Vahit Türk

Tüm yazıları
...

Milliyetçiliğimizin Kaynakları-62

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Selçuklu Kolları

Törenin buyruğu olur

Türk devlet geleneğinin önemli yönlerinden biri, devletin kağanlık soyuna mensup kişiler arasında pay edilmesi ve törenin, kağanlık soyuna mensup her erkeğe taht için ben de varım deme hakkını tanımasıdır. Bu iki gelenek, tarihte kurulan Türk devletlerinin ömürlerinin uzun olmamasının temel sebepleridir, ancak bu iki gelenek, devletin kısa sürede ortadan kalkmasına sebep olmanın yanında kısa sürede yeni bir yapıyla tarih sahnesine çıkmanın da yine temel sebebidir. Yani bu hak iddia etme konusu, hemen ilk bakışta kötü bir gelenek olarak mahkûm edilip kenara atılacak bir anlayış değil, yerine göre yararı, yerine göre zararı olan bir durumdur. Türk tarihinin bu özelliğinden dolayı bazı tarihçiler her ortaya çıkan yeni yapıyı ayrı bir devlet olarak değerlendirmek yerine devletin değişmediğini, yeni bir hanedan yönetiminde yaşamaya devam ettiğini kabul ederler. Bu, hiç de yabana atılacak bir görüş değildir. Başka pek çok milletin tarihi için kabul edilen hanedan değişikliği ve devletin sürekliliği konusunun Türk tarihi için de düşünülmesi, gayet olağan bir durumdur.

Tarih kaynaklarında adlarının görülmeye başlandığı ilk zamanlardan başlayarak Selçuklularla ilgili olarak da sürekli bir iç mücadelenin varlığından söz edilir. Henüz bir devletlerinin olmadığı, bazen Gaznelilerle, bazen Karahanlılarla ilişkiler içerisinde oldukları ve onların çevresinde yaşadıkları zamanlarda bile aralarında ayrılıkların olduğu, sık sık bölünüp bir kısmının uzak coğrafyalarda kendilerine yurt tutmaya çalıştıkları, bir başbuğun çevresinde kolaylıkla birleşemedikleri, birleşmenin ancak güçlü bir devlet oluştuktan sonra mümkün olduğu anlaşılmaktadır hatta devletin en güçlü olduğu zamanlarda bile isyan eden hanedan mensuplarının varlığından haberdarız. Bu birleşmenin olmasındaki temel etken her zaman güç olmuştur. Bozkırın konargöçerleri, kendi soylarından da olsa, hiçbir zaman kendilerinden güçsüz olana boyun eğmemişler, mücadele etmişler ve bu mücadelenin sonunda güçlü olan, diğerleri üzerinde hâkim olmuş, ancak bu hâkimiyet de sonsuz olmamış, gücünü koruduğu, adaletli davrandığı, yeterince doyumluk kazandığı ve milleti aç ve çıplak bırakmadığı sürece devam etmiştir. O yüzden eski kaynaklarımızın pek çoğunda “aç milleti doyurmak, çıplak milleti giydirmek” devletin devamlılığı için gerekli şartlardan sayılmıştır. Adaletli olmak, törenin buyruklarına uymak, doğru sözlü ve ahlaklı olmak, halkla ilişkilerinde duyarlı olmak, insanlara tepeden bakmamak, toplumla barışık olmak gibi pek çok özelliği üzerinde toplamış olmak sözü dinlenen bir başbuğ olmak için gereklidir, ancak bunlar yeterli değildir. Bunlara ek olarak iyi bir teşkilatçı ve cesur bir savaşçı olmak da hem insanların sevgi ve saygısını kazanmak, hem de toplumu örgütleyip bir devlet yapısı oluşturmak için aranan özelliklerdir. Ordusunun önünde savaşa girip yalın kılıç savaşmamış, zaferler kazanmamış bir kişinin bozkır insanının saygısını kazanması elbette mümkün olamazdı.

Belirtildiği üzere Selçukluların en güçlü olduğu zamanlarda bile bazı hanedan mensuplarının devlete isyan etmesinin örnekleri görülür. İsyan eden kişi elbette tek başına isyan etmiyordu, bir obaya, bir topluluğa dayanarak, o topluluğun menfaatlerine zarar geldiğini iddia ederek obasıyla birlikte isyan ediyordu. Bu isyan edenler yenildiklerinde ise çoğunlukla obalarıyla birlikte merkezden uzak bir diyara gidip yerleşiyor ve orada kendi siyasi yapısını oluşturmanın mücadelesine girişiyordu. Konunun ilgi çekici yanı, Oğuzların hareket alanı olan bölgelerin insanlığın eski uygarlıklarının doğduğu topraklar olması ve Oğuzların böyle bir coğrafyada sanki hiç kimse yokmuş gibi, buralar bütünüyle kendilerine aitmiş gibi davranmalarıdır. Ana kitleyle, daha doğrusu Selçuklu yönetimiyle anlaşmazlığa düşen Oğuz bölükleri kendileri için uygun gördükleri, belki de devletin elinin erişmesinin zor olduğu bir bölge seçip oraya yerleşiyor ve orada kendi teşkilatlarını kuruyorlardı.

Kirman Selçukluları

Kirman bölgesi, Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan sonra yapılan kurultayın kararıyla Çağrı Bey’in oğullarından Kavurt Arslan Bey’e verilmişti. İran’ın güneyinde bulunan Kirman, merkezin zayıflaması üzerine bölgede kurulan siyasi yapının merkezi oldu ve Kirman Selçuklularının güçlü zamanlarında sınırlar denize, yani Basra Körfezi’ne kadar genişledi. Bölge, Selçuklulardan sonra da yüzyıllarca Türk egemenliğinde kaldı. Salgurlular, Timurlular, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler gibi Türk hanedanları kendi çağlarında bölgeyi yönettiler. Kirman şehri, halı dokumacılığının önemli merkezlerinden biri oldu ve burada dokunan Türk halıları, bütün dünyada ün kazandı. İran Türk tarihinin önemli merkezlerinden olan Kirman, günümüzde de İran’da Türklerin yoğun yaşadığı, üç milyona yakın nüfusuyla İran’ın büyük şehirlerinden biri ve Kirman eyaletinin de başkentidir.

Fars ve Huzistan’da Oğuzlar

Selçuklularla ilgili yazılarımız için ana kaynak olan Faruk Sümer Hoca’nın Oğuzlar adlı anıt eserinde Selçuklunun anayurttan kopup gelen Oğuz topluluklarıyla ilgili güttükleri iskân siyasetiyle ilgili verdiği bilgiler, Osmanlının güttüğü, çok ince düşünüldüğü anlaşılan planlı programlı iskân siyaseti için de ipuçları verecek niteliktedir. Sümer Hoca konuyla ilgili şunları söyler: “Selçuklu hükümdarları anayurttan göçüp gelen Türkmen kümelerinin uçlara gitmelerini teşvik ettikleri gibi, devlet hâkimiyetinin kuvvetle yerleşmediği, Kürt, Lur gibi savaşçı unsurların yaşadığı, dağlık, kapalı, kıyı bölgelerinde yurt tutmalarını da müsamaha ve belki memnunlukla karşılamakta idiler. XII. yüzyılda Türkmenler umumiyetle ya uçlarda ya da bu gibi yerlerde görülmektedir. 1135 yılında Fars ülkesinde Salgurlar, Huzistan’da da Avşarlar yaşamakta idiler. Bunların buraya yakın zamanlarda Sirderya boylarından kopan bir Türkmen dalgası içinde geldikleri anlaşılıyor. Yine bu esnada Yıva boyundan pek mühim bir kısmın da Şehrizor taraflarında yaşadığını biliyoruz ki bunların da bu yeni gelen kümeye mensup olmaları muhtemeldir.” Hocanın değerlendirmesinden anlaşılacağı üzere Oğuzlar, herhangi bir sebepten dolayı küme küme anayurtlarını bırakıyor ve Selçuklu Devleti’nin egemen olduğu topraklarda kendilerine yeni yurtlar ediniyordu, devlet ise Türk olmayan halkların çoğunlukta olduğu bir coğrafyada varlığını sürdürmek için gerekli gördüğü bölgelere soydaşlarını yerleştiriyordu. Burada iki yönlü bir hareketlilikten söz etmek uygun olacaktır. Biri, burada aktarılan durum, diğeri ise yukarıda sözü edilen isyanlardan dolayı ortaya çıkan hareketliliktir.

Azerbaycan’da Oğuzlar

Selçuklular çağında tam anlamıyla Oğuz yurdu haline gelen bölgelerden biri de Azerbaycan oldu. Aslında Türklerin İran ve Farslar ile ilişkisi tarihin bilinmeyen çağlarına kadar uzanır. Fars tarihlerinde sık sık İran-Turan mücadelesinden söz edildiğini daha önce belirtmiştik. İranlıların Efrasyap diye adlandırdıkları, tarihçilerimizin Alp Er Tunga dediği Turan kağanının İranlılarla mücadelesi İran tarihlerinin çok üzerinde durduğu konulardan biridir. Selçukluların devletlerini kurduğu bu coğrafya, çok eski çağlardan beri Türklerin ilgi alanında olan bir coğrafyadır. Gerek doğudan, gerek kuzeyden, zaman zaman da Kafkasya’dan gelen Türk kitleleri, İran’da yerleşip yaşamış, devletler kurmuş, Farslarla iç içe yaşamışlardır. Bu durum Farsların hem kültürlerinde, hem dillerinde, hem de hafızalarında unutulmayacak, silinmez izler bırakmıştır. Doğal olarak Türkler de Farslardan ve Farsçadan etkilenmiştir. Karşılıklı olan bu etkileşmede, Farslar üzerindeki Türk etkisi çok daha yoğun olmuştur. Bugün de İran nüfusunun çok büyük bir kısmının Türk olduğunu ve Türkiye Türkçesi konuşarak bütün İran’ın gezilebildiğini biliyoruz.

Azerbaycan, eski çağlardan beri Farsların egemen olduğu bir bölge iken Selçuklular çağında bölgeye yerleşen Oğuzlar burayı tam anlamıyla bir Türk yurduna dönüştürdü. Bugünkü anlayışla bakıldığında Azerbaycan Cumhuriyeti, Ermenistan Cumhuriyeti ve Gürcistan Cumhuriyeti’nin güney kesimleri Kuzey Azerbaycan; İran’ın kuzey bölgeleri, bir başka deyişle Hazar Denizi’nin güneyi ise Güney Azerbaycan olarak adlandırılır. Güney Azerbaycan’daki Türk nüfus Kuzey Azerbaycan’a göre çok daha fazladır.

Anadolu’nun fethi, büyük ölçüde Azerbaycan üzerinden yapılan akınlarla gerçekleşti, yani önce Azerbaycan Türk yurdu oldu ve bu bölgede varlığını sağlam temellere oturtan Oğuz kitleleri, yeni yurtları da ele geçirip Türkleştirdiler. Bu bakımdan tarih bize Azerbaycan ile Türkiye’nin birbirinin doğal devamı olduğunu, hem coğrafya, hem de etnik yapı bakımından ayrı olarak değerlendirmenin doğru olmadığını, sınırların ise yeterince ve gerektiği gibi güçlü olamadığımız zamanlarda kabullenmek zorunda kaldığımız doğal değil yapay sınırlar olduğunu söyler. Bu yüzden de her iki bölgenin Türkleri bugün de birbirlerine yabancılık hissetmezler, en küçük bir fırsatta birlik türküleri söylerler ve sıkıntılı zamanlarda birbirlerine yardımcı olmaya çalışırlar, olamazlarsa bile gönülden acılarını paylaşırlar. Bütün bunlar için kişilerin ya da devletlerin çabasına gerek kalmaz, halk bunu gönülden ve doğal olarak, sanki “zaten öyle olması gerekiyormuş da öyle yapılmış” duygusuyla yapar. Bir halkın zihnine ve gönlüne bu durumu ve duyguyu yerleştirmek kolay olmadığı gibi, bunu söküp atmak da pek mümkün olmaz. Bu durum ve bu duygu, Azerbaycanlıların “kan yaddaşı” yani “kan hafızası” dediği şeydir, Anadolu insanı da böyle durumlarda “kan çekmesi” deyimini kullanır. Burada vatan şairi Namık Kemal’i anmak gerek: “Fıtrat değişir sanma! Bu kan, yine o kandır.” O kan, bizi biz yapan duyguların, Türklüğün, Türk merhametinin, Türk’ün bütün varlıklara sevgisinin kaynağıdır. Türk’ün töresi de o kanın ürünü, kahramanlığı da o kanın ürünü, içli türküleriyle ağıtları da, oyun havaları da o kanın ürünüdür... Bu satırlarla ırkçılık yapıldığını düşünen, evrenselcilik, hümanizma ya da ümmetçilik adına millet gerçeğini yok sayan aklı evvellere de ancak şu söylenebilir: Yeryüzündeki her milletin kendine has bir kişiliği, kimliği, karakteri vardır. Bu kişiliği, o milletin tarihi macerası yoğurup olgunlaştırmış, bugüne taşımıştır. Biz, ırkçılık yapmıyor, binlerce yıllık maceramızın oluşturduğu kimliğimize ve kişiliğimize ait özellikleri ortaya koymaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de hiçbir milleti küçümsemiyor, yalnızca aklı başında olan herkesin kabul ettiği/edeceği millet gerçeğinden söz ediyoruz. Birtakım ideolojik saplantılarla bir olguyu,  bir gerçeği inkâr etmek o gerçeği ortadan kaldırmaz, böyle bir durum, ancak bunu yapanların ahmaklığını gösterir.