Ömür Kızıl

Tüm yazıları
...

Mehter: Üç tarz-ı siyasetin savaşında

İletişim: omurpasha@hotmail.com

Ömür Kızıl

Modern anlamda askeri bando olarak isimlendirilebilecek teşkilatların başında gelen ‘mehter’, yaygın olarak bilindiği üzere Osmanlı devlet teşkilatının sembolik değerler taşıyan önemli bir birimiydi. Mehter, Farsça’da ‘daha büyük, en büyük’ anlamına gelen ‘mihter’ kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Çoğulu ise ‘mehteran’ olarak isimlendirilmiştir. Bu terimlere ilk kez 16. yüzyıl Osmanlı belgelerinde rastlanmaktadır. Ancak ‘mehter’ Türk tarihindeki yegâne askeri müzik birimi değildir.           

Türk askeri müziğine ilişkin ilk bilgilere, 8. yüzyıla ait Orhun kitabelerinde rastlanmaktadır. Bunun yanında Divan-ı Lügatüt Türk başta olmak üzere bazı eski kayıtlarda da Türk hakanının sarayının önünde nevbet davullarının vurulduğundan bahsedilmektedir. Bu gelenek daha sonra diğer İslam devletlerinde de görülmeye başlanmıştır. Savaşlarda ordunun moral ve motivasyonunu güçlendirmek için ses ve müzik kullanımı çok daha eski bir geleneğin parçasıdır. Büyük İskender’den, Perslere, Hintlilere ve Cahiliye devri Araplarına kadar bunun başka zaman ve mekânlarda da görüldüğü bilinmektedir. Savaş metafiziğini besleyen bu sembolik silahlar, geçmişten günümüze savaş meydanlarının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bunun en yüksek örneklerinden birisini ise Osmanlı Devleti’nde görüyoruz.

Mehter teşkilatının ne zaman kurulduğuna ilişkin bilgiler üzerinde henüz bir uzlaşma sağlanamamış olsa da; Anadolu Selçuklu Sultanı’nın Osman Bey’e gönderdiği tabl ve alem gibi hâkimiyet sembolleriyle başladığı genel kabul görmektedir.(1) Ancak aynı dönemde diğer beyliklerde de benzer oluşumların varlığı gözden kaçırılmamalıdır. Genel olarak eski bir kaideyi yaşatırcasına neredeyse tüm Türk devletlerinde benzer teşkilatlara rastlanmaktadır. 1402 yılında gerçekleşen Ankara Savaşı’nda hem Osmanlı hem de Timur orduları saflarından yükselen “gürgâ, nefîr, borgu, nakkāre seslerinin sûr-ı İsrâfîl gibi âlemi kaplaması”(2) bunun delillerindendir.

Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri teşkilatı ile özdeşleşen bu kurum, siyasi, askeri ve sosyal düzenin yozlaşması ile birlikte girişilen ıslahat hareketleri kapsamında 1826’da lağvedilmiştir. Yerine Avrupa bandoları örnek alınarak ‘Mızıkayı Hümayun’ kurulmuştur.

Osmanlı Devleti’nde baş gösteren yozlaşma, devlet adamlarını gerilemeyi tersine çevirme konusunda tedbirler aramaya itmiştir. Bu bağlamda çözüm önerileri sunan Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımları meydana gelmiştir. Kısaca hatırlayacak olursak; Osmanlıcılık, devletin kurtuluşunu, Türk, Bulgar, Yunan, Arap gibi tüm tebaanın Osmanlı milliyet sistemi ekseninde yapılandırılmış bir vatandaşlık bilinciyle bir arada tutmaya bağlamış bir fikir akımıdır. Yükselen Avrupa milliyetçilikleri, pek erken bir tarihte bu fikir sisteminin işlevsiz kalmasına vesile olmuştur. Batıcılık ise, yozlaşan Osmanlı kurumlarının ve kültürünün yerine, ‘ileri’ addedilen Avrupa kurumlarının ve kültürlerinin örnek alınmasını kurtuluş reçetesi olarak sunan bir fikir akımı olarak öne çıkmaktadır. Bu fikir akımı dâhilindeki faaliyetlerin çoğu taklidin ötesine geçemese de; bazıları Türk harsının dokusuna zarar vermeden sadece bir itki kuvveti yaratacak dokunuşlar niteliğinde gerçekleştirilmiştir. İslamcılık ise; Osmanlıcılık hayallerinin çöküşünden sonra en azından Müslüman tebaayı bir arada tutabilme gayretiyle ortaya atılmış bir fikir akımıdır. Arnavut ve Arap isyanları, bu fikir akımının uygulama sahası bulmasına müsaade etmemiştir. Yukarıda bahsi geçen, mehterhanenin kapatılması ve yerine Avrupa bandolarını örnek alan bir teşkilatın kurulması, batıcılık fikri kapsamında atılmış bir adım olarak nitelendirilebilir. Bu düzenlemenin etkileri 1826’dan 1914 yılına kadar devam etmiştir. Mehterhane-yi Hakani, Enver Paşa’nın iradesiyle, Ahmed Muhtar Paşa tarafından, Müze-i Askeri Osmani’ye bağlı olarak 1914’de tekrar kurulmuştur. Mehterbaşılığa getirilen Ali Rıza Bey (Şengel), aradan geçen bir asırda eski marşların unutulmuş olmaları sebebiyle Muallim İsmail Hakkı Bey, Hoca Kazım (Uz) ve Kaptanzade Ali Rıza Bey gibi bestekârların yaptıkları bestelerden yeni bir repertuvar oluşturmuş ve buna klasik fasılları da dâhil etmiştir.(3)

Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık fikir akımlarının çatışma halinde olduğu bir dönemde, Muallim İsmail Hakkı Bey gibi isimler, mevcut siyasi ve sosyal konjonktür bağlamında yeni marşlar kaleme alıp bestelemişlerdir. Bu marşlar, mücadele içerisindeki Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikir akımlarının takipçileri tarafından sahiplenilmiş olup, maziye duyulan özlemi yâd etmek amacıyla sevilerek dinlenilmekte ve sembol olarak kullanılmaktadır. Oysa 1914’ten sonra yazılan ve bestelenen marşlarda, iktidarda olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) etkisi büyük ölçüde hissedilmektedir. İTC, savaşım halindeki fikir akımlarının neredeyse hepsine sahip fraksiyonları barındırsa da; cemiyet içerisinde başat konumda olan fikir akımı Türkçülüktü.  Bu husus marşlara da yansımıştır.

Bugün ‘mehter marşı’ denildiğinde akla gelen ilk iki kelime büyük ölçüde ‘ceddin deden’ olmakta olup, en bilinen olması sebebiyle en çok dinlenileni de bu marştır. Bu yazı için ayrılan satırların sınırlı olması münasebetiyle meselemizi bu en çok bilinen marş üzerinden ele aldık. 1917 yılında Muallim İsmail Hakkı Bey tarafından yazıldığı bilgisi bulunan marşın sözlerine kulak verdiğimizde, mehter marşlarına sirayet eden Türkçülük (Türk milliyetçiliği) düşüncesinin izlerini görmek mümkündür.

“Ceddin deden, neslin baban

Hep kahraman Türk milleti…”

… Türk milleti, Türk milleti,

Aşk ile sev milliyeti”

Yukarıdaki dizeler gayet açık bir şekilde “Türk milleti” ifadesini kullanarak, Türklere seslenmekte ve milliyetlerini sevmeleri çağrısında bulunmaktadır. Türkçülüğün inkişaf halinde olduğu ve birkaç yıl sonra milli bir devlet kuracağı dönemde kaleme alınan bu satırlar, kendilerini yenilgiye uğratan bir fikir akımının izlerini taşımasına rağmen ilginç bir şekilde Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncesinin takipçileri tarafından benimsenmiş ve kendi fikir sistemleri açısından bir sembol haline getirilmiştir. Marşın sembolleştirilmesi pek tabii olarak Türkçüler açısından da geçerlidir.

Cumhuriyetin ilanından sonra 1935 yılında mehterhanenin tekrar lağvedilmesi ile birlikte, ‘Batıcılık’ ve ‘Türkçülük’ doğrultusunda kurulan yeni devlet ile hesaplaşma içerisindeki Osmanlıcı ve İslamcı çevrelerin, özlem duydukları Osmanlı devleti ile özdeşleştirmek suretiyle mehterhane ile birlikte mehter marşlarına da ilgilerinin arttığı söylenebilir. Osmanlıcı ve İslamcı çevrelerin Türkçülük barındıran marşları sahiplenmeleri vakıası, disiplinler arası yöntemleri işe koşarak incelenmesi gereken bir olgu olarak araştırmacıların ilgisini beklemektedir.

Türkçü marşların, farklı siyasi çevrelerce kullanımı ve popüler kültürün metaları haline getirilmeleri, bu kültürel unsurların bir nevi tüketimine ve itibarsızlaştırılmasına sebep olmaktadır. Bu da ele alınması gereken bir başka vakıa olarak kayda geçmelidir.

(1) Bu bilgiyi destekleyen herhangi bir vesika yoktur.

(2) Bu betimleme Nizameddin Şami’nin, Timur’un zaferleri ile ilgili olarak kaleme aldığı “Zafername” adlı eserinde geçmektedir.

(3) Mehter. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 28, ss. 545-549.