Vahit Türk

Tüm yazıları
...

Milliyetçiliğimizin Kaynakları-59

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Büyük Selçuklular-VI

Selçuklular, kaynaklarda asıl adının Muhammet olduğu kaydedilen Alp Arslan’ın başbuğluğunda Malazgirt’te Bizans ordusunun karşısına çıktığında aynı Dandanakan’da olduğu gibi zafer kazanacaklarına pek de ihtimal verilmeyen taraf idi. Tarihin yönünü değiştiren, Doğu Roma için sonun başlangıcı denilebilecek olan bu büyük meydan savaşı, bütün hayatını savaş meydanlarında geçirip savaş tecrübesi kazanmış, tarihin kaydettiği önemli hakanlardan biri olan Alp Arslan’ın savaşçılık yeteneğiyle, aynı Dandanakan’da olduğu gibi beklenenin aksine Selçuklular tarafından kazanıldı. Bu galibiyette Bizans ordusu saflarında Selçuklulara karşı savaştırılmak üzere getirilen Doğu Avrupa Türklerinin, soydaşlarının saflarına katılmasının da payı oldu. Bizans devletini yönetenlerin bunları ordularına alırken böyle bir ihtimali düşünmedikleri anlaşılıyor. Bu Türklerin Selçuklular tarafına geçmesinde Selçukluların bir çabasının olup olmadığı pek bilinmez ama bir çaba olmadan, kaynaklarda değinildiği üzere yalnızca dillerini anlamalarıyla bu sonucun ortaya çıkması da pek mümkün olmaz. Anlaşılan Selçuklular Bizans ordusunun yapısını biliyorlardı ve zayıf noktalarını tespit etmiş, buna yönelik çaba harcamış ve soydaşlarını kendi yanlarına çekmeyi başarmışlardı.

Selçuklular Malazgirt ve Dandanakan savaşlarında, kendileriyle karşılaştırıldığında hem devlet geleneği bakımından oldukça köklü, hem asker gücü yönüyle son derece ileri olan çağın iki büyük devletine karşı zafer kazandı. Bu iki devletin Selçuklulara mağlup olmasının pek çok sebebi sayılabilir, ancak herhalde önemli sebeplerden biri, her ikisinin de karşılarındaki gücü küçük görmeleri, gurura ve kibre kapılmış olmalarıdır. Dinimize göre şeytanın vasfı olan kibir gözleri perdeleyen, kulakları sağır eden, akılları işlemez duruma getiren, çoklukları azlıklara, güçlü görünenleri zayıf görünenlere mağlup ettiren duygudur. Bilge Kağan’ın dediği gibi “Babası gibi yaratılmamış” olan Gazneli Sultan Mesut kibirle davrandı, Bizans imparatoru kibirle davrandı ve bu kibir sonlarını getirdi.

Anadolu, Oğuzların Yurdu

Tarih öncesi zamanlarla ilgili kesin bilgilere sahip olmasak da Türkler, kaynakların izleyebildiği tarihte Köktürklerden beri Anadolu’yu biliyorlardı. Köktürk atlılarının Sivas’a kadar geldiği kaynaklarda kayıtlıdır. Çeşitli sebeplerle ve farklı biçimlerde Doğu Avrupa’dan Bizans üzerinden ya da Kafkasya’dan Anadolu’ya gelip yerleşen Türk kitleleri de oldu, ancak bu kitlelerin herhangi bir siyasi varlık gösterdiklerine dair bilgiye sahip değiliz. Oğuzların da Aral çevresinden güneye inmeye başladıklarından itibaren bir yönlerinin sürekli İran üzerinden Anadolu’ya doğru olduğu da bilinen bir durumdur. Yukarıda Çağrı Bey’in Anadolu seferinden söz edilmişti. Bu seferlerin ana amacı yağma gibi görünse de asıl amacın kendileri için sürekli yurt olacak bir vatan arayışı olduğu bilinmelidir. Anadolu, coğrafya olarak Türklerin o zamana kadar yaşadıkları bütün coğrafyalardan farklı özelliklere sahip bir yerdi. Öncelikle doğal sınırlara sahip bir yarımada olduğu için savunması açık alanlara göre daha kolaydı. Tarih bakımından oldukça çeşitli ve eski uygarlıkları beşiklik etmiş bir yer, iklim çeşitliliğine sahip, hayvancılığa uygun, yaylaklar ile kışlaklar arasındaki mesafe kısa, bozkırıyla, havasıyla, suyuyla aranan ve özlemi çekilen bir yurt durumundaydı.

Oğuz kitleleri Anadolu’ya doğudan ve güneyden adeta aktılar. Güneyden gelenler İran, Irak ve Suriye üzerinden, doğudan gelenler ise doğrudan İran üzerinden giriş yaptı. Bugün Arap toprağı olarak bilinen Irak ve Suriye, Selçuklular zamanında Türk yurdu haline geldi ve bu durum 20. yüzyıl başlarına kadar yaklaşık bin yıl sürdü. Anadolu’nun Türk yurdu olmasını sağlayanların ataları olan Irak ve Suriye’deki Türkler, Selçuklu emanetidir. Günümüz Türk insanının bu coğrafyayı böyle değerlendirmesi ve bin bir güçlüğe göğüs gererek burada yaşamaya çabalayan Türklere bu düşüncelerle bakması gerekir. Vaktiyle Bağdat’ta Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmekle görevli bir büyükelçinin kendini ziyarete gelen Kerküklü Türklere “Çalışmak için niye Avrupa’ya gitmediniz de buraya geldiniz” dediği, onların da bu duruma çok üzüldükleri anlatılırdı. Türk devletinin, Türklük hassasiyeti olmayan, Türk tarihini bilmeyen, yaşadığı coğrafyanın farkında olmayan kişileri, kendisini temsil etmek üzere büyükelçi olarak ataması elbette son derece sakıncalı bir durumdur, ancak benzer örneklerle sürekli karşılaşıyoruz. İşinin ne olduğunu bilen ve iyi yapmaya çalışan hariciyeci gördüğümüzde mutlu oluyoruz, yani olması gereken olduğu için seviniyoruz.

Malazgirt savaşı sonrasında Bizans’ın yaşadığı iç karışıklıklar, Türklerin bu zaferden dolayı kendilerine olan güvenlerinin artması gibi sebeplerle Anadolu kısa süre içerisinde Türk yurdu haline geldi ve Oğuzlar, çok geçmeden Orta Anadolu yaylalarından geçip Adalar Denizi kıyılarında boy göstermeye başladı.

Büyük Sultanın Ölümü ve Adil Hakan: Melikşah

İnsanlık tarihinin kaydettiği gelmiş geçmiş en büyük kağanlardan biri olan Alp Arslan Gazi, Malazgirt’ten bir yıl sonra, 1072 yılında öldü. Babasının ölümünden sonra tahta geçen Melikşah zamanında Selçuklu Devleti tarihindeki en geniş sınırlara ulaştı. Bu sınırlar batıda Adalar Denizi’ne, doğuda Ceyhun kıyılarına kadar uzanıyordu. Karahanlılar ile Gazneliler, Selçuklulara bağlı devletler durumuna gelmişlerdi. Oğuz beyleri Anadolu’da fetihlere girişmiş ve bir baştan bir başa bütün Anadolu’da Türk atlarının ayak basmadığı yer kalmamıştı. Bu kadar kısa bir sürede bu kadar geniş bir coğrafyada varlık gösterip güç sahibi olmak elbette yalnızca kılıçla açıklanabilecek bir durum değildir. Burada akılla hareket edildiğini, dünya ile ilgili maddi hedeflerin yanında manevi birtakım hedeflerin de insanları teşvik edici unsur olarak öne çıkarıldığını düşünmek gerekir. Tuğrul Bey’in Abbasiler ile ilişkilerindeki durum göz önüne alındığında Selçukluların baştan beri İslam’ın bayraktarlığına soyunmuş oldukları ve bu dinin gaza ve cihat konusundaki tutumunun kendi anlayışlarıyla tam olarak örtüştüğünü düşündükleri anlaşılıyor. Bizans ile yapılan mücadele hem yeni bir vatan edinme hem de Anadolu’yu İslam yurdu haline getirme mücadelesi idi.

Melikşah, yirmi yıl devleti yönetti ve bu yıllar bütün kaynaklarda “Adalet devri” olarak adlandırıldı. Melikşah’ın ölümünden sonra hanedan mensupları arasında bitmek bilmeyen mücadeleler dolayısıyla devlet zayıfladı ve güçlü bir kişiliğe sahip olan Sultan Sencer bile çöküşü önleyemedi.

Selçuklular yeni vatanlarının eski sakinleriyle iç içe yaşadılar ve onlardan pek çok devlet kurumu alıp geliştirdiler, eğitim ve bilim kurumu olan medreseler açtılar. Karahanlılar ile Gazneliler de medreseler kurmuşlardı, ancak Selçuklu medreseleri bugün bile daha çok bilinmekte, hatta diğer medreseler yok sayılmakta, Selçuklu medreseleri sürekli “ilk” olarak sunulmaktadır. Çok bilinen ve açık olan bu gerçeğin örtülmeye çalışılmasının, Karahanlı ve Gazneli medreselerinin yok sayılmasının açıklanabilir bir yanı yoktur. Batılı araştırmacılar bu konuda da kasıtlı davranmakta, konargöçer yaşayan Türklerin, çağın en önemli bilim kurumlarını kurabileceğine ihtimal vermemekte, Selçuklu medreselerini de Fars kökenli olan Nizamülmülk’e mal etmektedirler. Nizamülmülk elbette önemli bir devlet adamıydı, ancak hiçbir zaman devlette birinci derecede etkin değildi, büyük kağanların, yani Alp Arslan Gazi ile Melikşah’ın veziri olduğu için önemliydi, yaptığı her şeyi de onların buyruğu ve izniyle yapmıştı.

Selçuklular, devletin hanedan mensupları arasında pay edilmesi geleneğini korudular. Bu yüzden de hanedan mensupları arasında sık sık savaşlar yaşandı. Melikşah’ın ölümünden sonra devletin zayıflamasının esas sebebi de bu durum oldu. Türk tarihinin ana konusu olan iç mücadele burada da istenmeyen sonuçlar doğurdu.

Selçuklu Uygarlığı ve Çöküşe Doğru

Faruk Sümer Hoca Selçuklu uygarlığı ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Selçuklular, zamanlarında olduğu gibi, daha sonraki nesillerce de büyük, hatta gelip geçmiş bütün sülalelerin en büyüğü olarak vasıflanmıştır. Bununla ilgili muhtelif eserlerde hikâyeler ve fıkralar anlatılır. Müellifler Selçukluların halka karşı şefkatli, âdil ve imarcı hükümdarlar olduklarını belirtirler. Gerçekten Selçuklular hâkim bulundukları her yerde, yani İran, Anadolu ve Suriye’de dinî veya dinî olmayan eserler vücuda getirmişlerdir ki, bunu Selçuklu devrinin başlıca hususiyetlerinden biri olarak kabul etmek lazımdır. Onlardaki bu içtimai hizmet anlayışının millî bir menşei olduğu muhakkaktır.” Hocanın belirttiği bu durumu, hemen bütün Türk devletlerinde görmekteyiz. Devlet adamlarının, özellikle kağanların güçlerini gösteren önemli unsurlardan biri, yanlarında bulunan bilim ve sanat adamlarıdır. Büyük kağanlar bu konuya özel önem vermişlerdir. Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig’de bu durumu oldukça güzel örneklerle ve güzel bir üslupla anlatır. Bu anıt eserimizde aklı temsil eden Ögdülmiş, kendisine yer olarak kağanın yanını seçer ve gidip oraya yerleşir, kağan da bu durumdan hoşnut olup onu hoş tutar, ondan yararlanmaya çalışır.

Selçuklular, devletin merkez teşkilatında ağırlıklı olarak Farsları ve egemenlikleri altına aldıkları devletlerin işleyişinde görev almış, eğitimli ve iyi yetişmiş “gulam” (köle) tabir edilen Türkleri görevlendirdiler. Devletin yazışma dili Farsça, medreselerdeki eğitim dili ise Arapça idi. Bir müddet sonra dayandıkları konargöçer Oğuzları ihmal etmeye başladılar. Bu ve benzeri durumlar, askerlik yapan, devlet için canlarını hiçe sayan Oğuzlar arasında huzursuzluğa yol açtı. Oğuzlar, kendi devletleri nezdinde değer görmediklerini, yöneticilerin kendilerini hor gördüklerini düşünmeye başladılar. Devlet, Türk devletiydi, ordu bütünüyle Türklerden oluşuyordu, ancak Oğuzlar devletin kendilerine yabancılaştığını hissediyorlardı. Hoşnutsuzluk durumu, devlete isyan noktasına kadar ulaştı ve isyan eden Oğuzlar, Sultan Sencer’in ordusunu yenip kendisini tutsak ettiler. Devletin kendi tebasına yenilmesi, sultanın tutsak düşmesi, küçük düşürücü bir durum oldu ve bitmek bilmeyen iç mücadeleler sonu hazırladı, ancak Büyük Selçuklu Devleti, tarihî görevini yapmış, özelde Oğuzlara ama genelde bütün Türklüğe anayurt olacak bir coğrafyanın kapısını ardına kadar açmış ve bu coğrafyaya Oğuzlar adeta akmaya, dünyanın bu en güzel coğrafyasını kendileri için ebedî yurt tutmaya başlamışlardı.