Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-95

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Çöküşe Doğru

Kanuni dönemi, Osmanlı Devleti için bir yanda zirve olarak değerlendirilirken öbür yanda çöküşün de başlangıcı olarak düşünülür. Böyle değerlendirilmesinin nedeni, dünyadaki, özellikle yakın komşu ve tarihi düşman aynı zamanda en önemli rakip olan Avrupa’daki gelişmelerin gerektiği gibi izlenememesi, bilgiye gereğince ve yeterince değer verilmemesi, bilgi ile toplum arasındaki mesafenin gün geçtikçe açılması, dolayısıyla da yeni buluşlar yerine eskiyi tekrar etmenin ve eski eserlere “şerh” yazmanın bilim sayılması, bilimin yerini hurafelerin alması, eğitim kurumlarının asıl işlevinden uzaklaşması ve daha pek çok gerekçe gösterilebilir. Bütün bu sayılanların ötesinde bir gerçek de saray entrikaları ile liyakat sahibi kişilerin devlette gerektiği gibi ve yeterince değerlendirilmemesi, devlet için şans olan şehzadelerin devletin başına geçirilmesi yerine sultanların saray entrikalarıyla belirlenmesi, haremin devlet yönetiminde söz sahibi olması da gözden uzak tutulamayacak önemli nedenlerdendir. Çünkü Türk milleti, devletine, devletinin başındaki kişiye bakar ve devletinin kendisine yön göstermesini bekler, ona göre yönünü belirler. Yön gösterici yönü şaşırdığında arkasından gelenler durumu anlamakta gecikir, çünkü ona göre baştaki kişi devlettir ve devletin en önemli özelliği yanlış yola sapmamaktır.

Kanuni’nin gözdesi Hürrem Sultan ile onun saraydaki en büyük destekçisi Rüstem Paşa’nın entrikalarıyla Şehzade Mustafa’nın babasına öldürtülmesi, daha önce yaşanan şehzade kıyımları gibi bir kıyımdı ancak daha önce öldürülenin yerine gelen de onun kadar yetenekli olduğu hem de devlet örgütü henüz yıpranmadığı için yönetim bakımından devletteki etkisi çok hissedilmiyor, devlet güçlü biçimde varlığını sürdürüyor ve şehzade ölümlerinin etkisi de sınırlı kalıyordu.

Devletteki iç çürüme, doygunluktan kaynaklı tedbirsizlik, geleceği planlamada yetersiz sultanlar ve yeteneksiz devlet erkânı birleşince çöküş kaçınılmaz oldu ancak böyle büyük bir devletin yükselişi görkemli olduğu gibi çöküşü de aynı ölçüde hazin oldu ve yüzyıllar sürdü.

Bizim için bu çöküş, sıradan bir devletin çöküşü değil, yüzyıllara hükmeden Türk uygarlığının Batı karşısındaki gerilemesi, yenilmesi ve çöküşüdür. Bozkırın mayaladığı, Maveraünnehir ve Horasan’da gelişen bilimle beslenen ve İslam dininin yoğurup yeni bir çehre kazandırdığı Türk uygarlığı, kendini yenileyemedi ve zamana yenik düştü. Bu duruma gelişte dinin, çöl koşullarına göre oluşan Eşarî yorumunun etkili olduğuna, bozkır koşullarına göre geliştirilen ve serbest düşünceyi önceleyen Maturidi yorumunun ihmal edildiğine, Eşarî yorumunun aklı ötelediğine, daha çok nakle, yani geçmişte yaşananların olduğu gibi uygulanmasını seçtiğine, zamanın değiştirdiği koşulları gerektiği ölçüde dikkate almadığına dair yaygın bir kanaat vardır ve konuyla ilgili tartışmalar günümüzde de yoğun biçimde sürmektedir.

Bu yenilgi, Türk aydınlarının bir bölümünde, tarihten gelen ve daha önce de belirtildiği üzere, Bilge Kağan’ın dikkat çektiği hastalığın ortaya çıkmasına yol açtı. Bu hastalık, devlet güçlü olduğunda “Bize bir şey olmaz.”, devlet zayıfladığında ise “Bizden bir şey olmaz.” cümleleriyle özetlediğimiz hastalık idi. Bir şeyler kötü gitmeye başladığında “Bizden bir şey olmaz.” diyenler çoğalır ve bunların toplum üzerindeki etkisi ve yıkımı önü alınması çok zor bir moral çöküntüsü, kendine güvensizlik, değerlerinden ve imanından kuşkuya düşme, ahlak çöküntüsüne uğrama, hak ve adalet duygusundan uzaklaşma, toplumun yararları yerine birey yararlarının öncelenmesi, birey kişiliğinden ve ulus kimliğinden kaçma, tarihinden utanma ve onu sırtında bir yük olarak görme ve benzeri yansımaları olur. Bu da toplum için bitiş anlamına gelir. Bu durumdan kurtulmanın yolu, olağanüstü yeteneklere sahip devlet adamlarının göreve gelmesidir. Aksi durumda işgale uğrama, vatan ve bağımsızlık kaybı, köleleşme kaçınılmaz olur. Yeryüzünde olağanüstü yeteneklere sahip devlet adamına sahip millet sayısı çok değildir ancak Türklerin bu konuda oldukça bahtlı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Türk tarihinde böyle nitelenecek onlarca örnek gösterebiliriz.

Okyanuslara Açıldık Ancak...

Devlet, en geniş sınırlarına kavuşmuş, Karadeniz bir Türk gölü olmuş, Akdeniz büyük ölçüde kontrol altına alınmış, Kızıl Deniz’den Hint Okyanusu’na açılan devlet, Hindistan’da Babürlüler ile ilişki kurmuş ve sömürgen Avrupalılara karşı onlara yardım etmeye çalışıyor, en güneydeki Yemen de dahil olmak üzere Arap yarımadasının bütününe hâkim olunmuş, Kuzey Afrika bütünüyle kontrol altına alınmış ve Atlas Okyanusu’na çıkmanın önü açılmış, Amerika kıtasının yolu gözükmüş, Afrika kıtası hem Kızıl Deniz üzerinden hem de kuzeyden güneye doğru devletin kontrolüne alınmaya başlanmıştı. Bütün bu gelişmeler, Osmanlıyı kıta Avrupası dışına taşmaya çalışan sömürgen Avrupalılar ve kuzeyden güneye ve doğuya doğru Türk yurtlarında yayılmaya çalışan istilacı Ruslar ile doğrudan karşı karşıya getirdi. On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Hint Okyanusu’nda Portekizlilerin etkinliği günden güne azaldı ve bu bölgede Hollandalılar ile İngilizlerin güçleri hissedilmeye başlandı, zaman içinde İngilizler üstünlüğü ele geçirdi. Bu yüzden de bölgedeki rekabet İngilizler ile yaşanmaya başlandı.

Bu dönemin önemli olaylarından biri de Anadolu’da kontrol altına alınmaya ve vergilendirilmeye çalışılan konar-göçer Türkmenlerin devletle mücadelesi, devletin bunlara karşı aşırıya kaçan tavrı ve çokça Türk kanının dökülmesi oldu. Osmanlı kaynakları bu olayları genellikle mezhep konusu olarak sunsa da isyan edenlerin yalnız Alevi Türkmenler olmadığı, içlerinde Sünni tarikatların mensuplarının da olduğu bilinen bir durumdur. Yani asıl konu, din ya da mezhep değil, devletin vergi politikası ve dolayısıyla yeni düzene karşı çıkan Türkmen ahalinin devşirmeler eliyle acımasızca katledilmesidir. Emecan Hoca’ya göre on altıncı yüzyıl ortalarına doğru devlet yeni bir ekonomik düzene geçmeye çalışırken birtakım Sufi kitleler buna sert bir tepki göstermiş ve devletle karşı karşıya gelmişler, bunun sonucu olarak da pek çok şeyh idam edilmiştir. Bunlardan bazıları; Oğlan Şeyh adıyla bilinen İsmail Maşuki, Şeyhülislam Çivizade Mehmet Efendi’nin, Hamza Bali, Ebusuud Efendi’nin fetvasıyla idam edilmiştir. İbrahim Gülşeni, Muhyiddin Karamani gibi şeyhler de zındık olmakla suçlanmış ve kovuşturmaya uğramıştır. Yine Molla Kabız adlı şeyh de idam edilenlerdendir. Kanuni döneminde buna benzer başka olaylar da yaşanmıştır. On altıncı yüzyılın ortalarından başlayarak medrese öğrencilerinin de huzursuzluk kaynağı zümrelerden biri olduğu kaynaklarda kayıtlıdır. Bütün bunlar, yöneticilerin bakış açısından devletin yararı söz konusu olduğunda herkese ve her kitleye karşı kılıcını göstermekten çekinmediğinin kanıtıdır.

Kanuni’nin idam ettiği şehzadesi Mustafa’dan başka Bayezit ve Selim adlı oğulları da onun sağlığında taht mücadelesine girişmiş, bunun sonucunda kavgayı kaybeden Bayezit İran’a sığınmış, birkaç yıl bu ülkede kaldıktan sonra Osmanlının gönderdiği elçilere teslim edilmiş ve sonrasında dört oğluyla birlikte idam edilmiştir. Bütün bu şehzade öldürmelerinin gerekçesi de yine devletin yararı, yani “beka” konusudur. Bunun başka çözümü bulunabilir miydi sorusunun bugün için pek bir anlamı da yoktur. Tarih, yaşandı gitti ancak en yaşlı, en deneyimli, en bilgili ve etkili öğretmen olarak bize neler öğretti? Asıl sorun budur...

Büyük Sultan Göçtü...

İki oğlunun ve torunlarının ölüm fermanını yazdırmak ve onların ölümünü görmek durumunda kalan büyük sultan Kanuni’den sonra devletin başına geçen 2. Selim, babasının baş vezirini görevden almadı ve Sokullu Mehmet Paşa, devleti yönetmeyi sürdürdü. Bu dönemin önemli işlerinden biri, Kafkasya’nın kuzeyine Hacı Tarhan’a (Astrahan’a) yönelik sefer idi. Rus baskısının artması dolayısıyla bölge Müslümanlarından gelen şikayetler bu seferin görece nedeniydi ancak asıl mesele hem bölgede gün geçtikçe ilerleyen Rus yayılmasının önünü kesmek hem de Altın Ordu’nun mirasına sahip çıkmaktı. Önemli nedenlerden biri de Bölge Müslümanlarının hac yolunun ve dünyanın önemli ticaret yollarından birinin de Rus kontrolüne geçmesiydi. Bu sefer dolayısıyla gündeme getirilen bir konu da İdil ırmağı ile Don ırmağının kanalla birbirine bağlanmasıdır. Bu proje, düşünce aşamasında kalmış, aradaki mesafenin uzunluğu dolayısıyla yapımına başlanmamıştır. 1569 yılında yapılan Hacı Tarhan seferinde bir başarı elde edilemedi ve ordu Kırım’daki Azak kalesine geri dönmek zorunda kaldı.

Don-İdil kanalı gibi bir kanal düşüncesi de Akdeniz ile Kızıl Deniz’in birleştirilmesiyle yani Süveyş kanalının açılmasıyla ilgilidir. Bu kanal için şu gerekçeler sıralanır: “Hindistan’ın küffarın elinden kurtarılması, Haremeyn’in etrafının sapmışlardan temizlenmesi için büyük bir donanmaya ihtiyaç duyulduğu, bundan dolayı denizden Süveyş deryasını geçmek için bir hark kesilmek gerektiği...” Emecan Hoca’nın bildirdiğine göre bu karar verilmiş, devletin arşivlerine girmiş ancak uygulamaya konulamamıştır.

2. Selim döneminin dikkat çeken olaylarından biri, deniz ticaretinin önemli duraklarından ve Akdeniz için kilit noktalardan olan, ayrıca bir dönem Kölemenlerin elinde de bulunan Kıbrıs’ın Türk egemenliğine geçmesi idi. Kıbrıs için yapılan mücadele bir yıldan fazla sürmüş ve devlet için oldukça külfetli olmuştu ancak belirtildiği üzere tarih boyunca stratejik önemi eksilmeyen bu ada, Anadolu’nun doğal devamı olan bir deniz üssüydü. Ada ele geçirildikten sonra özellikle orta ve güney Anadolu’dan Türkmenler yerleştirilip nüfus Türkleştirildi. Zaman zaman duyulan Kıbrıs adasının şaraplarının güzelliğinden dolayı ele geçirilmesinin istendiğiyle ilgili sözlerin kahve muhabbetinden öte bir değeri yoktur. Osmanlı, oldukça ciddi bir devlettir ve bu tür sözler, devletle ilgili kuşku uyandırmaya, onu küçümsemeye yönelik kasıtlı söylentilerdir.

Osmanlı donanmasının İnebahtı’da 1571 yılında müttefik Haçlı donanması karşısında aldığı yenilgi ve yaşadığı hezimet dönemin başka bir önemli olayıdır. Osmanlı bu yenilgiyle hem çok sayıda yetkin insanını hem önemli miktarda deniz gücünü yitirmiş hem de dünyadaki itibarı büyük ölçüde zedelenmiş, Avrupalılar ise büyük bir moral kazanmışlardı. Bu yenilginin en önemli sonucu, Avrupalıların zihninde yüzyıllar boyu yerleşmiş olan Türklerin yenilmezliği duygusunun silinmesi olmuş ve dolayısıyla kendilerine güvenleri gelmişti. Osmanlı, kısa sürede donanmayı yeniden eski gücüne kavuştursa da İnebahtı’daki yetişmiş insan kaybını telafisi mümkün olmadı ancak 1574 yılında Tunus’u İspanyolların elinden alarak bir nebze de olsa İnebahtı’nın intikamını aldı. Bu yıllarda Fas da bir mücadele alanı idi ve Osmanlı desteğiyle yönetim değişmiş, Osmanlıya bağlı bir yönetim oluşturulmuş ve Atlas Okyanusuna ulaşılmıştı.

Osmanlının desteğini arkasına alan Fransa’nın İspanya ile mücadelesi sürüyordu. Aynı yıllarda İngiltere ile Osmanlı arasında da bir yakınlaşma başlamıştı.

1574 yılında 2. Selim öldü ve yerine oğlu 3. Murat Osmanlı tahtına çıktı. 3. Murat da hem dedesinin hem de babasının baş veziri olan Sokullu’yu baş vezirlikte tuttu ancak sarayda Sokullu’nun rakipleri gün geçtikçe etkilerini arttırmaya ve sultanı da etki daireleri içine almaya başlamışlardı. Sokullu’nun izlediği siyaset, devleti büyük seferlerden uzak tutup daha çok denizlerdeki mücadeleye yönlendirmek biçiminde belirginleşmişti. Üç sultana baş vezirlik yapmış deneyimli Sokullu, 1579 yılında bir suikastla öldürüldü.

Kaynaklara göre Sokullu’nun karşı çıkmasına rağmen sultanın da isteğiyle 1578 yılında İran üzerine sefere çıkıldı ve Safevi ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. Savaşın ardından ordu Gürcistan’a yöneldi, Tiflis ele geçirilip beylerbeyliği merkezi yapıldı. Safevi ordusu ile bir kez daha karşılaşıldı ve yine galip gelindikten sonra Azerbaycan şehirleri Şeki ile Şirvan ele geçirildi. Arka arkaya yapılan savaşların birinde Kırım Hanı Adil Giray, Safevilere esir düştü ve daha sonra Bakü de ele geçirildi. Sokullu’dan sonra baş vezirliğe Koca Sinan Paşa getirildi ve İran seferini sürdüren ordunun başına yollandı. 1585 yılında Tebriz de Osmanlı egemenliğine geçti, 1588’de Gence ele geçirildi. Sokullu, İki Türk devletinin karşı karşıya gelmesini, İran ile yapılan mücadelede bir sonuç alınamayacağı, aksine devlet için büyük külfet olacağı gerekçesiyle karşı çıkmaktaydı, bu sefer, onun devlette etkisinin azaldığının da bir göstergesiydi.

Oldukça uzun süren bu sefer ve savaş her iki taraf için de oldukça büyük kayıplara neden olduğundan barış ile ilgili çabalar yoğunlaştı ve 1590 yılında yapılan anlaşmayla Safevi topraklarının bir kısmının Osmanlı egemenliğine geçişi onaylandı ancak bu durum uzun sürmeyecek, Şah Abbas’ın doğu Türkleriyle, yani Özbeklerle yaptığı mücadele bittikten sonra yeni bir mücadele başlayacak, Safeviler eski topraklarının önemli bir kısmında yine egemen olacaklardı.