Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-94

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

KALEMLE DESTEKLENMEYEN SİLAHIN HÜKMÜ KISA OLUR...

Büyük olmak için çağın koşullarına uygun siyaset gerekir...

Osmanlı Devleti, bütün Türk tarihi dikkate alındığında en geniş sınırlara ulaşan ve en uzun süre yaşayan devletlerimizden biri olarak karşımıza çıkar. Bu büyüklüğün ve uzun sürmenin nedenleri çeşitli tarihçilerimiz ve başka bilginlerimizce zaman zaman değerlendirildi. Tarihi, menkıbelerden ibaret zannedenlerin de kendilerine göre değerlendirmeleri oldu ancak doğal olarak bu değerlendirmelerin ne gerçeklerle ne yaşanmışlıklarla ne de bilgiyle ilgisi vardır. Bu durum, yalnızca pek çok kutsalımız ve değerimiz gibi tarihi de gündelik siyâsetin malzemesi olarak gören, ondan siyâsî yararlar elde etmeye çalışan çağımızın kurnaz kasaba politikacılarının yandaş devşirme yollarından biridir. Bu politikacıların illa bir siyâsî partiye mensup olması da gerekmez, her türlü vermeden alma, emeksiz kazanç elde etme çabasındaki riyakârlar bunun içindedir. Bir üniversite kürsüsünde “Osmanlı, Müslümanlarla hiçbir zaman savaşmadı” diyen bir cahil politikacıya ne anlatırsanız anlatın o kişi, bildiğinden ve ezberlerinden şaşmayacaktır. Osmanlı; Anadolu’daki Türk ve Müslüman olan beyliklerin hemen hepsiyle bir biçimde karşı karşıya geldi ve savaştı, Müslüman Akkoyunlu Türkmenlerle savaştı, Müslüman Timurlularla savaştı, İran’da hüküm süren Müslüman Türkmen Safevilerle defalarca savaştı, Mısır’da Müslüman Kıpçak ve Çerkez Kölemenlerle savaştı. Bunu söyleyen kişi belki de Türkleri yeteri kadar Müslüman görmediği için öteki Müslümanları kastediyordu ancak o çağda savaşacak güce sahip başka da Müslüman kitle yoktu, olsaydı, güç mücadelesinde onlarla da savaşacağından şüphe edilmez. Çünkü Osmanlı, çağın gerekleri ve gerçekleriyle yaşadığı için o kadar uzun süre ve o kadar geniş sınırlarda var olmayı başardı. Nitekim Kuzey Afrika’da egemen olurken zaman zaman Berberi kökenli olup da İslam’ı benimserken Araplaşmış yerlilerle de karşı karşıya geldi ve savaştı. Osmanlı’nın çevresinde var olan bütün halklarla bir biçimde karşı karşıya geldiği ve çoğuyla da savaşmak yoluyla egemenlik kurup devletinin sınırlarını genişlettiği tarihin apaçık biçimde önümüze koyduğu bir gerçektir ve bu durum Osmanlı’yı küçültmez. Bu durum, çağın gereği ve gerçeğidir, her kim olursa olsun aynı biçimde davranırdı çünkü başka türlü ayakta kalma imkânı olmazdı.

Osmanlı, bütün Türk tarihinin Hunlardan beri süregelen köklü geleneklerinden biri olan devletin tiginler/şehzadeler arasında bölüştürülmesi uygulamasını değiştirip tek merkez, tek devlet düzenine geçti ve bunu baştan beri uyguladı. Aslında bu uygulamanın izleri Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklularında da görülür ancak bu dönemlerdeki boy ya da oba beylerinin bulundukları yurtta neredeyse merkezden bağımsız davranma hakkına sahip olmaları, devlet tökezlediği anda eski uygulamanın yürürlüğe girmesi yani devletin parçalanması anlamına geliyordu. Osmanlı, başından beri bu konuda taviz vermedi ve devletin parçalanmasının önüne geçti. Üzerinde egemenlik kurduğu Anadolu beyliklerinin bir süre bulunduğu bölgenin hâkimi olarak davranmasına izin verdiği ancak daha sonra bölgeyi merkeze bağladığı örnekler de görüldü. Özellikle buhran dönemlerinde şehzadeler arasında çok kanlı mücadeleler yaşandı, kardeş kardeşi kırdı ancak devlet tek başkentli ve tek başlı olarak yaşamayı sürdürdü. Fatih Sultan Mehmet’in çok ağır ve bugünün insanı için kabul edilmesi oldukça güç bir durum olan devletin varlığını sürdürmesi için kardeş katlini yasalaştırması ve bunun uygulanması da bunun içindi. Bunun başka bir yolu bulunabilir miydi sorusunun artık pek bir anlamı yoktur. Tarihte olup bitenleri belki eleştirebiliriz ama değiştiremeyiz.

Erken Osmanlı çağından başlayarak kardeşler arasındaki çekişmelerde saray entrikalarının etkili olduğu, askerin zaman zaman iktidar mücadelesinde kullanıldığı, İstanbul’un alınışından sonra yaşananlardan dolayı sarayda devşirme partisinin ciddi ve etkin bir güç olduğu ve artık sultanların bunlarla hüküm sürdüğü de konunun gözden kaçırılmaması gereken öteki yüzleridir. Sultanlar için bu devşirmeleri kullanmanın çeşitli avantajları vardı ve bu konu üzerinde tarihçilerimizin yaptığı araştırmalar ve ulaştıkları birtakım sonuçlar vardır. Bunlardan başta geleni; çocuk yaşta devşirilen bu kişilerin devletten başka kimselerinin ve devlet dolayısıyla elde ettikleri güçten başka bir şeylerinin olmaması ve devlete ve sultana son derece bağlı olmaları, kendilerini devlet içindeki herhangi bir topluma, gruba, boya mensup hissetmemeleri, ayrıca tek kişi olarak var olmaları ve bu yüzden de gerekli gereksiz durumlarda sevgisiz ve acımasız davranabilmeleridir. Onlar, bu davranışlarını hiç kimsenin karşı çıkamayacağı “devletin bekası” kılıfında sunar ve çoğunlukla da ödüllendirilirlerdi. Cezalandırıldıklarında da arkalarında devlete ve sultana kırgın, kızgın bir kitle olmaz, unutulup giderlerdi.

Osmanlı’nın uzun yaşama sırlarından biri de boyların ve obaların bir arada yaşamasına izin vermeyip onları ülkenin değişik yerlerine dağıtması, boy düzeneğini dağıtmasıdır. Osmanlı bunu daha çok bu Türkmen boylarının kendisi için tehdit oluşturmasını engellemeyi amaçlamış ve onların birbirine karışarak boy bağlılığının ve bilincinin zayıflamasını sağlamıştı. Çünkü Osmanlı’nın devlet aklı, Türk tarihinin önemli bir bölümünü, Türk boylarının mücadelesinin oluşturduğunun ayırdına varmıştı. Özellikle yeni alınan bölgelerin Türkleşmesi ve İslamlaşması için yapılan bu uygulamanın eleştirilecek yönleri gösterilebilir ancak kazandırdıkları Osmanlı’yı da aşıp bize günümüzü sağlayacak derecede önemli oldu. Osmanlı’nın bu uygulaması sayesinde boy, oba, aşiret gibi küçük birlik yapılarından sıyrılıp tek vücut olup bir millet kimliği kazanma yoluna girdik dense yeridir. Bunu yaparken Osmanlı’nın, çağdaş anlamda bir millet oluşturma düşüncesi elbette yoktu ancak uygulamanın sonucu böyle oldu. Osmanlı’nın iskân siyasetiyle zayıflayan boy bağları, on dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarında etkili olan Türkçülüğün öncüsü büyük aydınlar sayesinde yerini millet bağına bıraktı ve bu insanları bir arada tutan çeşitli ortaklıkların yanına en güçlü bağ ve ortaklık olarak millet birliği düşüncesi de güçlenerek yerleşti. Namık Kemal’in vatan ve hürriyet diye haykıran sesi, Mehmet Emin’in “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” diye yankılanan sesi, bu bilincin eseri ve besleyicisi idi.

Büyüklük için çağın en ileri bilgisi gerekir...

Türk devletlerinde uygulanan geleneklerden biri de fethedilen ülkelerdeki, özellikle başkentlerdeki bilginleri kendi başkentine getirmektir. Bir ülkedeki bilginler nitelik olarak ne derece yetkin ve yetenekliyse, sayı olarak ne kadar çoksa, bilgi üretiminin düzeyi ne kadar yüksekse sultan ve devlet de o kadar büyük ve güçlüdür. Bu bilgin taşıma işini en iyi yapanlardan biri Emir Timur olmuş ve Semerkant kısa sürede bir bilim merkezi konumuna yükselmiş, dolayısıyla Türkistan son parlak çağını onun ve çocuklarının zamanında yaşamıştı.

Osmanlı da bunu uyguladı. Ele geçirilen Anadolu Beylikleri içindeki bilginler ve aydınlar, önce Bursa’da, daha sonra ise Edirne’de toplanmaya, bu kentler Anadolu’da bilimin ve sanatın merkezi olmaya başladı. On beşinci yüzyılın ikinci yarısının başlarına kadar İslam dünyasında bilimin merkezliği unvanı Maveraünnehir bölgesindedir. Bu yıllarda devlet adamlığı yanında önemli de bir bilgin olan Emir Timur’un torunu Uluğ Bey’in öldürülmesiyle Semerkant’ın bilim ışığı da sönmeye başladı ancak bu ışık bölgede Hüseyin Baykara çağında Ali Şir Nevâyî ve çevresine toplanan bilgin ve sanatçılar sayesinde Herat’ta bir süre daha yanmayı, çevresini aydınlatmayı sürdürdü. Güçlü bir devletin olmayışı, sürekli iç mücadeleler, kardeş kavgaları bu ışığın sönmesine neden oldu. Bilimin ışığı, bir süre de Babürlüler ile Hint kıtasında yandı ancak merkezden uzaklaştığı için aydınlığının çok da yararı görülmedi. Bugün bile Babürlüler ile ilgili bilgimiz yeterli zenginlikte değildir.

İstanbul’un alınmasından sonra İslam dünyasının bilim merkezliği bu kente taşındı ve çağına göre son derece ileri bir beyin gücüne ve bakış açısına sahip olduğu bütün araştırmacılar tarafından teslim edilen Fatih Sultan Mehmet, bu şehrin gerçek bir bilim merkezi olması için kurumlar oluşturdu, bilginleri ve aydınları bu kentte toplamaya çalıştı. Kurduğu medreseler ve Ali Kuşçu’nun Türkistan’dan Anadolu’ya gelmesi için gösterdiği çaba başlı başına konuyla ilgili güzel bir örnektir.

Yavuz Sultan Selim de Mısır’ı Kölemenlerden aldığında buradaki bilginleri İstanbul’a getirmişti. Bazı bilim insanları bunun Türklerin Hanefi-Maturidi çizgisindeki din anlayışına büyük bir darbe vurduğu, bu anlayışta köklü sapmalara yol açtığı hatta bu anlayışın yalnızca adının kaldığı, çöl iklimine ve insanına uygun biçimde geliştirilmiş olan Eş’ari anlayışın bütünüyle egemen duruma geldiği ve bunun yoğun bir zihin gerilemesine yol açtığı görüşündedir. Aslında Türklerin Hanefi-Maturidi çizgisinde oluşan din algı ve anlayışları, Selçuklular çağında Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye medreselerinde yetişen din adamlarının etkisiyle dönüşmeye başlamıştı ancak birtakım bilgine göre bu konudaki asıl etkileşim on altıncı yüzyılda İstanbul’da oldu. Bu alanda günümüzde yaşanan sorunlarımızın önemli kaynaklarından biri olarak da bu etki gösterilir.

Kanuni döneminde İstanbul’da büyük bilginler yetişti. Din bilimlerinde Ebu Suud, İbni Kemal, Bedreddin el-Gazzi, ahlak biliminde Ahlak-ı Alai adlı önemli eserin yazarı Kınalızade ve Birgivi gibi kişiler o dönemin önde gelen bilginleridir. Dönemin ünü sınırları aşmış bilginlerden biri, ünlü haritasıyla Piri Reis’tir. Matematikçi Matrakçı Nasuh da bu çağın adından söz ettiren bilginlerindendir.

Büyüklüğün bir başka göstergesi; sanat ve mimarlık...

Kişiler ve toplumlar varlıklarını sürdürmek için öncelikle maddi gereksinimlerini karşılamaya çaba gösterir ve bunun için çok ciddi mücadelelere girişip ölümü dahi göze alır. Aslında tarih dediğimiz şey, günümüz insanlarının bir bölümünün kutsadığı bu alan, bir yönüyle de bu mücadelenin süslenip allanıp pullanmış anlatımıdır. Çünkü konu var olma ya da yok olma sorunudur. Bu sorunda kaydı tutulanlar ise çoğunlukla halklar değil, yönetenlerdir. Tarih bilimi bir başka yönüyle de hanedan mensuplarının hayat hikâyesi durumundadır ancak bunların hiçbiri bu bilimin değerini azaltmaz ve onu gereksiz kılmaz. Çünkü geçmiş ile ilgili bilgiler böyle kayıtlara geçmiştir ve bilginler eldeki bilgilerden hareketle geneli ilgilendiren sonuçlara ulaşıp yargılar çıkarır.

Maddi durumunu düzeltip rahat bir hayata kavuştuktan sonra zevklerin incelmeye başladığı, sanat ile daha çok ilgilenildiği, sanat ürünleri ortaya konulmaya başlandığı görülür. Burada akla, haklı olarak öyleyse sanatçıların ve bilginlerin büyük çoğunluğunun niçin yokluklar ve sıkıntılar içinde yaşadığı gelir. Bilimle ve sanatla uğraşanların büyük bölümü sağlıklarında değer görmezler ancak bir kısmının öldükten sonra değeri anlaşılır ve yapıp ettikleri, bir hayat harcayarak ortaya koydukları gözlere görünmeye başlar. Daha talihsiz olanlar ise hiçbir zaman anlaşılmaz ve yokluk çukurunda unutulmaya mahkûm olurlar.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi, bütün Osmanlı tarihinin en şanlı, bütün Türk tarihinin de şanlı dönemlerinden biridir. Acaba bu büyüklük oranında o çağı süsleyecek bilgin ve sanatçı yetişti mi? Bu konuda bir yargıda bulunabilmek için bir ölçüt kullanmak gerekir. Devletin büyüklüğü bütün dünya ve bütün tarih ölçeğindedir. Aydınların, bilginlerin ve sanatçıların da büyüklüğünü aynı ölçüyle değerlendirmek uygun olur. Yukarıda adı anılan bilginler alanlarında önemli adlardır ancak dünyanın o çağındaki bilimlik gelişmelere katkıları ne olmuş ve yerleri nedir sorusu cevaba muhtaçtır. Burada Piri Reis’in çağını aşan bir bilgin olduğunu belirtmek gerekir. Şiir alanında çağın en büyük kişisinin Baki olduğu bilinmektedir. Kendisi de oldukça iyi bir şair olan Kanuni’nin çağının şairi Baki’dir. Dönemin çağını aşıp bugüne ulaşan, gelecekte de adından söz ettirecek olan en büyük kişisi, hiç kuşkusuz Mimarbaşı Koca Sinan’dır. Kayıtlarda onun adıyla anılan ve Osmanlı coğrafyasına dağılmış olan pek çok eseri olan bu büyük dâhi, halk tarafından bugün daha çok Edirne’deki Selimiye ve İstanbul’daki Süleymaniye camileri ile bilinir.

Aydınların ve bilginlerin kaderinde yöneticilerle ters düşme sık görülür ve bu durumun sonucu da hemen her zaman aydınların bilginlerin zararına sonuçlanır. Türk bilim hayatının en önemli adlarından biri olan Piri Reis’in Kanuni Sultan Süleyman tarafından idam edildiği de tarihin kayıtlarından biridir. Hangi nedenlerle idam edildiğinin bugün için bir önemi yoktur, önemli olan büyük bir bilginin öldürülmüş olması, onun üreteceği bilgiden insanlığın mahrum bırakılmasıdır. Sonuç olarak çağ hükmünü yürütür ve birileri mağdur olur…