet salıncağına kendimi koyvermeyi özlemişim. Önceki akşam dört arkadaş bu keyfi yaşadık. Bir ara sohbetin akışı, büküle büküle yakın geçmişin siyasî mirası ve günümüzün Türkiye’sine dayandı. Bir dostumuz, bu günkü siyasî oyuncuların ilk akla düşen on kadarına çok renkli övgüler sıraladı ve destanî kişilikler sıvadı. O anlatıyor, biz gülüşüyorduk. Birinin işini bitirdiği anda, önüne yeni bir isim sürülüyor ve onun hakkındaki düşünceleri soruluyordu. Bir ara gülmekten katılmak üzereydik. Bizimki, birden sustu ve sonra ortaya konuştu:

“Ağlanacak halinize gülüyorsunuz... Bana yazık değil mi şimdi; onlardan söz edip, dilimi kirletiyorum...”

Bu sözüne masadakiler hep birden hak verdiler.

***

İmparatorluğun çöküşünden ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluşundan bu güne uzanan yakın tarih konusunda, birbirini besleyen anlatımlarla sohbetimiz akıyordu. Aramızdaki en genç arkadaş, ara sıra sorduğu sorularla konuşmaları harlatıyordu. Bazen de birbirimize girip kapışmamıza yol açıyordu. Onun sorması üzerine, gençlerimizin; tarih okumayı sevmeleri,  bunu yapmaya çalışırken nelere dikkat etmeleri gerektiğini konuştuk:

“... Tarih bilgisi, tarih kültürü kolayca yığınlaşamaz, zenginleşemez. Zaman içinde damla damla birikir. Tarih okumada belli konular, belli dönemler, belli olaylar ve insanlar hakkında seçilip okunan kitapların sayısı arttıkça bu birikim kabaracaktır...”

Bir ara yine bir soru yüzünden Orkun Yazıtları’na, Göbeklitepe’ye, Mısır piramitlerine uzanıp döndük.

“... Elbette okumanın yanı sıra dinlemek ve görmek, insanın zihninde gelişen, büyüyen tarih hazinesini zenginleştirir. Müzeler, anıtlar, uzak ve yakın geçmişin mirası olan eserleri, kalıntıları görmek; kazanmakta olduğumuz tarih ufkunu genişletir. Avrupa’nın zenginleri, 19. yüzyıl başlarından beri dünyanın her yanından tarihî eserler toplayıp ülkelerine taşıdı. Bizden de bazen iznimizle, bazen kaçak olarak nice değerli eserler alıp götürdüler. Bunlar, kadınlara takacakları süs eşyası değil... “

Arkadaşlardan biri, sözü araya sapladı:

“Eski eserleri gezmek, görmek, incelemek konusunda, senin Antakya’da yaşadığın bir hikâye vardı. Şeddeli ‘Ş’ ile ‘eş-şek’ kimler oluyordu? ”

Yirmi yaşında toy bir memurken aldığım o unutulmaz dersi, bir daha dile getirdim:

***

1967 yazında günlerden bir gün, bunaltıcı sıcaktan kurtulmak için koca ağaçların altındaki çay bahçesine daldım. Koyu gölgeli bir yer bulmak için bakınırken yan taraftan Emin Ağabey’in gür sesini duydum; beni çağırıyordu. Nurettin Ağabey ve üçüncü bir kişiyle oturuyorlardı. Yanlarına vardığım sırada adam, bizimkilerden izin isteyerek kalktı ve ayrıldı. Bu, ara sıra rastladığım, hep şık giyimli, kasılarak yürüyen, etrafına kibirli bir havayla bakan biriydi. Emin Ağabey, uzaklaşan adamın ardından şöyle bir baktı ve bize döndü:

“Bunu müdür değil, devlet kapısında bekçi köpeği yapmak bile yanlış!” dedi. Öfkesi azgınlaştı, “bunun gibiler” diyerek renkli övgüler savurmaya girişti. Nurettin Ağabey, onun böyle acımasızca kesip biçmesine kıs kıs gülüyor, ateşe benzin sıkma türünden sözler söylüyordu. 

Emin Ağabey, bana açıklamaya başladı:

“Biz, burada Antakya tarihi hakkında daldan dala sohbet ediyorduk; herif geldi, yanımıza oturdu. Kaç yıldan beri burada yaşıyor. ‘Biz aydınlar…’ diye söze girmeye bayılan biridir. Konuşma sırasında kendisi söyledi; Hatay’da hiçbir tarihî eseri merak edip görmemiş: Kaleye çıkmamış, Ulu Cami’ye, Habib-i Neccar’a girmemiş; Senpiyer Kilisesi’ne uğramamış. Her gün önünden geçtiği, dünyanın en büyük müzelerinden biri Mozaik Müzesi’ni gezmek aklına gelmemiş. Bakras ve Payas kalelerini, Sokullu Kervansarayı’nı geçerken karşıdan görmüş ama yanlarına sokulmamış… “

Emin Ağabey, Hatay’daki birçok tarihî eseri daha böyle sayıp döktü.  Sonra ikisi arasında; kültür, sanat, tarih ve ‘aydın – münevver’ insanın yetişmesinde temel değerler konusuna yayılan renkli bir sohbet başladı. Ben, ardı ardına çayları devirirken dikkatle onları dinliyordum. İkisi de çok okuyan ve iyi konuşan insanlardı. Nurettin Ağabey, tarih ve gelecek arasındaki bağın önemini vurgularken, gözlerini bana dikmişti: “Gelecek, tarihin üstünde yükselir...”

Emin Ağabey, konuyu şöyle düğümledi:

“Az çok okuyan bir insan, bir yere günü birlik gezmeye gitse; oraya damga vuran tarihî eserlerden hiç olmazsa en önemli birini görmeye çalışır. Lâfa başlayınca mangalda kül bırakmayan ama yaşadığı yerdeki tarih hazinesini görmeyen bir adamın; kalenin dibinde otlayan keçiden, cami avlusunda yatan ‘eş-şek’ten ne farkı var?...”

O anda yüzüm kızardı mı, bilmiyorum! İçimde uyanan bir utanma duygusunun yavaş yavaş kabardığını hissettim: Aylardan beri Antakya’daydım. Arkadaşlarla ara sıra konuşuyor, “Bir gün şuraya gidelim, buraya gidelim…” diyorduk ama hep savsaklıyorduk. Emin Ağabey’in söylediği yerlerden bir ikisi dışında hiç birini gezmemiş, böyle şeylere zaman ayırmamıştım...

Sanki yüzümde bir kamçı vuruşu şaklamıştı!
Aldığım ders, yakıcıydı…

***

Nurettin Elçi, o yıllarda Hatay Türk Ocağı’nın başkanı, Emin Dağıstanlı da yönetim kurulundaydı. O günlerde farkında bile değildik ama onlar ve diğer büyüklerimizden çok şeyler öğrenmişiz. Bazı kavramları, bazı deyimleri, bazı sözleri de onlardan alıp sahiplenmişiz.

1990 güzünde bir gün, Bursa’da Yeşil Cami’nin yanındaki ünlü kebapçıda iki arkadaşla buluştuk. Yemekten sonra yan taraftaki çay bahçesine geçip oturduk. Tam karşımızda, uzak yamacın üstünde Emirsultan Camii ve Türbesi yükseliyor. Buradan Emirsultan’ı seyre doyum olmaz... Servilerin kuşattığı beyaz minarelerin, o yeşillik arasından sıyrılıp yükselişi, insanı büyüler ve gözleri oraya kitlenir kalır...

Arkadaşlardan biri, eliyle arka tarafı gösterdi: “Bir gün gelip şu Yeşil Türbe’yi ve Cami’yi gezeceğim.” Öteki şaşkınlıkla sordu: “Hiç gezmedin mi?”  Cevap son derece sakin ve yumuşaktı: “Yo, ben görmedim ama bizim hanım arkadaşlarıyla ziyaret etmiş...”

Bu arkadaş, on yıldan daha fazla zamandır Bursa’da çalışıyordu. Ben, çarpılmış gibi yüzüne bakıyordum. Dünyanın öte ucundan Bursa’ya yolu düşenlerin ilk görmek istediği yerlerden biri, çinileriyle ünlü Çelebi Sultan Mehmet’in türbesi ve yanındaki benzersiz mimarisi olan Yeşil Cami’ydi.

O anda Emin Ağabey’in sözü aklıma düşüverdi. Birden kasıldım, bir gülme kriziyle sarsılıyordum. Önümdeki çay bacaklarıma döküldü. Nöbetler halinde güldüm ha güldüm. Gözlerimden yaş akıyordu. Telaşla su getirdiler, zorla bir iki yudum içebildim. Neden sonra yatışabildim. Arkadaşlar ve çevreden başıma toplananlar, bana ne olduğunu, neden böyle güldüğümü anlamaya çalışıyor, soruyorlardı.

Krize kapıldığım anda içimden geçen sözü dillendirmedim:

“İşte, Emin Ağabey’in ‘eş - şek’lerinden biri!..”