Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

‘Hasta Adam’ın Yol Hikâyesi

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

1877 Türk- Rus savaşı (93 Moskof Harbi) sonrasındaki otuz yıl, bizim imparatorluğumuzun can çekişme dönemidir. Dünyanın başlıca siyasî merkezlerinde ‘Hasta Adam’ olarak anılan Osmanlı, bütün çabalara rağmen toparlanamıyordu. Devletin yönetim alanındaki bütün işleri, Avrupa büyük devletlerinin doğrudan veya dolaylı denetimi altındaydı. Maliye ise Düyun-u Umumiye yönetiminin kesin kontrolüne bırakılmıştı. İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Avusturya temsilcilerinden oluşan bu kurum, Avrupalı bankerlerin çıkarına uygun bir ekonomik düzen oluşturmuştu.

Avrupa ülkeleri ve Rusya, Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Ama bu büyük mirası nasıl bölüşeceklerinde anlaşmaları mümkün değildi. İşte bu yüzden ‘Hasta Adam’, hasta yatağında hayatını sürdürüyordu.

20. yüzyıla doğru ekonomik gerilik, her alanda ülkeyi güçsüz ve çaresiz düşürüyordu. Avrupa’da patlayan sanayi devrimini ıskalamış, makineleşme ve fabrika üretim düzenine geçememiş olmanın sonuçları yıkıcıydı. Geleneğe dayalı üretim alanları, Batı’nın sanayi üretiminin saldırısı sonucu hızla çökmüştü. Tarım, halkın büyük kesiminin geçim alanıydı ama dünyadaki yeniliklerden habersiz yapılıyordu. Bin yıl önceki kara sabana dayanıyordu. Köylü, çoğunlukla pazarlara ulaşma imkânı olmadığından kendine yetecek kadarını üretiyordu.

Batı ülkelerindeki gelişme, sanayileşme ve yenilikler, elbette Osmanlı yöneticileri ve aydınları tarafından görülüyordu. Fakat bunları kendi ülkelerine getirmek, Avrupa’yı taklit ederek modern üretime geçmek için ne bilgi birikimi ne de sermaye vardı. Bu durumda tutulacak yol belliydi; Batı’daki eğitim ve okul biçimi taklit edilecekti. Avrupa tarzı eğitim kurumlarına karşı gelenekleşmiş medrese çevrelerinden, muhafazakâr kesimlerden homurtular duyuluyordu: “Bu yeni mektepler, çocuklarımızı gâvurlaştırıyor...”  Avrupa örneklerine göre kurulan yeni eğitim kurumları da öyle hızla gelişip çoğalamıyordu. Bunun için uzun zaman gerekiyordu.

Osmanlı yönetimi, çaresizlikler içinde kıvranıyordu. Ülkenin pek çok bölgesi doğru dürüst yönetilemiyor, güvenlik sağlanamıyor, vergiler toplanamıyor, asker alımı yapılamıyordu. Yani devletin eli, ülkenin çoğu yerlerine ulaşamıyordu...

***

Dünya, kara ulaşımında sihirli bir gelişme yakalamıştı, ulaşımda altın çağ yaşanıyordu. Demiryolu ile şehirler şehirlere, bölgeler ve ülkeler birbirine bağlanıyordu. Dağlar deliniyor, çöller aşılıyordu. Develerin, katırların yerini trenler alıyordu. Lokomotif ile yakalanan hız, masallarda bile yoktu. Ticaret büyüyor, buna bağlı olarak üretim artıyordu.

Osmanlı, demiryolu mucizesini iyi kavramıştı.1872 yılında, büyük bir uzman olan Wilhelm Von Pressel, ülkenin demiryolları planını hazırlamakla görevlendirilmişti. O zaman İngilizlerin yaptığı İzmir-Aydın ve Adana-Mersin ile Fransızların İzmir-Turgutlu hatları vardı. 1888 yılında Avrupa’dan gelen demiryolu İstanbul’a ulaşmıştı. Avrupa ile İstanbul’u birbirine bağlayan bu demiryolu, Alman sermayesinin kontrolü altındaydı.

Osmanlı, kendisi demiryolu yapabilmek için ne teknik bilgi ne sermaye sahibiydi. 1888’de İzmit’ten Ankara’ya ulaşacak bir demiryolu inşası için Anadolu Demiryolu Kumpanyası’na imtiyaz verildi. Sultan Hamit’in rüyası büyüktü; ileride bu hattın Sivas ve Diyarbakır üzerinden Bağdat’a kadar uzatılmasını da şart koşmuştu. Alman girişimciler, hızla işe başladılar.  Eskişehir üzerinden geçen demiryolu hattına 485 kilometre ray döşendi ve ilk tren 1893 Ocak ayında Ankara’ya ulaştı. Sultan Hamit, bu hızlı ve başarılı çalışmadan duyduğu memnuniyetle,  Şubat ayında, Eskişehir’den Konya’ya 444 kilometrelik bir hat yapılması için aynı şirkete imtiyaz verdi. İlk tren 1896 yılında Konya istasyonuna girdi...

Alman sermayesine verilen bu imtiyazlar sonucu başlayan Fransız homurtusu karşısında onlara da yeni işler verildi. İzmir-Turgutlu hattının Afyon’a kadar uzatılması ve Suriye’de demiryolu inşası için yeni imtiyazlar verildi. Bütün bunlar, ağır bedellere mâl oluyor; devlet yeni borçlar altına giriyordu. Şirketlere kilometre başına 15 bin frank kazanç garanti ediliyordu. Ayrıca demiryolunun iki yanında 10 kilometrelik alanlardaki madenlerin işletilmesi, tarım ve sulama yatırımları yapılması gibi haklar veriliyordu. Edward M. Earle’nin ifadesiyle “Sultan, imparatorluğunu ipotek ediyordu.”

Demiryolunun geçtiği bölgelerde hayat hızla değişiyordu. Ulaşımın hızı ve gücü ile ticaret canlanıyor, üretim artıyordu. İç Anadolu’dan tahıl ihracı başlıyordu. Askerî strateji bakımından demiryollarının getirdiği imkân son derece büyüktü.

Bunların ardından demiryolunun Bağdat’a, oradan Basra’ya uzatılması çalışmaları yoğunlaştı. Bu arada Almanya’nın elde ettiklerini kızgın gözlerle takip eden İngiltere, Fransa ve Rusya’dan sürekli engelleme hamleleri yapılıyordu. Kendilerinin Ortadoğu’daki çıkarlarına zararlı olduğunu açıkça dile getirmeye başlamışlardı.

İstanbul’daki Rus elçisi Zinovyev, Osmanlı hükümetine açık tehditler savuruyordu: “Ankara’dan doğuya ve Musul’a uzanacak demiryolu, Rusya’nın Kafkasya bölgesindeki stratejik çıkarlarına aykırıdır. Rusya, bunu kabul etmeyecektir. Eğer Türk hükümeti inat ederse, birikmiş savaş tazminatının (57 milyon frank)  toptan ödenmesini isteyecek, gereken tedbirleri alacaktır...”

Bu tehdit üzerine Ankara-Kayseri-Diyarbakır-Musul üzerinden geçecek yol değiştirildi. Konya-Adana-Halep- Musul’a kaydırıldı. Osmanlı, kendi ülkesinde ihtiyaca göre yol açma hakkına bile sahip değildi...

Bağdat Demiryolu sözleşmesi 1903 yılında kesinleşti. İngiltere, Fransa ve Rusya’dan sürekli engeller ve aleyhte yayınlar devam etti. İngilizler, Bağdat’tan Basra Körfezi’ne uzanacak hat için keskin bir tavır içindeydi. Böyle bir girişim onların yüksek çıkarlarına aykırıydı, kendi kontrolünde olmadıkça bunu kabul etmeyeceklerdi.

Anadolu ve Bağdat demiryolları, emperyalist Batı ülkelerinin birbiriyle çatışmasını körüklemişti. Parçalanacak ve paylaşılacak Osmanlı ülkesi için kavga her geçen gün şiddetleniyordu. Profesör Jastrov, şöyle diyordu: “Bağdat Demiryolu, 20. yüzyılın hayaleti oldu...”

Sultan Hamit’in 1909’da tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar, bu hayaletin şiddetli etkilerini azaltmadı. Emperyalistler arasındaki çekişme; bütün görüşmelere, karşılıklı çözüm arayış ve tekliflerine rağmen sürüp gitti. İngiltere, Fransa ve Rusya için bu hayalet, sadece yol değildi. Alman emperyalizminin Ortadoğu’ya yerleşmesi ve kendi göz diktikleri yerlere el atma vasıtasıydı. İttihat ve Terakki yönetiminin bütün gayretlerine rağmen, bu müttefiklerin duruşu ve tutumu değişmiyordu.

Sonuçta Birinci Dünya Savaşı patlamış ve söz silahlara düşmüştü...

***

Sultan Hamit’e yapılan Alman taraftarlığı suçlaması, onu deviren İttihat ve Terakki önderleri için de çok yaygın kullanılmıştır.

Sultan Hamit ve İttihatçılar, Alman kölesi değildi. Ne Sultan Hamit ne de Talat ve Enver Paşa’lar kör Alman sevdalılarıydı.

Sultan Hamit ve İttihatçılar, can çekişen kendi devletlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nu ölümden kurtarabilmek için çırpınan, çareler arayan, hayaller kuran insanlardı.  Bu çırpınış içinde dala el attılar, yılana sarıldılar, doğrular ve yanlışlar yaptılar.

Onların yaptıklarını, yaşadıklarını ve sonuçlarını değerlendirmek, dersler çıkarmak; tarih okuma ve üzerinde çalışmanın amacıdır. Bugünün politik boşboğazlığına malzeme yapmak için övmek, karalamak ve haklarında uydurmalar düzmek ise, ahmaklıktır...