Vahit Türk

Tüm yazıları
...

Milliyetçiliğimizin Kaynakları-84

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

İr Ülkesi Tur Ülkesi Oldu

Fars mitolojisi ve özellikle Gazneli Mahmut gibi büyük bir Türk başbuğunun koruması altında yazılan Şehname, İrler yani Farslar ile Turların yani Türklerin, bir başka deyişle İran ile Turan’ın mücadelesini anlatır. Türklerle Farsların ilişkilerinin oldukça eskilere gittiği de bilinen bir gerçektir. Bu durumun bir kanıtı da I. Köktürk çağından kalan kağanlık yazıtlarından Bugut adlı yazıtımızın bir İran dili olan Soğdça yazılmış olması, Uygurlar çağında Köktürk yazısı yerine Soğd yazısının kullanılması, bu yazının biraz uygunlaştırılarak Uygur yazısının oluşturulması gibi pek çok tarihi olay sayılabilir. Türkçe ile Farsça arasında derin ilişkilerin olduğu, bu iki dilin birbirinin söz dizilişini ve gramerini etkilediği, Fars dilindeki Türkçe söz sayısının binlerle ifade edildiği, Türkçedeki Farsça sözlerden kat kat fazla olduğu da bir başka gerçektir.

Fars mitolojisi özellikle Efrasyap’tan çok söz eder ve İran kisralarının onunla mücadelesini anlatır. Bu tarihi kişiliğin, Kaşgarlı Mahmut tarafından ağıtı (sagusu) bize ulaştırılan Alp Er Tunga olduğu kabul edilmektedir.

Asıl merkezi İran toprakları olan Büyük Selçuklu Devleti dağıldıktan sonra bölge Cengizlilerin ve Timurluların egemenliğini gördü, ancak bölgedeki Türk kitlenin, Selçuklu çağında yerleşen Oğuz ağırlığı değişmedi. Burada Doğu Anadolu’yu da sınırları içine alan ve bazısı geniş sınırlara ulaşan Oğuz devletleri kuruldu.

Akkoyunlular

Kara Yülük Osman Bey tarafından kurulan bu devletin merkezi önceleri Diyarbakır, daha sonra ise Tebriz olmuştu. Devletin kurucusu olan Akkoyunlular, Bayındurlu olarak da bilinmektedir. Bütün Oğuz anlatmalarında Bayındır önemli bir yer tutar. Çünkü Bayındır, Oğuz Kağan’ın büyük oğlu Gök Han’ın oğludur ve İç Oğuzların atası, töreye göre de Türk kağanlığının gerçek sahibidir, kağanlar onun soyundan gelenlerden olur.

Türk boy adlarında sıkça görülen koyun, keçi ise yaşanılan hayatın kültürdeki etkisi olarak düşünülmelidir. Türk kültüründe “ak” sözü, soylu oluşu, temizlik ve saflığı, ayrıca batı yönünü temsil edecek biçimde kullanılır. Kara sözünün de kuzey karşılığı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Akdeniz ile Karadeniz adlarını düşündüğümüzde durum daha iyi anlaşılacaktır.

İlhanlıların zayıflamasıyla ortaya çıkan devletlerden biri olan Akkoyunlular, Kara Yülük Osman Bey’in Kadı Burhaneddin’i ortadan kaldırmasından sonra bütünüyle bağımsız bir devlet durumuna gelmiş ve bölgedeki olaylarda etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Bu devletin büyük sultanlarından biri olan Uzun Hasan çağında başkent Diyarbakır’dan Tebriz’e taşınmış ve devlet, İran (Azerbaycan) merkezli bir Türk devleti olmuştur. Erzincan yakınlarındaki Otlukbeli’nde yapılan savaşta Uzun Hasan, Fatih Sultan Mehmet’e yenilmiş ve bu yenilgi Akkoyunluların sonunu hazırlamış ve daha sonra Uzun Hasan’ın yeğeni olan Şah İsmail, Tebriz’i ele geçirip Akkoyunlu egemenliğine son vermiştir. 1340 yılında kurulan devlet, 1508 yılında bütünüyle tarihten silinmiştir. Bu devletin en geniş sınırları; bütün İran’ı, Bağdat dahil olmak üzere Irak’ın kuzey bölgelerini, Kafkasya’yı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu içine almaktadır. Akkoyunlular, özellikle Azerbaycan bölgesindeki Türk varlığının yerleşmesinde etkili olmuşlar ve bu yönüyle günümüzü de belirleyen bir rol oynamışlardır.

Fatih ile Uzun Hasan arasındaki haberleşmede kullanılan Uygur harfli mektuplar günümüze kadar ulaşmıştır. Bu mektuplar, on beşinci yüzyılda İstanbul’da Osmanlı Sarayı’nda ve Tebriz’de Akkoyunlu sarayında bu yazıyı bilen katiplerin varlığından bizi haberdar eder. Kaşgarlı Mahmut ile Ali Şir Nevayi’nın Türk yazısı dediği Uygur yazısı, uzun süre kullandığımız yazı sistemlerinden biridir.

Karakoyunlular

Akkoyunlular ile hemen hemen aynı coğrafyada hüküm sürmüş bir Türk devletidir. Devletin kurucusu Kara Yusuf Bey, başkenti ise önce Erciş, sonra ise Tebriz olmuştur. Devleti kuranlar Oğuz Kağan’ın oğullarından Deniz Han soyuna dayanmaktadır. İlhanlıların zayıflamasıyla bölgede ortaya çıkan güçlerin birbirleriyle kıyasıya bir mücadeleye giriştikleri görülür. Bu mücadele, Türk boylarının birbirlerine karşı yapmış oldukları egemenlik mücadelesidir. Çünkü İran, Irak, Kafkasya ve Anadolu hemen bütünüyle Türklerin, özellikle de Oğuz Türklerinin egemenliğindedir, güçlü bir yapının bütün bölgede kontrolü sağlayamaması, sürekli bir boylar mücadelesinin olmasına yol açmaktadır ve bu mücadele, güçlü devletlerin bölgede sükuneti sağlamasına kadar kesilmeyecektir.

Karakoyunluların en büyük sultanı, aynı zamanda bir şair olan Cihan Şah oldu, ancak devletin yıkılışı da Akkoyunlu Uzun Hasan’ın bu sultanı üst üste yenmesi sonucunda gerçekleşti.

Tarihin ve talihin garip cilveleri, Türk tarihinin özü ve özelliği kısa bir süre içinde ve dar bir bölgede karşımıza çıkar. Uzun Hasan, Cihan Şah’ı yeniyor ve Karakoyunlu devletinin çöküşüne yol açıyor; Fatih, Uzun Hasan’ı yenip Akkoyunlu devletinin çöküşünü başlatıyor, Şah İsmail, dayısı Uzun Hasan’ı yenip Safevi Devletini kuruyor, Yavuz, Şah İsmail’i yenip Safevilere büyük bir darbe vuruyor. Bu arada Emir Timur’un bölgede estirdiği fırtına, bu adları sayılan devletlerle Doğu Türklüğünün ilişkileri, daha önce belirtildiği üzere Emir Timur’un torunu Hüseyin Baykara’nın Şah İsmail’e sığınan oğlu Bediüzzaman Mirza’nın Yavuz tarafından İstanbul’a getirilmesi ve burada bir sultan muamelesi görmesi. Türkistan’da Şeybani-Timurlu mücadelesi, dedesinin yurdunda barınamayan Babür’ün Afganistan ve Hindistan’da Türk tarihinin büyük devletlerinden birini kurması... Bütün bu sayılanlar, 100-150 yıllık bir zaman diliminde olup biten büyük olaylardır.

Safeviler

İran’da egemenlik kurup bölgenin bugününde de etkisini sürdüren büyük Türk devletlerinden biridir. Devletin kuruluşunda Erdebil tekkesinin etkisi büyük olmuş, devlet, adını da bu tekkenin şeyhi Safiyüddin’den almıştır. Erdebil tekkesinin şeyhlerinden Cüneyt zamanında bu tasavvuf hareketi Türkmenler arasında oldukça büyük ilgi görmüş, Karakoyunlular Şeyh Cüneyt’i Erdebil’den sürmüş, bunun üzerine Türkmenler arasında dolaşmaya başlayan şeyh Cüneyt’e Türkmenler daha çok bağlanmış ve Anadolu, Irak ve Suriye ile Kafkasya’da ünü gittikçe yayılmış taraftarları çoğalmıştır. Bu arada Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kız kardeşi Halime Begüm ile evlenince siyasi yönden de güçlenmiş, ancak Şirvanşahlar tarafından öldürülmüştür. Şeyh Cüneyt’in ölümünden sonra müritler oğlu Haydar’ı kendilerine şeyh kabul etmişler, Haydar da babasının mücadelesini sürdürmüştür. Şeyh Haydar müritlerine kırmızı bir başlık giydirdiği için onlar “Kızılbaşlar” olarak tanınıp bilinmeye başlamışlardır. Kızılbaş sıfatı, günümüzde de Anadolu’nun bazı bölgelerinde, özellikle Orta Anadolu’da Alevi Türkmenler için kullanılmaktadır.

Şeyh Haydar da bir savaşta öldürüldü ve imametin Şeyh Safiyüddin soyu ile süreceğine inanan Kızılbaşlar, bu soydan gelen Sultan Ali’yi, ondan sonra da İsmail’i imam olarak benimsediler.

Çocuk yaşta imam olan İsmail’in önderlik yetenekleri kısa sürede çevresinde büyük kitlelerin toplanmasına yol açtı ve büyük bir ordusu oldu. Bu durumu yani Safevi Devletinin kuruluşunu daha iyi anlayabilmek için büyük tarihçilerimizden merhum Prof. Dr. Faruk Sümer’in Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü adlı çok önemli eserini okumak gerekir.

Şah Hatayi mahlasıyla Türkçenin çok güzel şiirlerini yazan ve Kızılbaş Türkmenler arasında çok sevildiği için pek çok takipçisi de olan, yazdığı şiirlerin bir kısmı türkü/deyiş olarak bestelenip bağlama eşliğinde söylenen ve günümüzde de hemen bütün Türklerce zevkle dinlenen Şah İsmail, Türk tarihinin sanatkâr sultanlarından biridir. Hatta günümüzde insanlar onu, sultanlığından daha çok sanatçı yönüyle, deyişleriyle bilip tanımakta ve sevmektedir.

Faruk Sümer Hoca, Şah İsmail’in Anadolu Türkmenleri arasında çok etkili olduğunu, Anadolu’nun en batısından başlayarak Oğuz boy ve oymaklarının küme küme Şah İsmail’e gittiğini ve bunların ona dinî bir vecdle bağlandığını belirtir. Burada da din ile siyaset iç içe girmiş ve Türk tarihinin yüz yıllardır kanayan ve halen kapanmayan bir büyük yarası açılmış, Türkler birbirlerini kırmak için bir sebep daha yaratmışlardır. Yavuz ile Şah İsmail arasındaki egemenlik mücadelesi bir mezhep kavgasına dönüşmüş ve Oğuz Türklerinin bütünlüğü böylece parçalanmıştır. Oğuz Türklüğünün ortadan ikiye bölünmesi hem iç mücadelenin şiddetli olmasına hem de dışarıya karşı verilen mücadelede birbirlerini endişeyle kollama mecburiyeti doğurduğu gibi her ikisinin de yarı güçlerini yitirmelerine yol açmıştır. Bu durumu değerlendirebilen ve ortadan kaldırmak için çaba gösteren kişiler de olmuş, ancak her iki taraftan da yobazlar anlaşmanın önünde sürekli engeller çıkarmışlardır.

Şah İsmail’den sonra tahta geçen Şah Tahmasp, Osmanlılarla yapılan anlaşmaya sadık kalmış ve özellikle Avrupalıların Osmanlılara karşı ittifak önerilerini kabul etmemiş, yeni bir savaşa engel olmaya çalışmıştır. Şah Tahmasp’tan sonra tahta çıkan I. Abbas’ın daha çok doğuyla ilgilendiği, sınırlarını Afganistan içlerine kadar genişlettiği, başkenti Kazvin’den Isfahan’a taşıdığı ve devleti adeta yeniden örgütlediği, daha sonra Kafkasya’ya yöneldiği görülür. Devleti yeniden örgütlemeye çalışan I. Abbas’ın aile çevresine, özellikle kardeşlerine ve oğullarına karşı acımasız davrandığı, Osmanlı’da olduğu gibi onların hayatına son verdiği görülür. Kendisinden sonra tahta geçenler de aynı yolu izlediler. Abbas öldüğünde yerine geçecek oğlu kalmadığından torunu Sam Mirza tahta geçti.

Tahta geçen şahlar toparlamaya çalışsa da gün geçtikçe devlet zayıflamaktaydı. 1722 yılında yapılan savaşta Afganlar, Safevi ordusunu büyük bir yenilgiye uğrattı ve İran’da egemenliği ele geçirdi, ancak Şehzade Tahmasp, şahlığını ilan edip tahta geçip devleti toparlamaya çalıştı. Avşar beylerinden Nadir de ona katıldı ve devletin toparlanmasında büyük yararlılıklar gösterdi. Isfahan ile Herat’ı yeniden ele geçiren Nadir, Afganları İran’dan çıkarmayı başardı ve İran tahtını da kontrolü altına almakta gecikmedi. 1736 yılında da kendisi tahta geçip Nadir Şah unvanıyla İran’da Avşarlar dönemini başlatmış oldu.